Hayatta en çok çayı seven, yıllarca Jean-Jacques Rousseau, Sokrates okuduğu halde dönüp dolaşıp babaannesinin laflarını hatırlayan, gündelik dertleri önemsemeyen, üşengeçlikte sınır tanımayan bir genç adam; Beyinsiz Adam. Neredeyse hiç görüşmediği ve onu evlatlık aldıklarından şüphelendiği anne babası, onun için üzülen ancak mahallenin dedikodularından fırsat bulup da pek ilgilenemeyen babaannesi, kirayı ödeyemediği için kapısını sık sık çalan ev sahibinden başka kimsesi yok; gerek de yok zaten! Ama… Herkesin hayatında bir gün hiç hesapta olmayan olaylar cereyan edebilir. Mesela bir gece tanıştığınız bir kız değiştirebilir hayatınızı ve adı Bedia olabilir o kızın… Aşk her insanın hayatında yanardağ patlaması etkisi yaratabilir, peki ya Beyinsiz Adam’ın? Hakim Türkmen, bildiğimizi sandığımız bir hayatı aslında hiç bilmediğimizi gösterirken, kahkahalar attırıyor…
***
1.
O sabah yataktan kalktığımda kendimi dev bir örümceğe dönüşmüş halde buldum. Gördüğüm rüyaların etkisi olmalıydı. Belki de bu sadece pazartesi sendromunun etkisiydi ve beynim işe gitmemek için sınırları zorlayacak bir bahane bulmuştu. Hiçbir patronun kolay kolay karşı çıkamayacağı bir bahane. Fakat aynı beynin benim bir işimin olmadığını da hesaba katması gerekmez miydi? Üzerinde durmadım. Bu doğru olsa bile babaannemin hemen her durumda tekrarladığı, “İnsanlar ne sıkıntılar yaşıyor, halinize şükredin” sözünü düşündüm ve sürünerek yataktan kalktım.
Güneş, bilim insanlarının dört buçuk milyar yıldır aksatmadığını öne sürdükleri görevine yine tam vaktinde başlayalı muhtemelen dört ya da beş saat olmuştu. Sıkıca kapattığımı düşündüğüm perdenin eksik kornişlerini fırsat bilip odayı bir Alman disipliniyle aydınlatmaktaydı.
Mutfağa doğru sallanarak yürüdüm. Çay için ocağa su koyup buzdolabına yöneldim ve bir sürprizle karşılaşmak ümidiyle kapağını açtım. Görüntü hayal kırıklığı oldu. Buzdolabı maalesef önceki gece bıraktığım gibiydi. Donmuş elektrik prizine benzeyen bir koku eşliğinde dış kısımları sararmış çeyrek kalıp beyaz peynir ve günlere meydan okuyan kırmızılığıyla bir ısırık alınmış domates. Buzdolabım kendisiyle aynı yıl üretilmiş akranlarından çok daha renksiz bir hayat yaşıyordu şüphesiz. İçine pek az yiyecek giriyordu ve çok fazla boş vakti vardı.
Peyniri ve domatesi alıp tezgahta dilimledim ve yatak odama yürüdüm. Babaannem yatak odasında yemek yediğimi görse muhtemelen beni azarlardı ancak kendisine o odanın aynı zamanda benim salonum, oturma odam ve misafir odam olduğunu söylerdim. Ya da daha kestirme yoldan evin tek odalı olduğunu açıklardım. Bunu anlayışla karşılar ve yirmi altı yaşına gelip de böylesine bir çöplükte yaşadığım için bana saatlerce bağırıp çağırırdı. Sonra ailecek nasıl nazara geldiğimizi bir kez daha ağlayarak anlatmaya koyulurdu.
Yemekleri masaya koyup sandalyeye oturdum. Tam kendime gelememiştim ve hâlâ kendimi dev bir örümcek gibi hissediyordum. Domatesi dilimlerken bıçağı iyi kavrayamamış olmamdan ve domatesin üzerine konan sineğin tuhaf bir şekilde iştahımı artırmasından şüphelensem de üstelemedim. Her şey olacağına varırdı, gene babaannemim deyişiyle.
Sabahın bu vakti babaannemden bu kadar alıntı yapmak beni korkuttu. Aslında hep böyle oluyordu. Yıllarca Jean- Jacques Rousseau, Aquinalı Thomas, Sokrates okumuştum ama onların söylediklerinin hiçbiri aklıma gelmiyor, dönüp dolaşıp babaannemin laflarını hatırlıyordum. Karşılaştığım durumlara maalesef her defasında cuk oturuyordu. Bu gerçekten çok saçma ve üzerinde düşünmem gereken bir konuydu. Ayrıca her ne kadar cuk otursa da bu sözlerin pek çoğu sağlam bir kritikten geçmemiş gibiydi. Mesela “Her şey olacağına varır” tam olarak ne demekti? Bu felsefeyi benimseyen bir kalecinin gelen topa hamle yapmamasını ya da pilotun, “Her şey olacağına varır” diyerek boş bir yolcu koltuğuna geçip uyumasını babaannem acaba nasıl karşılardı?
Kapı ziline oldukça benzeyen bir ses beni düşüncelerden sıyırdı. Bu gerçekten de bir kapı zili sesiydi. Üstelik hafızam beni yanıltmıyorsa bu benim evime aitti. Kuşun teki telaşla ötmeye başlıyor, sonra o ilk heyecanını kaybedip ağır bir tempoda devam ediyor ve nihayet çekingen bir edayla susuyor. Evet, ta kendisi. Bundan yaklaşık bir hafta önce de aynı sesi duyduğuma emindim. Kapıya doğru sendeleyerek yürüdüm.
“Kim o?”
“Benim ben.”
Kapının arkasındaki her kimse kuşkusuz doğruyu söylüyordu. Fakat bu ona kapıyı açmam için yeterli değildi. Soruyu yineledim.
“Kim?”
“Benim ben.”
Hafif çatallı, boğuk bir sesi vardı. Kırk beş ya da elli yaşlarında olmalıydı. Sesinde biraz buyurgan, biraz sabırsız bir ton vardı. Aslında bütün bu tanıma çabalarına gerek yoktu. Bu ev sahibimin sesiydi ve onu gayet iyi tanıyordum.
“Buyurun Hayati Bey?” dedim, sesim dönerci gibi çıkmıştı.
“Kirayı almaya geldim.”
Buraya kadar gelmesi için gayet yerinde bir sebepti. Fakat son beş aydır aynı hareketi yapıp herhangi bir sonuç alamadığı halde ısrar etmesi tuhaftı. Açıkça ortadaydı ki kirayı vermiyordum ama Hayati Bey istatistik biliminin ortaya koyduğu sonuçlarla zerre kadar ilgilenmiyordu.
“Şu an kirayı vermek için kendimi hazır hissetmiyorum,” dedim uysalca.
‘‘Bir zahmet kapıyı açar mısın?” diye iğneledi derin bir nefes verişten sonra.
Zemin katta müstakil girişe sahip dairede oturmanın en kötü tarafi işte bu. Bir apartmanın beşinci katında otursanız gelenin kim olduğunu apartman girişindeyken öğrenip o yukarı çıkana kadar zaman kazanabilirsiniz. Örneğin gelen kişi sevgilinizse aynanın karşısına geçip daha güzel görünmek adına hazırlanabilirsiniz yahut gelen silahlı biri ise ve sizi öldürme niyeti taşıyorsa ev aletlerinden ilkel silahlar yapmak veya yangın merdiveninden kaçmak için dolu dolu birkaç dakikanız olur. Ama kahretsin, müstakil girişli elli metrekarelik bir zemin kat dairede oturuyordum ve fena halde hazırlıksız yakalanmıştım.
Kapıyı yavaşça açtım, güneş teklifsizce ve hiç vakit kaybetmeden tam bir Alman disipliniyle gözlerimi kamaştırdı. Ev sahibim karşımda duruyordu. Seyrek beyaz saçları terden ıslanmış, yer yer örgütlenip alnına dökülmüşlerdi. Öfkesini gizlemeye uğraşıyor havası vardı Hayati Bey’de. Yüzüme bir böcekmişim gibi baktı. Acaba gerçekten de bir örümceğe mi dönüşmüştüm? Ev sahibimin bakışı, “Evet, sen gerçekten de trake solunumu yapan iğrenç bir yaratıksın!’’ diyordu. Fakat diğer taraftan ayakkabısını eline alıp kafama indirmek gibi bir eyleme girişmemişti. Ayrıca insanlar evlerinde yaşayan örümceklerden çoğunlukla kira istemezler. Üstelik bu, beş ay boyunca ödemeye yanaşmayan bir sekiz bacaklıysa.
“Beş ay oldu. Tam beş ay! Bir ev sahibi için beş ay boyunca kira alamamanın yaratabileceği yıkım hakkında bir fikrin var mı?” Öfkesine hafiften dokunaklı bir ton eklenmişti bu sefer.
“Hiç düşünmedim,” diye cevapladım.
“Bak, benim de kendime göre ödemelerim var. Elektrik faturam, su faturam, cep telefonum senden gelecek paraya bağlı.”
Birkaç saniye kıpırdamadan gözlerine baktım.
“Bu ödemeleri benden gelecek paraya bağlamamanızı tavsiye ederim. Nitekim kirayı ödemediğim açıkça ortada. Boşu boşuna mağdur olmanızı istemem. Öte yandan ben de kirayı ödeyemediğime çok şaşırıyorum. Ortada anlam veremediğim bir tuhaflık var. Bunun üzerinde kafa yoracağım.”
“Herhangi bir işte çalışmıyor olman sence bunun bir sebebi olabilir mi?” Gene iğneleyici üslubunu takınmıştı.
“Herhangi bir işte çalışmadığımı iddia etmek çok ağır bir itham olur,” diye cevap verdim kendimden emin bir tavırla. “Ben şu an pek çok iş yapıyorum. Sorun şu ki bunlar için bana herhangi bir ödeme yapılmıyor.”
Ümitsizce derin bir nefes alıp sesli biçimde verdi. “Ne zaman ödeyebilirsin?” diye sordu sessizce ve bıkkın bir tonda.
“Bu soruyu bana defalarca sordunuz, her defasında bilmediğimi söyledim. Size hiçbir bilimsel temele dayanmayan bir tarih sallayabilirim. Eğer bu sizi mutlu edecekse, hımmm, 17 Eylül diyelim. Ama dediğim gibi bu tamamen sallamak olur. Size en yakın zamanda, kirayı ödeyebileceğim tarihi söyleyebileceğim net bir tarih vermeye çalışacağım. Umarım biraz olsun rahatlamışsınızdır.”
Kafasını biraz kaldırıp gözlerime baktı. En ufak bir rahatlama belirtisi görünmüyordu. Hiçbir şey söylemedi, döndü ve kafasını iki yana sallayarak uzaklaştı.
Arkasından bir süre baktım. Kararlı biryapısı vardı. Muhtemelen şu ‘Üşenme, Erteleme, Vazgeçme’ veya ‘8 Dakikada Evet Dedirtme Sanatı’ kitaplarından okuyordu. Her gelişinden önce kitapları ona asla vazgeçmemesini öğütlüyordu şüphesiz. Atladığı şey o kitaplardan bende de bulunduğuydu. Ve benim okuduklarımda bunlara ek olarak birinden beş ay boyunca kira atamıyorsan hatayı biraz da kendinde araman gerektiği öğütleniyordu.
Kapıyı kapatıp odaya döndüğümde çayı demlemediğimi hatırladım. Allah kahretsin! Nasıl böyle bir hata yapmıştım. Telaşla mutfağa koştuğumda alüminyum çaydanlıktaki suyun kaynamaktan bıktığını ifade eden tıslamasıyla karşılaştım. Biraz daha geç kalsam çaydanlığın dibi tutacakmış. Yeniden su doldurup ocağın altını yaktım. Salona gelip tekli koltuğa yığıldım. Uyanalı bir saati geçmemişti ama şimdiden yorucu bir gün olmuştu. Yataktan kalkma, kahvaltı hazırlama, ev sahibiyle oldukça yoğun ve yıpratıcı bir kira sohbeti, üstüne üstlük çayı demlemeyi unutmanın ve bir örümceğe dönüşmüş olma ihtimalinin stresi… Sıkı bir tatile ihtiyacım vardı. Tatil içinse çalışmaya. Ama bir tatil yapmadan çalışacak durumda hissetmiyordum kendimi. Bu kısır döngü beni ayrıca yıprattı.
Özellikle son bir haftadır yoğunlaşan iş arama çabalarımın bende tükenmişlik sendromu adı verilen hastalığa sebep olduğunu hissediyordum. Elbette doktora gitsem banka hesabımda onurlu bir miktarda para olmadığından yaşadığım duruma tükenmişlik sendromu adını vermesi için birkaç bin lira daha para kazanmam gerektiğini söylerdi bana. Yıllık geliriniz, hastalığınıza isim verirken dikkate alınan bir ölçüt. Babası yılda seksen bin lira kazanan haşan çocuğa, annesinin bir miktar gururla bahsettiği hiperaktîf teşhisi konurken; babası işsiz olan haşarı çocuğa ise burada bahsedemeyeceğim ve tıpla uzaktan yakından alakası olmayan birtakım teşhisler konulabiliyor.
“Çocukların canı cehenneme, şu an düşünmem gereken daha önemli şeyler var!” dedim koltuğumda iyice yayılırken. Sonra bunun biraz ağır kaçtığını fark ettim. Çocukların suçu yoktu, maksadımı aşmıştım. Ayrıca düşünmem gereken daha önemli şeyler var, derken tam olarak neyi kastettiğimi de bilmiyordum. Çayı demlemek için kalkarken kendi kendime sözümü nasıl geri alabileceğimi düşündüm. Ortada özür dilenecek birilerinin olmaması üzücüydü.
2.
Ayağa henüz kalkmıştım ki çok ilginç bir hadise meydana geldi. Kapım, tarihte ilk defa aynı gün içinde ikinci kez çalındı. Zil kuşu yine heyecanla başladığı ötmesini ağır tempoda devam ettirip sonlara doğru sözleri unuttu. Kapıya doğru yürüdüm.
“Kim o?”
“Benim ben.”
Kapıların cep telefonlarına göre en olumsuz yönü buydu. Açmak zorundaydınız.
Ev sahibimi karşımda aynı şekilde buldum. Sadece biraz daha terlemiş ve biraz daha kaygılı görünüyordu.
“Eve doğru yürürken biraz önce yaptığımız konuşmada kiranın ödenmesi noktasında belirgin bir ilerleme kaydetmediğimizi fark ettim,” dedi, önceden hazırlanmış bir cümleye benziyordu bu. Devam etmesi için ona firsat verdim.
“Bak, eğer evimin kirasını ödeyemiyorsan,” dedi, alnında sayıları gittikçe artan saçlarını eliyle olmaları gereken yere doğru iterken, “kirasını ödeyebileceğin daha uygun bir eve taşınmaya ne dersin?”
“Böyle bir evin varlığından şüpheliyim,” dedim kararlı bir tonda.
“Nasıl yani?” diye sordu hayal kırıklığıyla.
Çünkü bu imkansızdı. Üsküdar’da kirası bundan daha uygun bir ev yoktu. Küçüktü, bakımsızdı ve çirkindi. Bu daire için gazeteye ilan verilecek olsa dürüst bir emlakçı şunları yazardı:
“Metrobüse olabilecek en uzak mesafede, deniz manzarası olmayan, ısı yalıtımı bulunmayan, kapılan 1973’te değişmiş, içi bakım isteyen, badanası yapılmamış, aile apartmanı olmaktan son derece uzak, site içerisinde olmayan, ebeveyn banyosuz, ulaşım sorunu olan, sobalı, krediye uygun olmayan, görülmeye değmez 1+0 daire. Not: 1+0’daki ı’den çok emin değiliz, düşündüğünüz gibi bir 1 olmayabilir.”
Elbette bu ilanı hiçbir zaman gazetede göremezdiniz zira dürüst emlakçıların tamamına yakını iflas edip başka sektörlere atılmışlardı. Fakat bu yaprak dökümü emlak sektöründe çok çok küçük, bilimsel formüllerde ihmal edilebilir diye nitelenen bir azalmaya sebep olmuştu. Daha açık konuşmak gerekirse tek bir iflas yahut sektör değiştirme vakası yaşanmamıştı.
Bütün olumsuzluklar bir yana ev aşırı derecede küçüktü. Elinize bir elektrikli süpürge alıp evin tam ortasında bir sandalyeye oturduğunuzda yerinizden kalkmadan bütün daireyi temizleyebilirdiniz. Apartmanın planım çizen mimar, söylenenlere göre, burayı iki araçlık bir garaj olarak düşünmüş fakat binayı yaptıran adam inşaat tamamlandıktan sonra içine birkaç kapı ve musluk ekleyerek gelir…