Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet… Tarlabaşı’nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul’un en gözde yeri olan Beyoğlu’nun hazin hikâyesi.
Karanlık… Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke…
Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. “Kadınlar,” diyor bir ses zihninin derinliklerinden… “Kadınlar, onlarla oynayamazsın… Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun.” Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün… Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. “Kadınlar,” diyor o ses yine, “Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder.”
***
Karanlık… Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın sesleri, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke… Onu tepeden tırnağa titreten, tepeden tırnağa kuşatmış olan öfke… Belki geçtiği bu karanlık sokağın, bu yıllanmış semtin bile farkında değil. Ne şehrin debdebeli günlerinden kalma bu yaşlı mahallenin, ne bu unutulmuş sokağın, ne bu soğuğun ne de bu gecenin* Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, ha bire sıkıyor.
“Kadınlar,” diyor bir ses zihninin derinliklerinden, “Kadınlar, onlarla oynayamazsın… Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun.” Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün… Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden, ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. “Kadınlar,” diyor o ses yine. “Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder.”
Derin derin nefes alıp kovuyor zihnindeki sesi. Sesle birlikte kadınların görüntüleri de kayboluyor. Ciğerlerine dolan ağır kömür kokusu öksürtüyor onu. Bir küfür yükseliyor boğazından, vazgeçiyor, ne yaran olacak ki? Biraz daha hızlandırıyor adımlarını. Hem de nereye gittiğini bilmemesine rağmen. Hem de çare olmayacağını bile bile. Geniş adımlan gergin, yumruklan sıkılı, sağ gözü seğiriyor. Bir tek onun farkında. Belki de o sebepten daha çok hiddetleniyor. Hiçbir zaman sahip olamadı şu sağ gözüne, sinirlenince hep seğirir… İnsanoğlu neden bu kadar zayıftır ki?
Bu karanlıktan kurtulsa, kalabalığın çılgınca dalgalandığı İstiklal Caddesi’ne ulaşsa… Belki renkler, ışıklar, sesler, çekip çıkaracak onu düştüğü bu mutsuzluk kuyusundan. Kendini, yeni yılın gelişini kutlayan o eğlence manyağı güruhun içine atsa… Belki bitecek bu kıskançlık, bu nefret, ruhunu ele geçiren bu boşluk… Nemli rüzgâr alıp götürecek belki hepsini. Belki Zürih’teki gibi olacak… Gençliğindeki gibi… Gölün kenarında yaptığı gece yürüyüşlerinde olduğu gibi. Bu Allahın belası şehre gelmeden önceki gibi…
O anda duyuyor sesi. Arnavutkaldırımında yankılanan adımlar. Emin olamıyor onca gürültünün arasında. Evet, ayak sesleri. Yoksa kendi adımları mı? Hızını düşürmeden kulak kesiliyor. Sokağı, karanlığı, geceyi dinliyor. Ömürlerini çoktan doldurmuş bu evlerin, çürümüş mezar taşlarını andıran duvarlarında yankılanan ayak seslerini. Temkinli, dikkatli, sinsi biri tarafından atılan adımlann tekinsiz seslerini. Evet, biri var arkasında. Gölgesini gölgesine, nefesini nefesine ayarlamış, bedeninin tek bir kıpırtısını bile kaçırmadan adım adım onu izliyor.
Yoksa o gün gelip çattı mı? Yoksa kâbuslarının hakikate dönüşeceği zaman, şimdi mi, bu an mı? Ama tuhaf, içinde bir sevinç beliriyor. Evet, apaçık hissediyor karnından yükselen sevinci. Neden olmasın? Belki de en hayırlısı bu. Böylece sona erer yıllarca süren bu işkence… Böylece günahlarının kefaretini ödemiş olur. Hiç beklemediği anda aniden bütün ruhunu ele geçiren bu teslimiyet hoşuna gidiyor. Katilinin yaklaştığını, silahının horozunu kaldırdığını, tetiğe dokunduğunu, büyük bir patlamayla öne doğru savrulduğunu yaşar gibi oluyor, hatta ağzındaki kanın tadını bile duyuyor.
Ama çok kısa sürüyor bu kabulleniş, yaşama isteği yeniden ağır basıyor. Kıskançlığı, öfkesi, aşk için duyduğu kahır, hızla hayata döndürüyor onu. Hayır, henüz değil. Ölmek için henüz erken. Amcasından duyduğu o sözler geliyor aklına, pala bıyıklarını sıvazlarken, tuhaf bir sesle mırıldandığı o sözler: “Benim anam ağlayacağına onunki ağlasın.”
Yavaşça paltosunun düğmesini açıyor, sağ eli kemerine uzanıyor. Kabzanın insana güven veren soğukluğu, kısa bir an yitirdiği öfkesine yeniden kavuşturuyor onu. Hep olduğu gibi mermi namluya sürülü. Tek yapması gereken, dönüp ateş etmek. Ama sakince, elleri titremeden, hedefi şaşırmadan… Daha önce defalarca yaptığı gibi. “Benim anam ağlayacağına onunki ağlasın.” Sımsıkı sarılıyor kabzaya, usulca çekiyor tabancayı, hızla dönüyor ama silahını doğrultamıyor bile. Sert bir rüzgâr çarpıyor sol tarafına. Sessiz, ama güçlü bir rüzgâr. Rüzgârın estiği yöne bakıyor. Biri dikiliyor karanlıkta. Çok iyi tanıdığı biri. Gülümsemeye çalışıyor karanlıktaki katiline. “Biliyordum,” diyor arnavutkaldınmının üzerine yıkılmadan önce. “Biliyordum…”
“Katili daha çabuk davranmış anlaşılan”
Polisin kâbusu, yılbaşı geceleridir. Herkesin gülüp eğlendiği, mutlulukla dans ettiği o gece, bizim için korkunç saatler demektir; öğleden sonra başlayıp yeni yılın ilk günü ışıyıncaya kadar süren, bir türlü bitmek bilmeyen kanlı, karanlık bir kâbus… Hiç şaşmaz, mutlaka bir vukuat çıkar. Mutlaka bırileri ateş eder, birileri bıçağını çeker, birileri binlerini öldürür. Bugüne kadar hep böyle olmuş, bundan sonra da böyle olacaktır. îşte bu yüzden izinler kaldırılır, bütün teşkilat diken üzerindedir. İnsanlar lüks restoranlarda, gece kulüplerinde, ama çoğunlukla da evlerinde aileleriyle, sevdikleriyle baş başa eğlenirken biz polisler sıkıcı karakollarımızda güya küçük kutlamalarla yeni yılın gelişini karşılarız, hepimizin canı sıkkındır, dahası telsizden her an gelebilecek anons nedeniyle hepimiz tetikteyizdir. Ama tuhaftır, bu gece zaman akıp gitmiş, birkaç yaralama olayının, özellikle Taksim’de her yılbaşı görülen taciz rezaletlerinin dışında kayda değer bir vukuat olmamıştı. Belki de bu gece istisnaydı, bu yılbaşı gecesi kimse kimseyi öldürmeyecekti. Belki katiller ara vermişlerdi bu gece işlerine… Tam da umutlanmaya başlarken geldi anons; Ali ayakta, masanın üzerinde unutulmuş frambuazlı pastanın son kırıntılarını atıştırır ken, ben kahvemi yudumlarken… İşte tam o anda bildirdi yeni yılın ilk cinayetini telsiz…. Tarlabaşf nda bir erkek cesedi bulunmuştu.
Beyaz bulutların arasında bir görünüp bir kaybolan ayın solgun parıltısıyla aydınlanan sokakta ayrıntıları seçmek güçtü. Devriye arabasının yanıp sönen kırmızı, mavi ışıkları olmasa ne cesedi ne de başında dikilen iki polisi görmek mümkün olacaktı. Birkaç adım yaklaşınca görüntü iyice belirginleşti; Tarlabaşılılar Kulübü yazan ışıksız tabelanın altında yatıyordu ceset, Beyoğlu’nun sıvalan dökülmüş, şu yorgun binalarından birinin önünde. Göğsünün sol tarafında, tam kalbinin hizasındaki kan lekesi, açık renk paltosunun üzerinde kocaman bir çiçek gibi duruyordu. Sağ elinde sımsıkı tuttuğu Beretta’nın gümüş kaplaması, polis arabasının ışığında belli belirsiz parıldıyordu. Geldiğimizi fark eden üniformalı iki meslektaşımız hazır ola geçmişlerdi bile, ama onları umursamadı Ali, gözleri yerde yatan adamın elindeki tabancaya kilitlenmişti. Hiçbir açıklama yapmadan, cesede doğru eğildi, ellerini yere koyarak tabancaya dokunmadan namlusunu kokladı.
“Ateş etmeye fırsat bulamamış,” diye mırıldandı başını kaldırmadan. “Katili daha çabuk davranmış anlaşılan.” Şimdi maktulün göğsündeki kan lekesine bakıyordu. “Tek darbede bitirmişler işini.’
Böyle sonuçlara varmak için çok erkendi. Kurbanın başında dikilen polislere döndüm:
“Siz mi buldunuz?”
“Biz bulduk.” Çelimsiz olanıydı konuşan; bir adım öne çıkmıştı. “Biz bulduk Nevzat Başkomiserim.” Demek tanıyordu beni. “Bir saat kadar önce… Buraları kontrol ediyorduk. Geçen yılbaşı bir tecavüz olayı yaşanmıştı da… Bu yıl da aynı vaka olmasın diye… Gezerken gördük… Sızıp kalmış sarhoşlardan biri zannettik… Yaklaşınca anladık öldüğünü…”
Meslektaşımızın açıklamalarını dinlerken maktulü izlemeyi sürdürüyordum. Kan mı, salya mı olduğunu kestiremediğim koyu bir sıvı ağzının kenarından süzülerek boynuna kadar inmişti. Yakışıklı bir adamdı; düzgün bir burun, kalın, biçimli kaşlar, koyu renk bir bıyık, kirli bir sakalın süslediği genişçe bir çene. Ölünün solgun çehresinden, bizim memurun yorgun gözlerine döndüm.
“Kimseyi gördünüz mü yanında?”
“Yok, görmedik, kaçan birilerine de rastlamadık. Gecenin üçünde kim olur ki burada?”
Hiç düşünmeden, soluk bile almadan ardı ardına sıralamıştı kelimeleri.
“Ya şurada?” dedim Tarlabaşılılar Kulübü yazan tabelanın asılı olduğu birinci katı göstererek. “Orada da kimse yok muymuş?”
“Yokmuş.” Yine hiç tereddüt etmeden konuşuyordu, o dakikalarda burada bulunmadığı halde olan bitenden son derece emin biri gibi. “Bu gece de saat birde kapanmış kulüp.”
inanmayan gözlerle süzdü adamı, ayağa kalkan Ali.
“Ne kulübüymüş bu?”
“Kulüp işte…”
Rahat görünmeye çalışıyordu, ama sesindeki tedirginlik, onu ele veriyordu.
“Anladık da ne yapıyorlar bu kulüpte?”
Zayıf meslektaşımız yutkundu, az önceki güveni kaybolmuştu.
“Semt sakinleri akşamları bir araya geliyorlar işte… Eğlenmek için yani. Okey, briç filan da oynuyorlar…”
“Okey, briç, poker…” diye sarakaya aldı yardımcım. “Kumar desene şuna.”
Artık muhabbete katılma zamanım gelmişti.
“Yoksa kumar oynanmasına göz mü yumuyorsunuz?”
Süt hırası polisin dili damağına dolaştı.
“Yok Başkomiserim, ne kuman?”
“Kumar değil Başkomiserim,” diyerek yardıma yetişti uzun boylu arkadaşı. Vücudunun orantısız bir görünümü vardı; bacakları kısa, gövdesi iriydi ama dengeyi bozan asıl uzvu kafasıydı. Taktığı resmi şapkayla iyice irileşen başı o kadar kocamandı ki, sanki omuzlarının ortasına sonradan yerleştirilmiş duygusu veriyordu, “öylesine, eğlence amaçlı oynuyorlar. Kumar olsa izin verir miyiz!” Konuşurken küçük bir mağara gibi açılan karanlık ağzından, kül rengi buharlar çıkıyordu.
“Vermez misiniz?” diye üsteledi Ali. Üşümüş olacak ki ellerini lacivert paltosunun cebine sokmuştu.
“Vermeyiz.” Bakışlarını bir an olsun kaçırmamıştı iri kalalı polis. Az önceki üflesen yıkılacak meslektaşı gibi çekingen değildi, hesaplı bir soğukkanlılık içindeydi. “Niye verelim Komiserim?”
Mesele çıkarmak için bahane arayan yardımcımın beklediği fırsat ayağına gelmişti ama sorum durdurdu onu.
“Bu kulüpte daha önce benzer bir vukuat oldu mu?”
“Cinayet mi? Yok Başkomiserim, hiç olmadı. Ufak tefek kavgalar çıkıyor tabii, her yerde olduğu gibi. Ama öyle silahla yaralama filan, hele ölümle sonuçlanan vukuatlar olmadı hiç.”
Nedense inandırıcı gelmedi sözleri, ama şimdi üsteleyecek halim yoktu. Yeniden cansız bedene çevirdim bakışlarımı.
“Kimliği belli mi?”
“Evet, Başkomiserim.” Konuşmaya başladığına göre, rahatlamış olmalıydı zayıf polis. Plastik koruması yıpranmış bir nüfus kâğıdı uzattı. “Engin Akça.”
Kimliği alırken sordum.
“Tanıyor muydunuz adamı?”
Duraksadılar, yutkundular, birbirlerine baktılar, ama açıklama yapmadılar.
“Sizin karakola gelmişliği filan yok yani…”
İlk toparlanan koca kafalı oldu.
“Yok, gelmişse bile hatırlamıyorum. Burası Beyoğlu Başkomiserim. Sizde görev yaptınız, bilirsiniz. İpsizi sapsızı, nelerle uğraşıyoruz her gün.” Arkadaşına sordu yalandan. “Sen hatırlıyor musun?”
“Hayır. Belki de gasp kurbanı filandır… Parası için öldürmüşlerdir…”
“Peki, bu tabanca ne?” Sağ elini cebinden çıkarmış, silahı gösteriyordu Ali. “Süs olsun diye mi taşıyormuş bunu yanında?”
Asla sinirlenmeyen polisin elbette buna da bir cevabı vardı:
“Nerden bilelim Komiserim? Kim bilir neden taşıyordu?”
Eh, artık patlayacak derken, bu kez de sokağın öteki ucundan gelen sesler durdurdu Ali’yi. Darbuka, keman sesleri… Neşeli ama yetersiz bir koronun ağzından dökülen eğlenceli bir şarkı:
“A be kaynana, n’aptın bize… N’aptın bize… Kaçıyoz işte… Kaçıyoz işte…”
Yakınlardaki bir meyhaneden çıkmış olmalılardı. Yılbaşı eğlencesini abartan bir müşteri çalgıcıları önüne katıp eğlenceye sokakta devam etmek istemişti anlaşılan. Ama âlem çok sürmedi, devriye arabasını görünce çalgılar sustu, şarkı söndü. Bizi fark etmişlerdi. Hayır, müşteri filan yoktu, on altı, on yedi yaşlarında üç sokak çocuğuydu bunlar… En az iki beden büyük bir paltonun içinde kaybolan, kıvırcık saçlının elinde keman; üzerinde sadece dizlerine kadar inen büyükçe bir kazak olanın koltuğunda bir darbuka vardı, kırmızı deri ceket giyenin enstrümanı yoktu, yine de en ilginç görünen oydu: Kırmızı ceketi kadar, sağ gözünü kapatan siyah bant da hemen dikkat çekiyordu. Sağ gözü görmüyor olmalıydı. Belki de değildi, sadece aksesuvar olsun diye takmıştı bu korsan bandını. Belki de bu küçük grubun şarkıcısı oydu, ama iki arkadaşı gibi o da derin bir sessizliğe bürünmüştü, öyle ya. yılbaşı da olsa sabahın üçünde bir arka sokakta şarkı söyleyip göbek atarken polise yakalanmak hiç de hoş bir durum değildi. Gözlerine far tutulmuş ürkek tavşanlar gibi oldukları yerde kalakalmışlardı. Ayaza dönüşen sert rüzgâr. Tak sim Meydanı’nda hâlâ çılgınca eğlenen insanların uğultuya dönüşmüş seslerini taşıyordu sokağa. Ama hareketsizlik çok sürmedi, usulca kıpırdanmaya başladı çocuklar. En cesurları kırmızı ceketliydi, tek gözünü üzerimize dikerek, küçük adımlarla bize yöneldi, arkadaşları da onu izlediler. Kırmızı ceketli önde yürüyordu, ama cesedi ilk fark eden kemancı oldu. Hiç korkmadı, aksine büyük bir merakla yaklaştı ama görür görmez şaşkınlıkla bağırdı.
“Engin… Engin Abi ya bu…” Panik içinde darbukacıya döndü. “Keto lan. baksana Engin Abi’yi öldürmüşleri”
Keto kesin bir ifadeyle başını salladı.
“O değildir. Engin Abi’yi vurmak kolay mı oğlum? Ona kimse bir şey yapamaz.”
Çocukları fark eden kocabaş polis ters ters baktı.
Bana sorma zahmetine bile katlanmadan, ellerini havaya kaldırdı.
“Hoop, girmeyin lan bu sokağa. Hadi bakalım, toz olun. Yallah!”
Çocuklar hiç takmadılar uyarıyı.
“Size söylüyorum, duymuyor musunuz?”
Omzuna dokundum.
“Bırak gelsinler. Belki bir şey görmüşlerdir.”
Şaşkınlıkla baktı yüzüme.
“Ne görecekler Başkomiserim, baksanıza, hepsi hayal âleminde. Tineri çekmiş uçuyorlar. Ne gördüklerinin farkında bile değiller.”
“Olsun,” dedim kararlı bir sesle. “Onlarla konuşmak istiyorum.”
Kendilerine arka çıktığımı gören çocuklar iyice yaklaşmışlardı cesede.
“Ha siktir,” diye bağırdı Keto dedikleri. “Doğru lan. valla Engin Abi be!”
Ettiği küfürde, şaşkınlığı da samimi olmasına rağmen, ağzında sahicilik kazanamıyordu bir türlü.
“Vay amına koyayım,” diye söylendi kazağının koluna burnunu silerek. “Harbiden vurmuşlar Engin Abi’yi.” Düş kırıklığı içinde arkadaşına baktı. “Lan Musti, hani muskası var diyordun… Cevşen duası var diyordun… Hani ölmezdi. Kurşun işlemezdi.”
Sanki Engin Ahilerini kendisi öldürmüş gibi suçlu suçlu boynunu büktü Musti, sonra birden bana baktı.
“Neyle öldürmüşler, Engin Abi’yi?”
“Bıçakla,” dedim onlarla sohbetin yolunu açmak için. “Biri bıçaklamış Engin Abi’nizi.”
Temize çıkmış bir zanlı gibi rahatlayarak arkadaşına seslendi.
“Duydun mu Keto? Bıçakla öldürmüşler Engin Abi’yi. Muska kurşuna karşı yazılmış oğlum, bıçağa tesir etmiyor demek ki…”
“Tanıyor musunuz onu?” Ses tonum ne buyurgandı ne de uyarıcı; onların sesi gibi şaşkın ve kederliydi. Belki de bu yüzden yanıtlamakta bir sakınca görmediler.
“Tanımaz mıyız?” Yutkunarak, koltuğunun altındaki darbukayı eline aldı Keto. “O bizim abimizdi. babamızdı. O…”
“Kıyak adamdı,” diye tamamladı Musti. “Bir daha onun gibisi gelmez buralara.”
“Kim vurmuş olabilir?”
Uzun bir uykudan uyanmış gibi, irkilip yüzüme baktılar, önce beni, sonra yanımdaki üniformalı polisleri süzdüler. Üniformalı polislere bakarken gözlerinde korkuya, çekingenliğe benzer bulut kümeleri belirmişti.