CUMHURİYET romanının kurucularından Reşat Nuri Güntekin´in, daha çok, ülkemiz geleneklerini tanımlama ve kişilik canlandırmada başarılı, duygusal ve sevgi dolu bir kitabı da, onun ilk ve en önemli romanı Çalıkuşu´yla eş düzeyde sayılabilir. Akşam Güneşi´nde, romanın unutulmaz kahramanı olan Jülide´nin sımsıcak serüvenini bulacaksınız. Feride´den aşağı kalmayan bir kahramanın romanı.
***
Onu ilk defa bir haziran günü Sazlı Pınar yolunda gördüm. Viran bir köprünün başında köylülerle konuşuyordu.
Yakası kapalı boz ceketi, tozlu dolakları, iri dolgun ücuduyla bana evvelâ bir çiftlik kâhyası gibi göründü, füzünün yarıdan ziyadesini kapıyan beyaz güneşliği alanda yalnız çenesiyle dudakları görünüyordu.
Yanında dizgini boynuna bırakılmış bir kula at vardı.
Efendisi konuşurken at, köprünün ayakları arasında suyun içinden bitmiş gibi görünen ve kenardaki çürük tahta parmaklığı baştan başa kaplayan bir sarmaşığın yapraklarını yiyordu.
Yanından geçerken selâm verdik. Jandarma arkadaşım.
— Keyifler iyidir inşallah Bey, dedi.
Bir an, başını kaldırmıştı. Bu kılıkta bir adamdan umulmayacak kadar güzel, zeki bir çehre gördüm.
— Çok şükür çavuş… Sen de iyisin ya?
Biraz önümden giden ihtiyar jandarma, köprünün öte başında atını durdurdu, beni bekledi.
Eski bir çizme gibi sert ve kırışıklarla dolu yüzünde memnun bir gülümseme vardı:
— Şu adamı gördün mü Doktor Bey, dedi, Hani Cenabı Hak, Kitabında Hazret-i Peygamberin son peygamber olduğunu yazmasaydı ben, bu adama peygamber derdim.
— îyi bir adam öyle mi?
— İyi de söz mü Bey?… Cenab-ı Hak, meleklerin* böyle yaratmıştır. (M…) adasında onun gibi beş kişi daha olsaydı işler başka türlü yürürdü… Dünya, böj’l^ adamların yüzü suyu hürmetine durur… Zatıâliniz Nazmijj Beyin adını hiç işitmedin mi?
—¦ Hayır.
— Yeni geldin de ondan olacak… Bu adamı Adad tanıyıp sevmeyen yoktur. Deminden geçtiğimiz Gâvc Köyünde bir balıkçı karısı onun resmini Hıristosun yanın asmış… Gözümle gördüm…
Yakında zatıâliniz de öğren* çeksin ya… Başka türlü bir adam, Doktor Bey…
Çavuş, pek fakir olan lügat dağarcığında onu anlat cak kelime bulamıyor, sıkıntısından yerlere tükürüyordı. I On beş gün evvel hükümet doktoru olarak (M…) e gelmiştim. İlk defa devre çıkıyordum. Mutasarrıftan köyleri iyi bilen bir arkadaş istediğim zaman bu ihtiyar jandarma çavuşunu vermiş, «Hacı İsmail’den iyisini bulamazsınız. Adayı karış karış bilir. İnsanlarını teker teker tanır.» demişti.
ılık sakız kokuları içinde uyuşmuş gibi görünen bu sakin adası, Sarayın bir menfası hükmündeydi. Gözden düşen, fikirlerinden korkulan mabeyin adamlarını buraya mutasarrıf gönderirlerdi. İsmail Çavuş, kırk seneden ziyad’e bir zaman bunlara hizmet etmiş, her birinin meyil ve meşrebine göre hocalar, dervişler, hâkimler, münşiler, şairler ve musikişinaslardan mürekkep meclislerinde, içki âlemlerinde neler öğrenmemişti. Bu okuyup yazmayan kaba saba adam, bazen Saray tarihinin hususiyetlerinden bahseder, Nabi’den, Nedim’den beyitler okurdu.
Çavuş, pek az kimseyi beğenir, idare işlerini mütemadiyen tenkit ederdi. Zalim bir görüşü, zehir gibi bir dili vardı. Düşündüğünü mutlaka söylemek ihtiyacındaydı. ¦ Fakat Saray adamlarından öğrendiği şekil nezaketi sayesinde fikirlerini çok kere dolambaçlı bir lisanla söyler, başını derde sokmaktan kurtulurdu.
O sabah, kasabadan ayrıldıktan sonra mutasarrıfın hakkını teslim etmiştim. İsmail Çavuş, böyle teftiş seyar’ halleri için bulunmaz bir arkadaş.
İhtiyar jandarma, kalın kaşlarını kaldırıp yüzüme baktı, belli belirsiz bir istihfaf ile gülümsedi:
— Dininden sana, bana ne ki Doktor Bey… O, Allah ile kendi arasında bir iş… Benim atı da dereye sokup abdest aldırayım, beline köteği vurup secdeye yatırayım, yemini, suyunu kesip mükemmel oruç tutturayım… însan olmadıktan sonra ibadet etmiş neye yarar ki?… Beş altı yıl evvel burada İlyas Efendi diye bir doktor vardı… Toprağı bol olsun, gâvur muydu, çıfıt mıydı ben de bilemem amma, nice Müslümanlardan iyi idi. Başı darda kalana medet ederdi… Hâşâ sümme hâşâ, ben Cenab-ı Hakkın yerinde olsam bu İlyas Efendinin kabrine her gece nur indirirdim.
Gülerek :
— Tövbe de Hacı Çavuş dedim, günaha giriyorsun.
İhtiyar jandarma, şaka ettiğimi anlamıştı. Fakat ciddiyetini hiç bozmadan garip bir günah nazariyesi atmaya başladı:
—
Taşın kime ait olduğunu anlamış, gayri ihtiyari gü-lümsemiştim. O da boyalı pos bıyıklarının içinde gizlenmiş sinsi bir gülümseme ile devam etti:
— Günah, dilden çıkmaz Doktor Bey… Günah, elden çıkar…
On dakikadan beri etrafımızı saran, ağır kokularıyle başıma hafif bir afyon sersemliği veren ağaçlar, yolun bir dönemecinde birdenbire açılıyor, karşıda yüksek bir sırt görünüyordu.
İhtiyar jandarma, yine hayvanını durdurdu :
— Parmağımın doğrusuna bak Doktor Bey… Şu tepenin tâ ucunda, uzun uzun ağaçlar var…
Onlar servidir. Nazmi Beyin çiftliği o ağaçların ardmdadır… Tâ denize kadar iner.
— Bu adam yerli mi Çavuş?
__ Eh, yerli sayılır ya… Bu Ayazma çiftliği ona babasından kaldı… Rahmetli, otuz beş yıl evvel burada mutasarrıftı… Bir mübarek adamdı. Adaya çok iyiliği vardı. Zatıâliniz bu Nazmi Beyi tanışan çok seveceksin Bey… Zatıâlinizin de ona benzer bir iki halini gördüm… Hele geçen gün o Meşincioğlu Kerim Beye yaptığın işe parmak ısırdım… Zatıâliniz kuzu gibi uslu görünüyorsun amma, kızınca, maşallah, barut gibisin.
İhtiyar jandarmanın bana gösterdiği muhabbet ve emniyet, sebepsiz değildi. Geldiğimin üçüncü, yahut dördüncü günü idi. Kasabadaki ilkokuldan bir şikâyet geldi… Kontratçı, bir zamandan beri okula fena et veriyormuş… O gün de öyle yapmış… Okul müdürü, ihtiyar, sakin bir adamdı.
Gazeteye sarılı bir et parçasını elinde sallıyor, teessüründen âdeta ağlıyordu : «Beyefendi evlâdı
vatanı elimizle öldüreceğiz… Kerim Bey isminde, eşraftan, daha doğrusu mütegallibeden bir kontratçımız var… Bir türlü diş geçir emiyorum… Herif, aynı zamanda vilâyet meclisinde de üye.
İcabeden bütün makamata baş vurdum. Kimseden imdat yok!»
Zaten daha ilk geldiğim gün, bu yadigârın başka bir olayını haber almıştım. Müdüre :
— Siz müsterih olun… Etleri bana gönderin!… dedim ve beş dakika sonra belediye dairesinin önünde mahalle köpeklerine güzel bir ziyafet verdim. Köpeklerle beraber halk da sokağa toplanmıştı. Fakir bir kocakarı, kaldırımın üstünde çırpınıp bağırıyor: «Efendi oğullarım, Allah, peygamber rızası için bana da bir parça verin… Kokmuş et bana dokunmaz; ben, yıllanmış kurban eti yemeğe alışığım.» diye yalvarıyordu. Belediyenin önü bir bayram yerine dönmüştü.
Yarım saat sonra Meşincioğlu Kerim Bey, dairedeki küçük odamı mübarek vücuduyla şereflendiriyordu. O bir nevi derebeyi idi. Hükümet memurlarına uşak gibi muamele etmeğe alışmıştı. Vurmadan oda kapımı açtı. Küstah bir tavırla masamın önüne dikilerek hırsından tıkanmış sert bir sesle :
— Efendi, sen kim oluyorsun, diye bağırdı.
Odaya girenin farkında değilmişim gibi sigaram dudağımın ucunda, başım önüme eğilmiş, yazı yazmağa devam ediyordum.
Masamın ucuna bir yumruk indi.
— Efendi, sana söylüyorum… Sen, Meşincioğlu’nün etlerini ne cesaretle köpeklere atarsın?
Başımı kaldırdım, sakin bir istihfafla yüzüne bakarak :
— Sen dışarı çık, dedim, Meşincioğlu Kerim Beyefendinin bir şikâyetleri varsa tabiî kendileri söylerler.
Birdenbire şaşırdı. Seyrek sakallarının her teli ayrı ayrı titriyordu, vücudu ispazmoza tutulmuş gibi oynuyordu :
— Sen benim Kerim Bey olduğumu bilmiyor musun?
Yalancı bir saflıkla gözlerimi açtım, aynı sakin istihfafla :
— Sen her halde Kerim Beyin uşağı olacaksın… Efendiden bir adam görev başında bir memura böyle muamele edilemiyeceğini bilir… Haydi bakalım, çek arabanı… Seni efendine şikâyet edip kovduracağım.
Kontratçının yüzünde bir damla kan kalmamıştı :
— Efendi… Efendi… Efendi!… ”
diye tıkanıyor, yumruklarını sıkıyor, üstüme atılacak gibi vaziyetler alıyordu.
Yavaş yavaş ayağa kalktım. Aynı sükûn ile:
__ Daha ne duruyorsun ya? dedim.
Yapacağım şeyi hazırlamıştım. İmam lataları biçimindeki siyah sof ceketinin ensesinden yakalayacak, eski bir koyun pöstekisi gibi kapıdan dışarı atacaktım. Hatta başı koridorun taşlarına çarpmasın diye tedbir bile almış, kapının dışında duran bir meşin hademe koltuğunu hedef tayin etmiştim. Fakat Meşincioğlu sertliği nisbetinde de kurnaz, zeki bir adamdı. Büyük heyecanına rağmen başına gelecek şeyi derhal anladı ve benimle mahkeme huzurunda hesaplaşacağını söyliyerek dışarı çıktı.
Vakayı tesadüfen kapıdan seyreden İsmail Çavuş, pek keyiflenmiş ve beni kahraman gibi görmüştü.
Adanın büyük, küçük bütün köylerini dolaştık. Beş gün süren bir devirde yol arkadaşım, köprü
başında gördüğümüz adamdan birçok defalar daha bahsetti. Her yerde onun izine, eserine tesadüf ediyorduk: Burada tamir ettiği bir çeşme, ötede fakir talebeleri için her hafta para ve yiyecek gönderdiği bir küçük köy mektebi… Ondan, daha başka kimselerin de sevgi ve hürmetle bahsettiklerini işittim. Bir kadın : «Damadımı kasabada gümrük kolcusu yazdırdı. O olmasaydı
kızımla torunlarım açlıktan ölecekti.» diyor, ihtiyar bir derviş : «Nur-ı basardan mahrum olmuştum. Nazmi Bey, beni İzmir’e gönderdi, ameliyatla gözlerimi açtırdı. Bu dünyayı onun sayesinde görüyorum.» diye ellerini açıp dua ediyordu.
Hasılı, İsmail Çavuşun sözlerini birçok kimselerin bir nakarat gibi tekrar ettiklerini işittim:
«Cenab-ı Hak, kitabında Muhammed’in son peygamber olduğunu söylememiş olsaydı, ona peygamber derdik.
(M…)de bir On Temmuz şenliği akşamı… Üç günden beri karısıyle beraber bende misafir olan bir doktor arkadaşımla belediye bahçesinin deniz üstündeki terasa-smda oturuyoruz… Güneş batalı epeyce zaman olmuş… Uzaklarda engin ile gök arasında sarı bir aydınlık izinden başka bir şey yok…
Bizden az ileride terasın renkli kâğıt fenerlerini yakmakla meşgul garsonları seyreden Madam İrma Ziya yanımıza geldi:
— Yemeğe daha biraz vakit var… Rıhtımın nihayetine kadar gidip gelelim mi? dedi.
Bu gece, bayram şerefine bütün kasaba donanıyor; allı, yeşilli fenerler, rıhtımın kıyısındaki sulara eski çevre oyalarını hatırlatan şekiller çiziyordu. Yemek vakti olduğu için deniz kenarı henüz tenha idi.
Yavaş yavaş yürümeğe başladık. Gazinolardan birinin bahçesinde bir Rumen mızıkası enginden esmeğe başlayan rüzgârla ve sulanmış yolların kokusu ile garip bir alâkası var gibi görünen mahzun, hafif bir parça çalıyordu.
Sade kasaba değil, köyler de bu gece şenlik yapıyorlardı. Uzak deniz kenarlarında, tepedeki köylerde funda ateşleri yanmağa başlamıştı. Madam Ziya, bana:
— Bu (M…) adası ne şirin bir yer, dedi. Bana pek bildiğim bir yeri hatırlatıyor gibi… Fakat bir türlü bulup çıkaramıyorum.
— Belki biraz İzmir’i dedim, rıhtımı onun meşhur kordonuna bir parça benzemiyor mu?
— Güzel buldunuz… Hele bu gece… Siz burada uzun müddet kalmak fikrinde misiniz Kemal Bey?
— Birkaç sene ilişmezlerse memnun olacağım… Her halde şimdilik çok seviyorum… Sakin bir yer… Havası güzel, güneşi güzel, insanları zararsız.
— Fakat denizlerin ortasında bir parça kaybolmuşa , benzemiyor mu?
— Zannediyorum ki bu (M …) adası saadetini bir parça da yol uğrağı bir yer olmamasına borçlu… Burada ihtirasın hiç bir nev’ine tesadüf edilmez. Dağlarda çiftçilik, çobanlık eden Müslümanlarla sahilde balıkçılık eden Rumların gayet iyi geçindiklerini görüyorum… Ahali; az, fakat kolay kazanıyor, fazlasını istemek ihtiyacını duymuyor. Zaten burada büyük iş yapmak için maddî imkân da yok… Büyük ihtirasların sarsıntısını bilmiyen halk, bir parça çocuk kalmış… Hurafe ve efsanenin bu adada büyük bir mevkii var… Çocuklar; ihtiyarlara, ihtiyarlar; çocuklara az çok benzer… Erkeklerin sokaklarda, bahçe aralarında birbirlerini küçük parmaklarından tutarak ağır ağır, sallana sallana yürüdüklerini gördükçe zannedersiniz ki muayyen bir yerden gelmiyorlar, muayyen bir yere gitmiyorlar; öyle başıboş dolaşıyorlar… Adi günlerde size öyle gelir ki bunlar hayata küsmüş insanlardır. Fakat düğünlerde; bayramlarda, şenliklerde çocuk gibi bütün ruh-larıyle eğlendiklerini görür ve müsterih olursunuz… Kasabayı gördünüz. Haline göre, her şeyi tamam, şirin, medenî bir yer… Rıhtım için söylediğimi, kasaba için de tekrar edeceğim: Âdeta bir İzmir minyatürü… Yarından itibaren sizi biraz köylerde gezdireceğim… Hiç umulmayacak yerlerde eski köprülere, çeşmelere, namazgahlara, mescit, tekke ve ayazmalara tesadüf edeceksiniz.
Kırk, elli adım ilerimizde uzunca boylu, siyah elbiseli bir adam yürüyordu. Bir köşe başını
dönerken bir an durdu, sigarasını yaktı. Kibritin alevini rüzgâra karşı muhafaza etmek için biraz yana dönmüştü : Ayazma çiftliği sahibi Nazmi Bey’i tanıdım.
Arkadaşlarıma :
— Keski biraz hızlı yürüseydik, dedim. Size Adanın en şayan-ı dikkat çehresini göstereceğim.. Öyle bir adam ki, Madam îrma, eğer Fransanızda yaşamış olsa öldükten sonra «kanonize» ederler, resmi önünde mum yakarlardı… (M…) adası onu bir peygamber gibi tanır ve sever.
Nazmi Bey girdiği dar bir sokağın karanlığı içinde kaybolmak üzere idi. Genç kadın gülerek :
— Yazık, dedi, bir peygamber görmek beni pek memnun edecekti.
Biraz sonra çarşı meydanında bir ikinci tesadüf oldu. Nazmi Bey, liman idaresinin kapısı önünde iki sakallı adamla konuşuyordu. Madam Ziya’ya :
— Şansımız var, dedim. Peygamber yine karşımıza çıktı. Kapının üstündeki «Yaşasın 10 Temmuz» levhasının ışığında yüzünü istediğiniz gibi seyredebilirsiniz.
Kadın, birdenbire arkadaşının kolunu yakaladı:
— Garip, çok garip, dedi, dikkat et Ziya… Prens de Bosfor değil mi?
Ziya, aynı hayretle karısını tasdik etti: ı— Evet, evet… Tıpkı o… Fakat imkânı yok… Burada, bu vaziyette!!!
— Ben senin yerinde olsam konuşurdum, Ziya!
— Olur mu öyle şey?
— «Prens dö Bosfor» dediğiniz kim?
Genç kadın, cevap verdi :
.—’ Ziya ile ilk evlendiğimiz sene Paris’te tanıdığımız bir çapkın Türk zabiti… Ziya «Monpelye» de çalışıyordu. O, istanbul’dan «Sensir» de tahsile gelmiş genç bir erkânıharp zabiti idi. Çapkın, müsrif, sefih bir çocuk… Eğlence yerlerinde Prens dö Bosfor diye âdeta bir küçük şöhret yapmıştı.
— Her halde bu, bir benzeyiş olacak, dedim, bu, Nazmi Bey isminde bir yerlidir…
Genç kadın, hafif bir feryat kopardı:
— Nazmi mi dediniz? O halde şüphe yok…