Araz | Kahraman Tazeoğlu | Birazoku


araz-kahraman-tazeoglu-destek-yayinlari“Ayrılığı seçtin mi her şeyi götüreceksin yanında. Geriye hiçbir şey kalmayacak. Söylenmemiş sözler kalmamalı bıraktığın yerde ki ben en çok onları duydum. Gittin mi adamakıllı gideceksin. Hiçbir özlem kalmayacak dönüşleri emziren. Demem o ki dönecekmiş gibi gitmeyeceksin. Büyük git gideceksen uçsuz bucaksız, dursuz duraksız git. Telefonun numaraları sesime düşmemeli, yolların yoluma değmemeli. Hiçbir anıya, hiçbir dizeye, hiçbir şarkıya yenilmemeli ayrılık. Şiirler okununca unutulmalı, hasret dokununca uyutulmalı.
Gece inmişken ayak parmaklarına kadar, yahut gün doğarken… Yatağının diğer yastığındaki boşluk tecavüz ederken gözlerine, ne bileyim tek başına yiyeceğin sofrana iki kişilik servis açtığında susacaksın, duracaksın… Gitmenin hakkını vereceksin.

Ayrılık gurur duymalı seninle. Gidensen, sözün ayaklarına geçiyorsa, ayakların yakınımdan geçmeyecek! Ayrılığı seçtin mi büyük olacak ayrılık! Ayrılığı seçtin mi?…

***

1

Yalnızım, çünkü sen varsın…

Beni bir gün yakalayacağını bildiğim gerçekten kaç­mak ne kadar trajik, öleceğini bilip, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak… Ölüm hep akimdayken nasıl yaşar ki in­san? Ayrılıkların da ölüme benzeyen bir yanı var. Birazdan ölüme benzeyen bir şey yaşayacaktık. Yolların tükendiği noktaya gelmiştik. Yan yana ama iki yabancı gibi yürüyor­duk. Adımlarımız savruk, yürüyüşümüz tutuktu. Arada bir omuzlarımız birbirine değiyordu. Ellerim cebimdeydi. Bana ayrılmamız gerektiğini söyleyeli yaklaşık beş dakika olmuştu. Benim için uzun, onun içinse çok kısa bir yoldu yürüdüğümüz. Benim adımlarım yolu bitirmek istercesi­ne hızlıyken, onun adımları adeta geri geri gidiyordu. Bir­likte yürümek zorunda olduğumuz mesafenin bir an önce bitmesini istiyordum. O ise yolu daha da uzatmanın türlü zahmetlerine giriyordu. Keşke yaşamak zorunda olduğum şu anın sadece sonunu görseydim. Onu bir taksiye bindi­rip, kapısını kapattığım an… Yani son uğurlama. Ama bi­razdan anılarımızla dolu koruluktan geçerek, hep gülerek yürüdüğümüz yolu kat edecektik. Son kez yürüyeceğimizi aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz bu yol acıtacaktı bizi. Bu ânı yaşamak istemiyordum. Gözümü açıp kapata­yım ve o istemediğim dakikalar bitmiş olsun istiyordum. Ondan daha güçlü görünüyordum. Yol ile mücadeleye vermiştim kendimi. O ise omuzları çökük, gözünde sak­lamak zorunda olduğu yaşlarla, arada bir yüzüme bakarak yürüyordu son kez gittiğimiz yolda. Gözlerine hiç bakma­dım; bakamadım… Aramızda giderek kalınlaşan bir ses­sizlik duruyordu. İçinde araba kornalarını ve şehrin tüm seslerini saklayan, için için ağlayan bir sessizlik. Bu yolun sonuna varabilecek miydim?..

Son sözü “hoşçakal” oldu ve gitti… Bir trafik lambası­nın altında öylece durdum. Ardından bakmadım. Ağla­madım. Bir boşluğa düşer gibi oldum sadece. Hepsi bu… Şehirde akşam telaşı yaşanıyordu. Trafik hızla akıp gider­ken, ışıklı neon lambalarının altından dalgın bir şekilde yürüdüm. Köşedeki dilenciye bende kalan son hatırasını; cüzdanımdaki fotoğrafını verdim. Zavallı kadın ne oldu­ğunu anlayana kadar çoktan uzaklaşmıştım oradan. Acaba bindiği takside yüzünü saklayarak ağlıyor mudur şimdi?..

“Giden” olmasına rağmen, asıl terk edenin ben olduğunu bilerek yaşayacak artık. Kendisiyle hiç uzlaşmayacak bu yüzden… Bir aynadaki sen aracılığıyla diğer bir aynadaki “sen’e bakarken, aynalardan birine yaklaşırken ötekinden uzaklaşırsın ya hep “görebilmek” için… İşte öylesi bir uzlaşamayıştır bu. Bir küçük, bir büyük ayna yaratır böyle- si bir cehennemi. İki suretini uzlaştıramazsın birbiriyle. Bir açıdan kendini görebilmen, diğer bîr açıdan kendini yitirmene bağlıdır. “Görebilme”nin bedelidir bu. Suretler birbirlerini yiyerek yaşayabilir böylece…

Ama o, kendini bulabilmek için beni kaybetmeyi seçti­ği halde kendini de kaybedecek koskoca bir hiçlikte.

Başkalarını sonsuzluğa uğurlarken, bir yanımızı da gönde­riyoruz onlarla. Sonraları kendimizin olacak bir kendimiz kal­mıyor geriye, bize… O, bunu zamanla öğrenecek, biliyorum. Za­manla benim de beynimde silikleşecek sureti. Dilenci kadının insafına bırakılmış bir fotoğraf kalacak ondan geriye. Kaderinin ne olduğunu hiç bilemediğim…

Böyle zamanlarda uzak kentlere gidip, hiç bilmediğim kıyılarda dolaşmak isterim. Şiir yazmak ve sadece kendi­me okumak… Beni bana yalnızca ben anlatabilirim. Gizle­diğim, maskelediğim yüzümün arkasındaki gerçeği sadece ben biliyorum çünkü… O gerçek ki en korktuğum, yüz­leşmeyi hep ertelediğim… bana ait olan… Kışı aldatarak erken inen baharların olduğu bir kent var mıdır acaba?

Birden o uzak sahil kasabası geliyor aklıma. Oraya gitmek ne iyi gelirdi şimdi. On yedi yaşımın sahil vurgunu aşkına. Ağlamaktan ve yanmaktan utanmadığım devrik aşka… Araz’ıma…

Bir ara sokakta yürürken bunları düşünüyorum ki, yü­rümek düşünmektir biraz da.

Her gece sahili el ele dolaşır, yıldızları sığınak yapar­dık karanlığımıza. Kent hikayeleri uydururduk birbirimi­ze. Büyük şehirlere gitmenin özlemi vardı içimizde. Kısa hayatlara uzun cümleler kurardık. Bir keresinde yüzüme gülümseyerek bakıp, “Batı cephesinden sesler geliyor mu hâlâ evlat!..” demişti. Ona anlattığım bir hikayeden, unut­madığı tek replikti bu.

O sahil kentinde, kim bilir şaşırmadan sayabildiğimiz kaç martıyı gömmüştük geçmişimize?.

Gündüzleri, şimdi adını bir türlü hatırlayamadığım o eski şarkıyı söylerdi hep. “…çıplak ayakların kamlar üze­rinde izleri olmayınca…” Koynunda sakladığı balıkları martılara çaldıran deniz, ayaklarımızı yıkardı her gün do­ğumunda. Beyaz elbisesi ile başakların savrulduğu tarla­dan tepeye doğru koşarken hatırlıyorum onu. Dursa sanki başaklar kuruyacaktı. Ben tepede onu bekliyordum. Bir melek gibi süzülüyordu tepeye gelirken. Ona bakmak bir hayatı unutmaktı; unutulmuşken hayatın bir yerlerinde…

O sahil kasabası ve rüzgârtepesi asıl yüzümüz oluyor­du hep. Utangaç rüzgârlar sessizliğimizin üstünden ge­çiyordu. Çimenlere uzanıp gökyüzünü seyre dalıyorduk akşamlan. O günü hiç unutmuyorum. Karşımda durup, “Meğer ne çok sevmişim seni!” dedi ve başını öne eğdi. Ayağa kalktım ve ona doğru yaklaştım. Titreyen çenesine dokunarak başını yukarı doğru kaldırdım. Yüzüme yalva­rır gibi bakıyordu. İri, siyah gözleri buğuluydu. Yanaklarındaki yaşları ellerimle sildim. Rüzgâr uzun, siyah saçla­rını yüzüne doğru savururken, birkaç saç teli yüzündeki ıslaklığa yapıştı.

“Ne oldu Araz’ım?” dedim. “Biliyor musun” dedi, “Seni ne kadar çok sevdiğimi biri seni sevince anlayacaksın…” İçimi yakan buğulu sesiyle devam etti. “Bir gün gidersen, beni ‘kaldığına’ inandırarak git. Ben ancak, gitmediğine inanarak yaşayabilirim. Çünkü seni beklemek için, önce gittiğine inanmam gerek…”

“Bunları nereden çıkarıyorsun şimdi?” dedim. “ Acıyan yanlarıma iyi gelen her şeysin sen. Nasıl giderim?..” Ellerini tuttum. Tepenin sonundaki küçük uçuruma doğru koşmaya başladık. Koşarken “Bu gemi nereye gi­diyor ustaa!” diye bağırıyordu. En sevdiğimiz oyundu bu. O küçük uçurumun kenarına kadar koşup, tam ucunda durmak… Durduk ve rüzgârın uğultusu kulaklarımızda yankılanırken birbirimizin yüzüne baktık. Büyüyorduk ve ne zaman bir vapur düdüğü duysak kimsesizlik çöküyordu içimize. “Bir gün el ele ölebilecek miyiz?” dedi.

İstanbul giderek tenhalaşırken, büyük parkın yanından geçip, eve doğru yürüdüm. Neden hep birinden ayrıldığım­da aklıma gelirdi Araz? Bana onu hatırlatan şey neden hep “ayrılık” oluyordu? Ve neden birinden ayrıldığımda hep onu görebilmek arzusu yerleşiyordu içime? Sanki birazdan yan sokağın köşesinden karşıma çıkacakmış gibi geliyordu. Oysa o şimdi çok uzaklarda bir yerlerdeydi. Yüzü yine in­sanın aklını başından alacak kadar güzel kalmış mıdır aca­ba? Yoksa yıllar acımasız oyununu ona da mı oynadı? Bak­tığım her yüzde onu aradım. Başkalarında hep onu sevdim. Ve her defasında ona benzemedikleri için hayatıma giren herkesi terk ettim. Aslında bunca terk ettiğim hep Araz’dı belki… Meğer ne çok terk etmişim onu; ne çok severken…

Sevdiğim bütün yüzleri üst üste koyduğumda bile onun yüzü kadar güzel bir şey çıkmıyordu ortaya. Akşamlar, onun ellerine benzeyen bir hüzünle geliyordu kentime ve ben biriktirdiğim geceleri yalancı gündüzlere sarıp sakla­maya çalışıyordum hep.

Geceler hiç gecikmiyor bu kentte. Geceler siyah bir üşümek oluyor. “Yalnızız. İkimizin de sıcağı öksüz artık! Hayatı yaşanır kılmak adına, yalancı süslerle bezemeye çalışıyoruz. Yarınlara ikinci el mutluluklar ısmarlıyor, her yarını dün ettiğimizde koca bir hiçle uyanıyoruz. Olma­dık insanlarla üç kuruşluk sohbetlere oturuyor, tebessüm bile etmeyeceğimiz şeylere kahkahalar atıyoruz. Ama merhametimizin adı zaman… Tutkal kıvamında susuşları, yalnızlığın keskin tineriyle inceltip, kendi kendimize mı­rıldanmalara çevirdiğimizde, dudaklarımızdan dökülen yalnızca ‘Ne yaptım?’ Belirsiz bir zamire sürüldük… Aşkın hiçbir eylemi çekilmez bu zamirle!”

Eve ne zaman geldim ve yazı masama ne zaman otur­dum bilmiyorum. Ellerim hızla klavyenin üzerinde dans ederken buldum kendimi. Kafamı kaldırıp bakmıyorum bile bilgisayarımın monitörüne. Ne yazdığımı görmek is­temiyorum. Sadece yazıyorum. Deli gibi yazıyorum. Yaz­dıklarımın ne olduğunu bilmeden yazıyorum. Araz’a mı yoksa fotoğrafını bir dilenciye verdiğim kıza mı yazdığımı bilmeden yazıyorum. Çok uzun zamandır böylesine me­lankolik bir havayla yazmamıştım.

Bir an durup kendimi sorgulamaya başlıyorum. İçimde birikenlerin dışarı çıkması için bana neden hüzün gere­kiyor? Neden sadece hüzünlü olduğum zamanlarda ya­zabiliyorum? Yazabilmek için mi hüzünler yaratıyorum kendime, yoksa hüzünlü olduğum zamanlar mı bana yaz­dırıyor? Neşeli olduğum günlerde neden tek bir şiir bile yazamıyorum? Kafam çatlayacak gibi oluyor. Bir sigara yakıp yazmaya devam ediyorum. Hafif bir müzik beni alıp götürüyor uzaklara. Sezen Aksu söylüyor; “ah İstanbul, İs­tanbul olalı hiç görmedi böyle keder / geberiyorum aşkın­dan, kalmadı bende gururdan eser…”

Bir türlü bitiremediğim romanımda yarattığım karak­terin ne kadar ben olduğunu düşünüyorum. “Sesine uyku kaçmış adam…” Evet! Sesine uyku kaçmış adam ne kadar bendim? Cebinde son sözü yazılmamış bir intihar mektu­bu taşıyan adam…

“Sakar bir intihardan düştüm hayata / yaşıyorsam / sa­karlığımdan” diye başlıyordu satırlar. O mektubun devamı hiç gelmedi.

Sabaha kadar yazdım, yazdım, yazdım… Yazdığım her şeyde yine Araz var. Ya da yazdığım her şey Araz.. Ah! Araz… “Yalnızlığa en büyük düşman senin yokluğun. Var­lığını inkar edecek bir yokluk, yokluğunu yok sayacak bir varlık yok. Ben seni unutmak için sevdim! Hatırlamak için nefret ettim. Sen beni sevmek için unuttun! Nefret etmek için hatırladın…”

Hep o ayrıldığımız gün bana söylediği sözler geliyor aklıma. Son sesli sözcükleriydi beyin bültenlerimde patla­yan… “Ayrılığı seçtin mi her şeyi götüreceksin yanında. Ge­riye hiçbir şey kalmayacak. Söylenmemiş sözler kalmamalı bıraktığın yerde… Ki ben en çok onları duydum… Gittin mi adamakıllı gideceksin. Hiçbir özlem kalmayacak dönüşle­ri emziren. Demem o ki, dönecekmiş gibi gitmeyeceksin. Büyük git gideceksen, uçsuz bucaksız, dursuz duraksız git. Telefonun numaraları sesime düşmemeli, yolların yoluma değmemeli. Hiçbir anıya, hiçbir dizeye, hiçbir şarkıya ye­nilmemeli ayrılık. Şiirler okununca unutulmalı, hasret do­kununca uyutulmalı. Gece inmişken ayak parmaklarına kadar yahut gün doğarken, yatağının diğer yastığındaki boşluk tecavüz ederken gözlerine, ne bileyim tek başına yiyeceğin sofrana iki kişilik servis açtığında susacaksın, duracaksın… Gitmenin hakkını vereceksin. Ayrılık gurur duymalı seninle. Gidersen, sözün ayaklarına geçiyorsa, ayakların yakınımdan geçmeyecek! Ayrılığı seçtin mi bü­yük olacak ayrılık! Ayrılığı seçtin mi?..”

Oysa ki döneceğime yeminler ederek gitmiştim. Birlikte git­menin hayallerini kurduğumuz o şehre, şimdi onu buralarda bırakarak gidiyor olmanın mecburiyetiydi beni yakan. İstanbul gibi bir şehirde, o şehre benzeyeceğimi nerden bilebilirdim? Bir akşamüstü, hayalimizdeki şehirde bir üniversiteyi kazanmanın coşkusuyla ondan ayrılmanın hüznünü aynı anda yaşadığım o gün; neyi, ne yapacağımı bilmezken çıkmıştık rüzgârtepesine. Ferahlatıcı rüzgârlar esiyordu kuzeyden. “Sen benim hiç gitme­yecek olan kahramanım değil miydin?” diye sordu. “Dönmek için gidiyorum Araz’ım” dedim. Sustu.

Parka doğru yürümeye başladık. Her zaman oturduğu­muz banka oturduk. İkimiz de susmuştuk. Aramızda kalın bir hüzün bulutu vardı. O bulut, söylenmemiş nice sözleri saklıyordu berisinde. Sessizliği, kulağına fısıldadığım şii­rimi bozdu.

“Böyle bir son zor gelir elbet / bilirim nasıl yakar kavurur seni / hüzünler boynunda yağlı bir ilmek / düşüncen bir idam mangası gibi / ne olur bildiğin gibi kalayım sende / göreceksin doğrunun özü oldu gidişim / sen için bensizliği ne olur dene / bu benim bir doğruya en hüzünlü varışım / şimdi sen hiçbir şeyi hayra yormazsın / bilmezsin ki bu gidiş hangi hayra vara­cak / öyle bir çiçeksin ki gidersem hiç solmazsın / gidiyorum / ardımdan çiçek orman olacak…”

“Senin en büyük silahındır şiirlerin. Ya şiir gibi konu­şursun, ya da şiir yazarsın… keşke biraz da şiir gibi ya- şasaydın. Yaşasaydık…” dedi. “Sana yazamadığım her şey şiire dönüşüyor bende. Sana hiçbir şey yazıyorum suskun­luklarımda. En sessiz şiirimi haykırdım şimdi” dedim.

Benzer İçerikler

İmparator

yakutlu

4N1K-2 – On ikiden Sonra – Büşra Yılmaz – Online Kitap Oku

yakutlu

İstanbul’da Bir Yabancı | Halide Edib Adıvar

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy