Hayat var; aşk da… Hayatın küçük anları vardır. Bazen bir mutluluk ya da karanlıktan kopmuş küçücük bir ışık parçası gizlenmiştir bu anlara. Açığa çıkması için, sevgi dolu ve tutkuyla yapılacak bir dokunuş gereklidir. Bu dokunuş yılların ağırlığını örtbas ederek, sonsuz bir ışıltıyla doğacak güneşi müjdeler. Işık Gürer in ilk romanı Mine, böylesi bir dünyadan sesleniyor bize. Çağımızın uzağında, çoktan unutmuş olduğumuz duyguları benliğimize yeniden hatırlatırken şiirin, arzuların, gizlenmesi gereken tutkuların eşliğinde bir aşk hikayesine dönüşüyor. Eskinin yeniye, arzuların tutkulara, tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi, güzel ve iyi olanın yanında, onu çevreleyen karanlıkların da bulunacağı gerçeğine işaret ediyor. Yüzyılın başında Bursanın bir köyünden İstanbula bir konağa gelin olan Mine, çocukluktan bir anda kadınlığa, ardından hanımlığa geçişin bütün sancılarını iç dünyasında yaşarken, aynı değişimi ve sancıyı doğum la bir kez daha deneyimliyor. Yazarın seçkin bir dili var. Hikaye 1910ların İstanbulunda bir konakta geçse de, tarihsel arka plan, küçük yaşam ayrıntıları ve insanın özü unutulmadan sayfalardaki yerini almış. Işık Gürer yaşamı yeniden kurgularken, gerçek olana biraz daha yaklaşmış.
***
Uzun kavak ağacının dibindeki çeşmede güğümü buz gibi suyla dolarken Mine, tatlı esintiyle birlikte hayallere dalmıştı. Çok değil, bundan beş sene önce bugünleri düşündüğünde kurduğu hayallerle şu anda içinde bulunduğu durum arasında dağlar kadar fark vardı. Sanki bedeniyle ruhu ayrılmış, ruhu almış başını denizin ortasındaki bir adaya, o adadaki bir eve, o evdeki soğuk bir odaya gitmişti. Güğümdeki su taşıp buz gibi su ellerine akınca düşünmüştü herhalde odanın soğuk olduğunu. Aslında sıcak bir ağustos günüydü ve ada da çok sıcak olmalıydı. Ruhu daraldı birden. Güğümü çeşmenin duvarına koyup buz gibi suyla kollarını ve yüzünü ıslattı iyice. Bir elini, artık iyiden iyiye büyüyen karnını desteklemek için beline dayadı ve yola koyuldu.
Hayal kurmanın zamanı değildi.
Annesi Emine Hanım bu yıl güçten düşmüştü birdenbire; zeytinliğe gidemez, neredeyse ev işlerini bile yapamaz olmuştu. Kendini soyutlayıvermişti her şeyden. Bugünden çok eskilerde yaşıyor gibiydi. Eskiden olanları bugün olmuş gibi anlatıyor, bugün olanlara ise kayıtsız kalıyor ve hiç tepki vermiyordu. Bu yüzden çağırmışlardı Mine’yi Kavakdibi’ne zaten. Kısa bir süre için de olsa gelip ortalığı toparlasın, eve çekidüzen versin diye.
Emine Hanım bu hallere düştüğünden beri gelini yardım ediyordu zeytinlikteki işlere. Evin çekilip çevrilmesine bir de zeytinlikteki işler eklenince iki çocukla birlikte hiçbir işe yetişemez olmuştu yengesi Ziynet. Kocası da “Git,” demişti Mine’ye. “Ben Ada’da geçiriyorum zaten çoğu günü, oğlanın durumu malum…”
“Oğlanın durumu malum…”
Ruhu daraldı Mine’nin. Yirmi bir yaşındaydı, çok daralmıştı ruhu bugüne kadar ama hiç bu kadar değil.
Güneş, bahçe içindeki kerpiçten yapılan üç katlı evin üzerinden tam tepeye gelmişti; zaman kaybetmeden yiyecek bir şeyler hazırlamalıydı. Önceki gün pişirdiği ekmeğin yansını bölerek sepete koydu. Diğer yarısını da yer sofrasının üzerine.
“Oğlanlar sepeti zeytinliğe götürüp gelene kadar çocuklarla annemin yemeğini de hazırlarım,” diye düşündü. “Sonra Ayşe’yle birlikte ineği sağmaya gideriz.”
Ayşe iki yaşındaydı. Annesinin ruhunun daralmasına karşılık o oğlanlarla oynamaktan, annesi ineği sağarken, her ne kadar korksa da, heyecan ve merakla annesinin sırtına yaslanıp olan biteni seyretmekten çok mutluydu.
“Çocukları aç koyma. Dün sabaha kadar yemek işini bitirdim. Misafirler gelmeden çocuklar yesin de sofrayı kaldır,” diye seslendi annesi avludan. Yine beş sene öncesine gitti aklı; evin içinde dört dönüp her yeri pırıl pırıl temizlediği, kazan kazan yemekler pişirip İstanbul’dan gelecek misafirleri dört gözle beklediği o güne.
1
İstanbul’dan misafirlerin geleceği haberi bir hafta önce ulaşmıştı köye. Buz gibi bir kasım günüydü; zeytinlerin toplanma zamanı…
Sabah günün ışımasından akşam güneş batana kadar bütün köyün üzerine karla birlikte bir ölüm sessizliği çökerdi bu günlerde. Çoluk çocuk, genç yaşlı demeden herkes telaşlı bir mutlulukla zeytinliklere dağılırdı bütün bir yılın mahsulünü toplamak için. Soğuk aylarda olgunlaşır zeytin ağacının meyvesi. Soğuklar iyice bastırmadan, çabucak toplanıp seleler doldurulmalı, boylarına göre ayrıştırılıp küçük olanlar yağhaneye gönderilmeli, daha irice olanlar ise tuzlanmalıydı.
Mine’nin babası ölmeden önce bütün bu işlerin nasıl yapıldığı, gündelikçilerin nasıl ayarlandığı gibi konularla ne Emine Hanım, ne Mine’nin ağabeyi, ne de Mine ilgilenmişti. Babası bütün bir yılı sabahtan akşama kadar zeytinlikte geçirirdi. Bel yapar, ağaçları budar, yeni fideler diker, ürün toplama zamanı gelince de herkesten önce en çalışkan, en dayanıklı gündelikçileri bulup işleri bitirir, hatta zeytinlerin ayrıştırılmasının ardından tuzlanacaklar tuzlanıp sıkılacak dese de Hala allem eder, kellem eder, verirdi her seferinde. Her ne kadar mahcup olsalar da, bu alışverişin evlerinin geçimine ne büyük katkısı olduğunu hepsi bilirdi.
Hala aniden ölüp de Hakk’ın rahmetine kavuştuktan sonraki ilk ziyaretiydi Hafız Efendi’nin köyü. Kız kardeşi Ayşe Hanım’la geliyorlardı. Köyde bir dolu eş dost, akraba vardı şüphesiz kalabilecekleri ama olur da Minelerde kalırlarsa diye bütün ev dip bucak temizlenmiş, yemekler yapılmış, duvarlar kireçlenmiş; avluya, ahıra, her yere çekidüzen verilmişti bir hafta boyunca.
Hafız Efendi İstanbul’da olduğu gibi köyde de çok sayıları bir kişiydi. Yaşının ve hafızlığının verdiği saygınlığın yanında hoş sohbetinin de çok büyük etkisi vardı bunda.
Altmışlı yaşlarındaydı; aslında neredeyse göbeğine kadar inen ak sakalı olmasa, dimdik yürüyüşü, her zaman giydiği muntazam kıyafetleriyle daha genç gösterebilirdi. Yaşına karşın köy kahvesinde etrafını sarıp muhabbetine ortak olanlar yaşıtlarından daha çok köyün gençleri oluyordu.
Kar kış bir taraftan, zeytinlerin bir an önce toplanma telaşı bir taraftan, bir de misafirler için yapılan hazırlıklar derken, Mine’nin nefes almaya vakti olmuyordu neredeyse. Emine Hanım hiç durmadan koşturuyor, kendi koştururken de evde birilerinin bir şeyler yapmadan duruverdiği ufacık anlara bile tahammül edemiyordu.
“Kızım ne durup düşünüyorsun orada kukumav kuşu gibi? Geldi gelecek misafirler, benden başka kimsenin umuru değil. Sanki ben kendim için yapıyorum bunları! Hala’nın hatırı var ayol, koskoca adam kalkıp İstanbul’dan geliyor… Sana diyorum Mine! öğlen oldu daha yemek sepeti hazır değil. Ölecek kızım abinler acından!”
Sepet hazırlanacak, zeytinliğe gidilecek ve Ali’yle karşılaşılacaktı. Bu kadar telaş yetmezmiş gibi bir de Ali vardı, Ali’ye laf anlatmak vardı. Zaten gönüllü değildi annesi onu…