Sevdiğin adam evliyse onu sevmekten vazgeçebilir misin?
Yeliz hem en çok sevilen hem de en çok öldürülmek istenen. Onu bu kitaptaki herkes, kitabın yazarı da dahil olmak üzere istisnasız herkes öldürmek istiyor.
Emre, Faruk, Aysun, Sümeyye, Nesrin, Selçuk ve diğerleri… Bir ölüm sonrasında bir ölümü daha hazırlamak için bir araya gelmiş ruhlar gibiler. Peki ölen ve öldüren kim olacak? Güzel ve genç bir kadın, karizmatik bir erkek, uysal bir polis, aldatılan bir eş ve garip akrabalar. Mehmet Erkan kıskançlıklarıyla, hırslarıyla, dedikodularıyla akrabalık ilişkilerini ele alıyor. Akrabalık çemberinde sıkışmış bir yasak aşkı ve o çemberin etrafında gelişen cinayet planlarını anlatıyor… Güçlü anlatımı, tanıdık karakterleri, yaşamın geçtiği bildik sokakları ve herkesin zaman zaman dönmek zorunda kaldığı köşeleriyle tam da yaşadığımız ikilemleri gözler önüne seriyor roman.
Bir kadını kaç kişi öldürmek isteyebilir?
Bir kadını kaç erkek sevebilir?
Peki ya hangi sevgi gerçektir?
***
BİRİNCİ BÖLÜM
Eski, taş bir yapı olan iki katlı karakol binasının kapısı gülüşmelerle açıldı ve binayı kaldırıma bağlayan basamaklar üstünde beş polis memuru belirdi. Aralarında o kadar komik bir konuşma geçiyor olmalıydı ki iki de bir durup birbirlerine bakıyorlar ve sonra tekrar gülüyorlardı. Onların neşesi çevrelerine de geçmişti, beş dakika kadar önce büyük bir ciddiyetle silahına sarılmış, nöbet tutan memur da gülmeye başlamıştı. Ancak bu küçük kalabalığın tüm neşesine rağmen kendini tamamen koyuvermediği, gülüşmeler sırasında etrafı kolaçan etmesinden anlaşılıyordu. Bu ya meslekleri icabı her zaman tetikte olmaları gerektiğinden ya da konuşmalarına mevzu kişinin kendilerini duyabileceği endişesinden kaynaklanıyordu. Galiba bu ikinci ihtimal daha kuvvetliydi. Çünkü karakoldan uzaklaştıkça daha çok ihtiyatsızlaşıyorlar ve daha yüksek sesle gülüyorlardı.
Karakolun az aşağısında kaldırım sağa kıvrılıyordu, bu sokağa vardıklarında üniformaları olmasa artık onların polis olduklarına inanmak zordu. Keyiflerine diyecek yoktu doğrusu. Yaşlarının genç olması da bu coşkuda bir etkendi tabi. Beşinden sadece bir tanesi yaşlı sayılırdı. O da şapkası kelini örttüğünden genç gösteriyordu. Akşam saatleriydi. Sokak lambaları henüz yanmadığından yüzleri gölgelenmişti. İki yanlarında yükselen apartmanlar izin verse gökyüzünün aldığı değişik renkleri fark edebileceklerdi belki. Gök kubbenin batısı, az önce kaybolan güneşten arta kalan pembeliği saklıyordu hala, doğusu koyu bir karanlık içindeydi. Kuzeye yakın bir yerlerde, denizin üstünde mavimsi bulutlar dolaşıyordu, bir tarafı ay beyaza bürümüştü, tek bir yıldızın belirdiği bir yanda soluk bir lacivert hüküm sürüyordu. İçlerinde en çok gülen soluk benizli, yirmi beş yaşlarında olanıydı. Kahkahalar arasında:
-Komiserim bıçak o değil, bu dedim… diyordu, diğerleri de kendinden geçiyordu.
Yaşlı olanı:
-Bunca yıllık meslek hayatımda bu kadar salağını görmedim, diye ekliyordu.
İçlerinde en iri yarı olanının adı Tahsin’di. Boyu bir doksan, kilosu yüzden fazlaydı. Onun tok kahkahası diğerlerininkini bayağı bir bastırıyordu. Kocaman ellerini iki yana açarak:
-Bu adamın bu kaçıncı… dedi ve cümlesini tamamlayamadan yine güldü. Fakat diğerleri onun ne söylemek istediğini çok iyi anlamışlardı. Onlar da ona uydular.
Kalabalık bir caddeye geldiklerinde hala gülüyorlardı fakat kendilerini birazcık toplamışlardı. Sarı benizli olan ve içlerinde en çok konuşan Yücel mırıl mırıl bir şeyler anlatıyordu. Yücel sonra sustu ve kafasını “hayret ya” der gibi iki yana salladı. O susunca diğerleri de hiç konuşmadılar ve yanlarından geçen insan kalabalığını seyrederek usul usul yürüdüler.
Müdavimi oldukları lokale gidiyorlardı. Yücel keşfetmişti burayı. Adı pek bilinmeyen bir Doğu Karadeniz ilçesinin adı hiç bilinmeyen bir köyünün yardımlaşma derneğiydi burası ve çoğu lokal, yardımlaşma derneği gibi içinde okey, kağıt oynanan düz bir kahveydi. Bu lokali, biraz kuytuda köşede kaldığından ve pek kalabalık olmadığından tercih ediyorlardı. Havadar değildi ama en azından havası daha az kirleniyordu.
Lokale yaklaştıklarında Yücel, tam bir laz uşağı olan İsmail’e takılmadan edemedi:
-Hemşerin hakkında atıp tutuyoruz ama kızmıyorsun inşallah bize…
İsmail’in biraz uzun burnunun çevresini mavi gözler ve kırmızı yanakları süslüyordu. Yörenin canlılığı vardı bu yüzde.
Laz uşağı haksızlığa uğramış bir insan gibi hiddetle karşı çıktı:
-Bana ne ulan! Babamın oğlu mu! Salağa salak derler bizim memlekette…
Görünüşünün aksine konuşması hiçbir yöresellik taşımıyordu İsmail’in. İstanbul Türkçe’siyle konuşuyordu ve biraz kabaydı tavırları.
İsmail’i kızdırmaktan çok hoşlanıyordu Yücel. Onun safça öfkesine büyük bir sevgi besliyordu. Aynı yaştaydılar ve akran olmaları birbirlerine pek çok şaka yapma hakkı tanıyordu onlara. Faruk da yaşı onlardan büyük olmasına rağmen sık sık katılırdı bu muzipçe şakalara. Tahsin biraz kalın kafalıydı. Şaka denilen şey azıcık zeka gerektirdiğinden o genellikle uyamazdı yaşıtlarına. Espriyi anlamasa da gülerdi ama. Baktı herkes gülüyor, o da katılırdı topluluğa “huha huha” diyerek.
Yaşlı olanın adı ise Kemal’di. İş bulmanın sorun olmadığı yıllarda başlamıştı mesleğe. Fazla tahsili yoktu. Günümüzde kendisinin de içinde bulunduğu teşkilatta yapılan reformlara da bu yüzden pek bir anlam veremiyordu. Ona göre siyah siyahtı, beyaz beyazdı. Bir kişi suçluysa gerisi boştu.
Lokal beş katlı bir apartmanın zeminindeydi. Yazın, güneş almadığından dışarıya göre serin sayılırdı. Fakat insan yine de içinde çay içtikçe boncuk boncuk terler dökmeden duramazdı. Lokalin önündeki iki parça toprak alanın arasından geçerlerken Yücel artık İsmail’e takılmayı bırakıp çok da konuşmayan Faruk’la uğraşıyordu.
-Şu emniyetteki dayınlara söylesen de bizi bu bunaktan kurtarsalar ya ağabey.
Konuşurken Faruk’un siyah, düzgün kaşları altındaki çekik gözleri istem dışı olarak kısılırdı. Hiç sevmezdi bu halini Faruk ama Yücel’e cevap verirken yine aynı şekli aldı gözleri.
-Ne dayısı be! Siz de yaptınız beni emniyet genel müdürünün yeğeni…
-Sen demedin mi oğlum şube başkanı tanıdıklarım var, hepsi beni çok severler diye.
-Hay dilimi eşek arısı soksaydı da söylemez olaydım.
-Bizim yok ki böyle dayılarımız.
-Uzaktan akraba oğlum, uzaktan akraba… Dellendirme beni Yücel ya!
-Kızma tamam şaka yaptık…
-Şaka ama her yerde söylüyorsun… Millet de bir şey sanacak.
-Seni bilen biliyor ağabey.
-Bırak bu ağabey ayaklarını da… Geçelim şu pervanenin dibindeki masaya…
Lokalin camında kocaman harflerle “salonumuz klimalıdır” yazıyordu ama bu beş arkadaştan hiçbiri söz konusu klimanın soğuk hava üflediğine şahit olmamıştı daha. Camda bir pervane, köşede de ayaklı vantilatör vardı. Havalandırma daha çok bu ikisi vasıtasıyla sağlanıyordu.
Sandalyelere oturur oturmaz gömleklerinden birer düğme daha açtılar. Yücel sırıtarak, “Ee ne oynuyoruz?” dedi. Kemal, “Okey sıkar bu sıcakta,” diyerek karşılık verdi ona. Yücel’in karşısında oturan Tahsin manalı manalı gülerek, “Kemal Ağabey yine kaşınıyor,” dedi. Bu söz üzerine Kemal Tahsin’e bir küfür patlattı. Ortam iyice ısınıyor, şenleniyordu. Yücel garsona, “Bize elli iki getir!” diye seslendi. Sesinde polis kimliğinin ona verdiği güven ve üstünlük hislerinin titreşimleri vardı. On altı yaşlarındaki zayıf, uzun boylu garson hiç vakit kaybetmeden ocağın arkasındaki dolaba yöneldi.
Sekiz, dokuz tane masa vardı lokalde. Masaların üzerlerine kirli mavi örtüler serilmişti. Girişte tam karşıda fazla büyük olmayan bir çay kazanı bulunuyordu. Kazanın üstündeki demlikten çıkan buharlar aniden kayboluyordu davlumbazın içinde.
Yücel elindeki kağıtları kararken her zamanki gibi yanında oturan Faruk’a, “Tak mıyız?” dedi. Faruk da, “Takız,” diyerek ona karşılık verdi. Tak mıyız, ortak mıyızın kısaltmasıydı. Yücel’le Faruk aralarında on yaş fark olduğu halde birbirlerinden hiç haberleri olmadan aynı mahallede büyümüşler ve aynı kültürü almışlardı. Yücel bir gün öylesine, “Tak mıyız?” demişti. Faruk da, “Sen nereden biliyorsun bunu?” diyerek gülmüştü ona. Sonra anlamışlardı ki ikisi de ortak bir geçmişten geliyorlardı.
Oyunlarında eşler hep aynıydı; Yücel ile Tahsin, Kemal ile İsmail. Faruk da yancı. Ama biraz taraflı bir yancı. Daha doğrusu Yücel’in yardımcısı.
Oyun başlar başlamaz Kemal o klasik uyarısını yaptı Faruk’a:
-Elime bakıp da konuşmak yok ha!
-Olur mu öyle şey,hem ben senin elini görmüyorum ki.
…