Saklı Kitap | Sibel Eraslan


“Niçin böylesin sen?” “Çünkü insanım…” “Bu direnci nereden alıyorsun?” “İçimdeki saklı kitaptan ve ruhumun gezindiği yerlerden…” Fişler, kayıtlar, tutulmuş notlar, yuvarlak içine alınmış “T” harfiyle damgalanmış, kabarık dosyalara istif edilmiş hayatlar… Oysa hepsinin bir ismi vardı bugüne kadar. Hayır, bu odada hiçbirinin ismi yok; hepsi “T”den ibaret… Srry, Shrysf, Mhdvrn, Mcd, Glstn, Dry, Blks… “Kesik Saçlı Kızlar Çetesi”… Ashab-ı Kehf’i bugüne bağlayan bir ipti onların hikâyesi. Bir de Kıtmir’leri vardı. Kıtmir nasıl sadıksa mağara arkadaşlarına o da öyle sadakatle sakladı hepsinin ismini. Çünkü hayatı sıcak bir mayıs öğleden sonrası okudukları Kehf Suresi’yle değişmişti. Kıtmir’di artık o. Onları bir daha hiç bırakamayacağını ta içinde hissetmişti. Sibel Eraslan, 28 Şubat’la savrulan, yerinden koparılan, sürekli kendilerini izleyen bir gözle, “Tepegöz”le yaşatılan bir neslin romanını yazdı. Onlar direnci, direnişi, masumiyeti, nezaketi, safiyeti taşıyan birer ırmaktı. Çünkü onlar içlerindeki “saklı kitabı” her şeye rağmen koruyanlardı…

***

Bir kartopu…
Patt… Diye vurduğunda pencerenize aniden. Okuduğunuz kitabı derhal bırakıp perdeyi aralamaya koşarsınız gülümseyerek.

Kim attı şimdi bunu pencereme?

Tanrı misafirine benzer bu haliyle kartopu, sanki arş-ı âlâ’dan düşüp de gelmiş melek gibidir. Kızamazsınız ona.

Bir çocuk, muzip bir çocuk arar gözleriniz neşeyle.

Pencerenize aniden isabet eden kartopu, kıyametin henüz kopmayacağını da fısıldayacaktır. Çünkü çocukları olduğu sürece yeryüzünün, Melek bir türlü kıyamayacaktır Sur’unu onlar üzerine üflemeye.

Sessiz harfler gibidir bu yüzden çocukların masumiyeti.
Harekeleri dünyanın son gününe saklanmış…

Bir kartopu kadar, insanı masum kılacak daha kaç şeyi vardır ki hayatın?

Ve sessiz harfler.
Çocuklar.
Çocukluğumuz.
Onlara müteşekkiriz.
Saklı kitabı kalplerinde taşıdıkları için.

Kalbinizi ilk kıran kimdi?
Bir andan sonra, her yanınız ağrıyor üzüntüden. Artık fark etmiyor. Ağrı ilkin nerede başlamıştı? İlk sızlayan ellerinizin üstü müydü yoksa şakaklarınızda mı çatlamıştı ilk sızı? Birbirine karışıyor acı. Sonrasında sanki hep kanayan bir yara olarak gidiyorsunuz gittiğiniz gideceğiniz her yere.

Kimseyi çok da rahatsız etmeyerek, hatta buruk bir tebessümle, herkesi alıştırdıktan sonra siz de alışarak aslında acıya, her şeyi iliştirdikten sonra birbirine alçakgönüllükle, siz de ilişerek biraz. Üzüntüye ve ağrıya.

Hayat, böyle bir şey işte.
Kalbinizden girip tüm hücrelerinizi ele geçiren bir sızıdır zaman.
Sızıdır sizi zamanın içinde asılı tutan.

“Ah, ama siz yaralanmışsınız hanımefendi…”

Mermerin içindeki gülü bulmak, elbette zordur…
Üstelik tek bir dalını kırıp incitmeden bakacaksanız bir de ona…

Göz ucuyla yani.
O kadar.

O ılık mayıs öğleden sonrası, ikindi uykusundan yeni kalkmış gibi mahmurdu Sarıgüzel Caddesi. Gültenlerin öğrenci evine doğru yürüyorduk, ders erken bitmişti. Birbirlerini çok seven derbeder arkadaşlar misali kol kola girmiş çatılarla kaplı dar sokağa açılan o en üst kattaki pencerelerine her baktığımda Gültenlerin, kapalı perdelerinin arkasından geçen bir nehir olduğunu sanırdım.

Soley Apartmanı.
Aslında apartmandan çok bir öğrenci yurdu gibiydi gittiğimiz bu bina. Merdivenden çıkarken dersine yetişmek için hızla inen kızlara rastlardık. Eski evlere has, merdivenlere kadar sinmiş havagazı kokusu, taş zeminin haftada bir silindiği Arap sabunu kokusuna karışırdı basamaklarda. Ahşap tırabzanlarda kimbilir kaç kadının, kızın parmak izleri?
Hiç erkeği olmamış mıydı bu apartmanın acaba?
Giriş kattaki kibar ev sahiplerini saymazsak nerdeyse evet, hiç erkeği yoktu Soley Apartmanı’nın. Bir de kızların kapı girişindeki sepette bakıp beslediği kedi Beşir. Ununu eleyip çoktan duvara asmış uykucu Beşir. Kulaklarından avuçlayıp sarsıyorum başını muzipçe, gözlerini bile açmadan iki eliyle sarılıveriyor bileklerime.
Tam beş kat yukarı sonra…

Kapıyı çalışımız…
Tanımadığım bir kız, Sakarya Tıp Fakültesi’nde okuyormuş, misafirmiş Gültenlerde. “Hoşgeldiniz” diyor.
Hafızmış.
Ranzalarda birkaç kız kitap okumakla meşgul, kapısında “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” yazılı mutfak. Sular kesik olduğu için iki büyük damacana ve şişelerde biriktirilerek istiflenmiş suyla bir mahzeni andıran kapısı yarı açık banyo, yeni abdest almış, kolları sıvalı bir kızın utangaç selamı…

Hoşbeşten sonra bize Kehf Suresi’ni okuyacağını söyledi tıpçı hafız. Bana da bir tülbent uzattı arkadaşlar. Saçlarımın üstüne yayarken sabun kokulu o tülbendi, mahir birer okçu gibiydi minderlerin üzerinde oturan diğerleri.

Hafız besmeleyi yay gibi germişti odanın içine…
Besmele, başımın üzerinden vınlayarak uçup geçmişti sanki o anda.
Sure, kendisini açıyordu bana, yavaş yavaş…
Gökten kar yağıyordu üzerime.
Tatlı bir uyku gibi.
Ama o kadar çok uyanıktım ki aynı anda.

Kehf Suresi’ne böyle girmiştim…

İlk kez dinliyordum.

İkindi namazından sonra okunması efdalmiş diyorlardı kendi aralarında… Balkonu örten tül, rüzgârdan hafifçe yükseliyor, mırıltı halinde okunan ayetleri dinledikçe, surede bahsi geçen “yedi uyuyanlar”a bağlanıyordu kalbim.

Serin ve loş taşlıktaki minderlere yaslanmış kızlara bakınca…
Öyle zannetmiştim ki o anda…
Ayetlerde bahsedilen yedi genç, kaç asırlık olduğunu kendilerinin dahi bilmediği derin uykularından uyanmışlar da aramıza karışmışlardı sanki…

Omuzlarıma kar yağmış gibi titretmişti bu his beni. Elektrik çarpmış gibi, ensemden içeri bir serinlik girip ürpertmişti tenimi…

Gülümsemişti Berrin Abla. “Serin ya burası, herhalde ondan ürperdin, al şu hırkayı, üşütmeyesin…”

O kızları, yani arkadaşlarımı, bana hep bir şeyler verirlerken hatırlayacağım hayatımın sonuna kadar.

Aslında üşümekten dolayı titremediğimi ikimiz de biliyorduk.
Gözlerimin içine her şeyi anlarmış gibi bakmıştı Berrin Abla.
Anneye benziyordu bu bakışı. Yatıştırıcı.

“Buradalar sanki…” demiştim durup dururken…
Kısa bir sessizlik.

“Her devrin bir Ashab-ı Kehf ’i vardır” demişti Gülten…

“Krallar, gençler ve mağaralar, devir daim eder zamanın içinde” diye fısıldamıştı Berrin Abla. “Al bu hırkayı, omuzlarına koy, üşümeyesin…” Elleri gül dalı gibiydi…

Ayetleri dinler dinlemez onlara bağlanmıştım; yedi genç arkadaştılar, bir de sadık dostları köpek Kıtmir vardı. Surede en çok Kıtmir’di beni neşelendiren, hayrete düşüren.
Allah, çok iyiydi!
Belki çocukçaydı bu düşüncem ama bu sureyi dinlerken tüm kalbimle hissettiğim tam olarak buydu: Allah insanları ve çocukları seviyordu, seviyordu ki onlara dost bir köpeği, kıssanın başkahramanlarından biri olarak zikrediyordu… Allah, iyilerin en iyisiydi… İnsanlara dost bir köpeği sözlerine karıştıracak kadar iyi…
Kıtmir, mağaranın kapısında genç arkadaşlarıyla birlikte uyuyakalmış, onları terk etmemişti. Eşikte durmuş, öylece kalmıştı.
Terk edememenin ismiydi Kıtmir…
O eşikte duran haliyle, yedi uyuyanları Sarıgüzel’deki öğrenci evine bağladığının farkında mıydı Kıtmir?

Her ayette biraz daha sokulur gibiydim yanlarına:

Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştatiyyuş ve Kıtmir.

Kıtmir’e bin hayret!
Yüce Allah, onu da arkadaşlarından ayırmamış, Kitabına koymuştu.
Aşkın, sadakatin ve gençliğin sembolüydü.
Yedi uyuyanların sekizincisi…

Sonraları, epey sonra ama, bir kez rüyama da girdi o mağara…
Serindi, loştu, tıpkı ayetlerde anlatıldığı gibi derindi dibi.
Çok aramıştım rüyamda onları…
İsimlerini tek tek, sırayla sayarak…
Hiçbirinden cevap gelmese de, burdayım demese de biri bile…
Mağara onların mağarasıydı işte…
Bir tek Kıtmir…
İsmini söylediğimde, onun sesiydi bir tek duyabildiğim… Lakin onu da görememiştim. Bulamamıştım rüyamda onu da diğerleri gibi…
Yalnız söylemem gerekir ki o sesi…
Yani Kıtmir’in sesini, bazen işittiğim olur, rüya dışında yani.

Ben, onlara inanmıştım işte.

Tıpkı arkadaşlarıma da inandığım gibi.

Ilık bir mayıs öğleden sonrasında, dinler dinlemez inanmıştım onlara…
Bunu tam manasıyla açıklayıp anlatamam sizlere. Güneşin ilk ışıklarının ağır ağır aydınlatması gibi bir şehri. Tam olarak ne zaman ortaya çıktığını fark edemezsiniz ya, onun gibi.
Yani sevmek gibi, birdenbire tutuluvermek, aniden çatmak, rastlayıvermek, âşık olmak gibi veya hayret etmek, çok sevinmek gibi bir şeydi inanmak…

Pek belirgin sebepler sayamayız niçin inandığımıza dair…

O, nihai manada, aniden karşılaşmaya benzer, bir nasiptir.

Keskin bir bilinç, som kararlılık, güçlü bir iradeyle söylemiş olsanız bile inandığınızı… Tam olarak akılla da izah edemezsiniz halinizi…

Evet, akıl zor zamanda bizi ayakta tutandır.

Ama her şey olup bittikten sonra, niçin inandığınızı daha çok kalbinizle söylersiniz… (Bu bir bağlanmadır)

Sıcak bir mayıs öğleden sonrası, arkadaşlarınızla okuduğunuz Kehf Suresi, işte sizin hayatınızı değiştirmiştir…
Kıtmir gibi bir daha bırakamayacağınızı onları, yani arkadaşlarınızı…
Anlamışsınızdır.
Bırakmadığınızı ve bırakamayacağınızı bir daha.
Ta içinizde… Hissetmişinizdir…

Yedi genç arkadaştılar.
Birbirlerini çok seven.
Tertemiz bir inançla bağlıydılar Allah’a.
Yedi genç arkadaştılar
Birbirlerini çok seven…

Onlara yeryüzünü dar etmişti Kral ve adamları soylular.
Dağlardan başka sığınacakları bir yer kalmamıştı…

“Uyku, ölümün yarısıdır” derdi İmam Ali…
Yeryüzünün en uzak ülkesiydi ölüm…

Yedi genç, dağa varınca yolları…
Uyudular.

Uyku onları sakladı.
Ölmeden ölümün uzak ülkesinde gezindiler, gezindiler…
Uyku onları sakladı.
Gözden kayboldular.
Sırra kadem bastılar.

Sevmekten ve inanmaktansa caymadılar.

Yedi uyuyanların sekizincisiyse Kıtmir’di…

“Uyuyanın üstünü örterler.”
“Ki masumdur ol kişi uyudukta” derdi anneannem.
“Uyuyana kar yağarmış gökten”…

İKNA ODASI’NDAN KAÇIŞ

Bir şehirden tüten kötü kokuları hissedebilmeniz için Prens Hamlet olmanız icap etmiyor.
Babanız Kral olmasa da ihanet ihanettir, henüz tecrübe etmemiş olabilirsiniz onu, lakin bir gün rastlayınca öğretir hayat!

Sabitmiş gibi dursa da mekânlar, Zaman’ın içinde halden hale girerler. Mekâna ruhunu ve kokusunu üfleyendir Zaman…
Ve Zaman’ın kokuları içinde en tekinsiz, en başa çıkılamaz olanıdır kuşkusuz; Ayrılık! Çünkü mekânı, ayrılık dediğimiz işle, bölerek hatta kırarak kurar Zaman… Ayrılık, fark ediştir. Farklar üzerine inşa edilir hayat…

Bazen, aslında çoğu zaman, farklar acı verir bize, nasıl vermesin ki, ayrılık gibi ağır bir bedeli olsun da yaralamasın insanı…
İşte böyle zamanlarda unutmak ister insan.

Kadınlar mesela, unutmak için keserler saçlarını.
Sırdaşıdır ustura kadınların.

Bu yüzden…
Ayrılık kokusunu şehirdeki herkesten sonra işiten kızların, o gecikmiş ve çaresiz ellerine verirler maharetli usturalarını Krallar…
Çünkü bilirler ki şehirleri en son terk edecek olanlardır kadınlar. Saç kesilir ve ihramdan çıkılır.

İşin cilvesi de buradadır zaten, işlerini gayet iyi bilir o Krallar.
Bilirler ki; saçlarını kendi elleriyle usturaya vuran kızlar, ancak kızlıklarından eksilttikleri sürece yürüyebileceklerdir tam’lığa…

Şehrin bayramı ancak bundan sonra gelir işte, yani “unuttum” dediğinde kesik saçlı kızlar.
“Tam olarak unuttum” dediklerinde…

Ben unutamadım.

Saçlarımı kökünden kazıttığım halde unutamadım.

Bu yüzden çıkamadım acının ihramından.
Bayram bir türlü gelemediyse bana, belki bundan.

“Senin olmadığın hiçbir yer yok…”
Bu cümleyi sayıklayarak uyanmıştı. Uçağın havalandığı sırada uyuyakalmıştı demek.

“Üşümüşüm” diye fısıldadı, “bir battaniyeye sarınsam…”

Hostesi çağırmak için yukarıdaki düğmeye uzandı. Ah. Ellerinin üstü bile sızlıyordu. Soğuk. Onu ele geçirmişti. “Sızmışım” derken eli gayriihtiyari başörtüsüne gitti. El alışkanlığıyla düzeltmek isteyince örtüsünü, irkildi…

Ölüye değmiş gibi oldu sanki eli.

Aniden göğsünden itilmiş gibi, hatırlayınca beyni yandı. Uçağa binmeden, daha bu sabah kazıtmıştı ya saçlarını. Saçları…

Yoktu artık.
O kadar hafifti ki yerçekimi olmasa uçan bir balon gibi havaya kaçabilirdi en ufak esintide savrularak.
“Ne o, bit salgını mı var?” diye alay etmişti kuaför.

Kazıtmak istediği saçları mıydı, kendisi mi, talihi mi, başından geçen bir yığın saçma sapan iş mi, bilmiyordu. Unutmak istiyordu.

O beyaz duvarları aynalarla kaplı İkna Odası’ndan nasıl da fırlayıp çıktığını, o her biri tıpkı birbirine benzeyen akademi kadınlarının “hayatını yakıyorsun”larla başlayan replikleri içinden nasıl kaçıp kurtulduğunu hâlâ bilemiyordu tam olarak…

Önce ustaca gülümseyen, sonra yavaş yavaş korkutan, ardındansa tüm yollarını kesen nefeslerle, o sonsuz kere “her şeyi ancak biz biliriz” edasıyla sorguya çeken, o karşısında insanı büzüştürerek erim erim eriten tüm suçlamalarıyla, “bu halinle çıkış yok, düzelt kendini” diye ünleyen, yankı yankı ağırlaşan çelik küreler halinde ensesinde patlayan sesler…

“Hakkında her şeyi biliyoruz”la başlayıp, hakikaten de bilen, çocukluğundan itibaren neredeyse annesine, babasına, ayrıldığı Nişanlısına, gittiği kitapçıdan öğlenleri ara sıra uğradığı esnaf lokantasına, öğretmenlik yaptığı okulda hakkında açılmış soruşturmalara, okuduğu gazetelerden üyesi olduğu yardım derneklerine kadar… Her şeyi, ama her şeyi, lime lime eden bu güya akademisyen kadınlar, bu soğuk beyaz duvarlı oda, bu aynalar, bu “ses kaydınız yapılıyor, her şey gayet yasal”lar, “aslında biz senin iyiliğini istiyoruz’lar, sonra Belkıs Hanım’ın kapatılan Eski Diller Atölyesi, Faruk Bey’in Pervane Köyü’nde çektiği fotoğraflar… Aman Allah’ım…
Hepsi.

Ama neden?
Niçin?
Niye bu sorgu?

Fişler, kayıtlar, tutulmuş notlar… Yuvarlak içine alınmış “T” harfiyle damgalanmış şu kabarık dosyada tüm hayatı…

Oysa bir ismi vardı bugüne kadar.

Hayır, bu odada ismi yok; “T”den ibaret.

“Tesettürlünün ‘T’sidir bu damga” diyor gülerek, kendisiyle hemen hemen aynı yaşlardaki asistan kadın. Garip şey… İnsan baskı altındayken ilgisiz pek çok ayrıntıyı da fark edebiliyormuş demek aynı anda. Küçüklüğünde de böyle yapardı. Üzüldüğü zaman, sadece kendisini üzenlere odaklanması gereken işitme yetisi, o ortamdan kaçmak ister; dünyanın diğer tüm küçük seslerine giderdi kulakları…
Sınıfça disiplin kuruluna verildikleri gün, müdür yardımcısının yaptığı korkutucu konuşmanın arasından, bahçedeki kavak ağacının dallarında yuva yapmış anne kırlangıcın yavrularına söylediği şarkıyı duyabiliyordu mesela…

Şu anda da öyleydi…

“Tesettürlünün ‘T’si” derken karşısındaki genç kadın, dudaklarındaki müstehzi kıvrımlardan bir yol bulup, hemen pencerenin dışında kanat çırpan bir serçe giriyordu devreye mesela…
Çatı katında yürüdüğünü tahmin ettiği küçük bir örümceğin maharetle ördüğü ipeksi ağın hışırtısı veya diğer saçma ayrıntılar, masada duran ve sorguya hiç de uymadığı için insanı neredeyse kahkahalarla güldürebilecek şu çim adam sonra, suladıkça çimden saçları uzayan…
Güvenlik fişlerinin üst üste yığıldığı raflarda onlara inat bekleyen bir kedi maması, acaba nerede besliyorlar kediyi, ona da kısaca “K” mi diyorlar mesela veya pisipisinin “P”si?
Sorgu masasında duran çerçevede gülen bir çocuk fotoğrafı var, acaba hangisinin çocuğu, o çocuğa bazı öğleden sonraları kek pişiriyor mudur annesi, pişirdiği zaman nasıl çağırıyor çocuğunu sözgelimi ikindi kahvaltısına? “Oğluuum, hadi masaya, bak sana ‘HK’ mi yaptım” diyor, misal, havuçlu kek olabilir veya peynirli poğaça, “PP”…

Sesler, hayaller, ihtimaller.

Korktuğunda, üzüldüğünde, insanların kötücül yanlarından kaçıp kurtulmak istediği zamanlarda böyle olurdu hep.
Anlamsız ayrıntılarla oyalardı kendisini…

Sorgucu kadına bakıyor yeniden, kadının kulağındaki küçük parlak küpeler sallandıkça aklını karıştırıyor.
“Size böyle bir isim verdik, kısaca ‘T’ diyoruz.”

Yuvarlak içine alınmış, kıstırılmış, kapatılmış, ikna edilmesi gereken tehlikeli bir “T”den ibaret, küpeli muhatabının nazarında. Kedili, çocuklu, küpeli bir kadın, niçin bu kadar acımasız olabiliyor ki…

Belki de acımasız değildir.
Onu da zorlayanlar vardır böyle olmaya…

İkna odası çok soğuk.
Yapay, yabancı, plastik.

Gitmek, kaçmak, kurtulmak istiyor bir çırpıda…

Sanki büyük bir merceğin altına koymuşlar onu. Küçülmüş küçülmüş mikroskop altındaki bir yabancı doku kadar küçülmüş gibi hissediyor kendini…
Bir Ay Taşı gibi hissediyor kendini, uzaydan az evvel getirilmiş bir şey.
Veya The Thing filmindeki gibi bir yaratık, yabancı, irkilten…

Bunların hepsi olduğunu hissettiriyor tüm bu üzerine dikilmiş gözetleyici bakışlar…

Onlar sordukça, itham ettikçe, tüm duvarları odanın yekpare bir göze dönüşüyor.
Sağ sol alt üst hep göz kesilmiş.

Benzer İçerikler

Adalet Ağaoğlu – Bir Düğün Gecesi (Roman Özeti)

yakutlu

Hasangiller

yakutlu

Sır Küpü (Kaos Teorisi ) – Sıradışı Üçlemenin 2. Kitabı | Turgay Güler

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy