Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce… Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek.
Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü… Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri… Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır.
Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi.
Suskunlar‘ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…
***
Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri’nin (saadetleri dâim olsun) Kostantiniye’de bulunduğu zamanlarda, yani Sultan Ahmed-i Sânî Han Efendimiz’in devri saltanatından sonraki senelerden birinde, Şaban ayının ondördüncû gecesi, Yenikapı’nın dar ve ıssız sokaklarında kol gezen o ihtiyar bekçi, gökyüzünde ansızın kapkara bulutlar peydâ olur olmaz hiç şaşırmamıştı. Çünkü Padışâh-ı din-fenâ Hazretleri’nin (Allah saltanatını dâim eylesin) mülkü olan şu Kostantiniye’de, yerin olduğu kadar göğün de, beklenmedik durumlara sahne olabileceğini az çok bilmekteydi. Elinde muşamba fenerle, o ilerlemiş yaşı dolayısıyla sokakta ağır aheste yürüyen bekçi, ucu demirli asâsını iki adımda bir yere vurup tıngırdatarak mahalle sakinlerine varlığını belli ediyordu. Taş döşeli ıssız sokaklarda işitilen sadece bu tıngırtılar değildi elbette. Adamcağız kulak kabartsaydı, gece gizlice girdikleri evlerde mâsum çocukların kanını iştahla emen upirlerin dudak şapırtıları, insan eti yiyen lânetli gulyabanîlerin homurtularını, yağmur ve kasvet yüklü kara bulutlardan ve kapkara kâbuslardan kopup gelen karakoncolosların böğürtülerini de işitebilirdi. Ama yatırlarından kalkan mübârek evliyalar, lahitlerini terk eden lânetli ölüler ve nâmübârek yaratıklar hakkındaki efsane ve söylentilerin hakikatin ta kendisi olabileceğini aklına bile getiremeyen ihtiyar bekçi, cinlerin fısıltısını dinlemek yerine kalın keçe abasına daha bir sıkı sarıldı. Çünkü birbirlerinin peşinden koşan devasa aygırlar gibi gök kubbede dört nala, dört bir yana koşturan simsiyah bulutlarda revnaklar oynaşmaya başlamış ve ilk yıldırım Ayasofya’nın avlusuna düştüğünde, insanın iliklerine işleyen dondurucu rüzgâr, adamcağızın kulaklarında uguldamıştı. Gök gürültüsünün ardından sokakta, rüzgârın süpürdüğü yaprakların hışırtısı duyuldu. Ama ne hikmetse, yağmur bir türlü yağmıyordu. Bu durum pek hayra alâmet sayılmazdı. İhtiyar bekçi o uğursuz gıcırtıyı işte tam bu sırada işitti. O kadar kasvetli, o kadar tekinsiz bir sesti ki bu, şeytanın zifirî karanlıktan yonttuğu bir ifritin kahkahasına benziyordu. Bu tekinsiz sedânın kaynağını görmek isteyen bekçi, elindeki feneri havaya kaldırdı ve karanlığın kendisinden gizlediği şeyi sanki daha iyi görecekmiş gibi hafifçe eğildi. Ancak muşamba fenerin yaydığı cılız ışığın menzili on adımdan fazla değildi. Tam o sırada çakan bir şimşekle her taraf aydınlanıverdi ve adamcağız karşısında, Yenikapı Mevlevihânesi’ni seçti. Evet! İnsanı kahreden o gıcırtı, semâhânede ‘döndüklerinde’ etekleri açılan tennureleri ve başlarında sikkeleriyle. Mevlevî dervişlerinin haftada iki kez mukabele icrâ ettikleri binadan geliyordu! Zavallı ihtiyar bekçi, “Acaba bu mübârek binaya bir hırsız mı girdi? Yok! Yok! Gıcırtı mutlaka açık unutulmuş bir kapıdan geliyordur,” diye içinden geçirip mevlevîhâneye doğru yürümeye başladı. Bahçeden girip binaya yaklaşınca gerçekten de kapının, sert rüzgârın etkisiyle menteşelerinde gıcırdayarak gidip geldiğini fark etti. Durumu canlara haber verse iyi olacak gibiydi. Elini ağzına götürerek içeriye, “Hooo! Kimse yok mudur?“ diye bağırdı. Ama aksi gibi bir cevap gelmedi. Üstelik, ne tuhaf ki, dervişlerin dönerek semâ ettikleri meydan-ı şerife açılan kapının ardından mavi bir ışık sızıyordu. Adamcağız şaşırmıştı! Binaya girdi ve açmadan önce kulağını kapıya dayayıp içeriye kulak verdi: Seslere bakılırsa, sanki biri döşeme tahtaları üzerinde yürüyor yahut kımıldıyordu. Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle kapıyı açar açmaz, adamcağızın beynine sanki balyoz indi.
Hayâlet tam karşısındaydı!
Tövbeler tövbesi! Başında Mevlevi külahı ve üstünde etekleri açılmış tennuresi ile semâ ediyor, bir kolunu yukan açmış dönüp duruyordu. Ama hayâletin asıl korkunç tarafı, gövdesi döndüğü hâlde kafasının sabiı kalması, delici bakışlarını bir an olsun zavallı bekçiden ayırmamasıydı. Semâ ederken çevreye mavi bir nür yayıyor ve ince dudaklarındaki kıvrıma bakılırsa, belki de adamcağıza ürkütücü bir şekilde gülüyordu. Eli ayağı gevşeyen bekçinin tam üç gün üç gece tir tir titremesinin ve bir hafta boyunca konuşamamasının yegâne nedeni de işte bu hayâletti.
Rivâyet odur ki, hayâletle karşılaştığında yüreği oynayan ihtiyar bekçinin sözlerine Allah’ın bir tek kulu bile inanmamıştı. Elbette, şişirmece ve uydurmacalara ahâlinin karnı toktu. Din âlimleri medreselerde ve imamlar da cuma hutbelerinde öfkeyle, ölümle bedenini terk edip âhiret yolculuğuna çıkan ruhun, pusulayı şaşırıp yaşadığımız şu ölümlü dünyaya geri dönmesinin, hâşâ imkânsız olduğunu beyan ediyorlardı. Ama bekçinin anlattığı kurt masalını içkiye tövbeli efendilerin yuhalayıp alaya almalarına rağmen, Samatya meyhanelerindeki çakırkeyifler az buçuk kulak kabartıyor, körkütük olanlar dinliyor, zilzurna sarhoş olanlar ise bu hikâyeye, kelimesi kelimesine inanıyorlardı. Bu konudaki şâyia doğruysa, çok değil hemen hemen iki hafta sonra bir gece yarısı hayâlet bu kez, Yedikule Zindanı civarındaki Sinanpaşa Câmii minaresinin şerefesinde zuhür etmişti. Ahali Kelime-i Şahadet getirdikten sonra sokağa dökülmüş, minaredeki hayaleti görür görmez herkesin yüreği ağzına gelmiş ve bu, kıyâmet alameti sayılmıştı. İşte asıl, bu gece yarısı olanlardan sonradır ki, hayâlet efsanesi ağızlarda sakız oldu. Hele hele hayalet, Gülâbi adında bir Kıptî’ye göründüğünde yer yerinden oynadı. Yaşadığı bu korku sonucu saçları bembeyaz kesilen bu Kıptî, Samatya yakınlarındaki Narlıkapı İskelesi’nde mehtabı seyrederken bir ara efkârlanıp oracıkta Arabân bir şarkıyı terennüm etmeye başlamıştı. Anlattıkları doğruysa bir yandan da armudî kemençe çalıyordu. Şarkının ikinci hanesini bitirdikten sonra arkasından masmavî bir ışık geldiğini fark etmiş ve dönüp baktığında hayaleti görüvermişti. Şahitlerin dediği gibi gerçekten de mavi bir nûr saçan hayalet, arkasında çömelmiş, ellerini dizlerine götürerek usûl vurmaktaydı. Gözleri yuvalarından uğrayan zavallı Gülâbi tabanlan yağlayıp tozu dumana katarak kaçmış, nefes nefese obasına vardığında şâhit olduğu bu tüyler ürpertici olayı hısmına akrabasına anlatmıştı. Ancak obanın ileri gelenleri zavallı Kıpti’nin başına gelenleri ona buna bire bin katarak naklettikleri için Kostantiniye yayılan hayâlet söylentileriyle günlerce çalkalandı. Hattâ söylenenlere göre Pâdişâh Efendimiz, Gûlâbî’yi ayağına getirtip ona hayaletin eşkalini sordu ve aldığı bilgilere karşılık olarak bu âdemoğluna on filori bahşiş ihsan eyledi. Gülâbî’nin Efendimiz’den yedi altun daha istediği, bu bahşişi de koparıp huzurdan ayrılmasını takip eden günlerde de arsızlık ederek tekrar tekrar bahşiş talep ettiği söylenegelmiştır. Rivâyet doğruysa Efendimiz daha çok, hayaletin cinsiyetiyle ilgilenmişti. Çünkü kalın duvarlardan geçebilen ve sınır engel tanımaksızın kâh orada kâh burada peydahlanan bu hayâlet eğer erkekse, günün birinde Harem-i Hümâyûn’da ortaya çıkıp kadınlara ve câriyelere musallat olabilirdi. Bundan dolayı haremağalarına Pâdişâh Hazretleri’nin, efsun ve buhûrdanlarla hayâlet tehlikesinin bertaraf etmelerini fermân buyurduğu söylentisi de ağızdan ağıza dolaşmıştı bir zamanlar.
.*.
Hızır Paşa’nın yedi katlı mehterânı, Ayasofya’daki köşkün bahçesinde, Peygamber Efendimiz’in ümmetinden olanları sabah namazına kaldırmak için nevbet vuracaktı. Sabahın ilk horozları ötmeye başladığında, zaman zaman esen hafif rüzgâr, yıldızlı gökyüzüne uzanan dev çınarın yapraklarını hışırdatıp yüksek duvarlardaki kandillerin kızıl alevlerini titreştiriyordu. Ne gariptir ki, sabahın köründe köşkün geniş bahçesinde içtima eylemiş o ağaların ve efendilerin nemrut çehreleri, alevler kımıldadıkça daha bir hissiz, daha bir amansız görünmekteydi. Kıdemine ve rütbesine göre kimisi lâcivert, kimisi de kırmızı kaput giyip kavuklarına allı yeşilli destârlar sarmış bu âdemoğulları, Hızır Paşa’nın mehter takımının neferleri idiler. Ehl-i kıble’yi namaz denilen farizayı eda etmeye ve Ehl-i kitab’ı da bir umut, salâha ve felaha dâvet amacıyla buradaydılar. Bu yüzden kendilerini, din yolunda savaşan gazilerden pek farklı görmedikleri, gözlerinde oynaşan imân kıvılcımlarından belli gibiydi. Boruzenler, çcvgânîler, davulzenler, zurnazenler, nakkarezenler, zilzenler ve kûsîler yarım daire, yahut daha ziyâde hilal şeklinde toplanmış, ayakta bekliyorlardı. Nevbet zamanının geldiğine kanaat getiren bir davulzen, mehterbaşına doğru yürümeye başladı. Bu adamların önderi olan mehterbaşı ise, bahçedeki çeşmede aptest alıyordu. Sabah karanlığında horozlar ve gece kuşları öterken bu adam, niyet ettikten sonra suyu ağzına alıp gargara yaptı ve tükürdü. Davulzen ona usûl gereği gür ve saygılı sesiyle, temennâ ederek,
“Vakt-i sürür ü safâ mehterbaşı! Hey! Hey!” diye bağırdı. Mehterbaşı burnuna çektiği suyu sümkürdükten sonra, sinirli bir sesle, “Az bekleyin hele!” dedi. Sarı pabuçlarını çıkararak, ayaklarını da ıslatıp ovduktan sonra kurulandı ve başlarına geçmek için takıma doğru yürüdü. Önlerine gelince, “Merhaba ey mehterân!” diyerek onları selamladı. Takım da bir ağızdan ona, “Merhaba ey mehterbaşı!” diye cevap verince adam, çalınacak eserin adını duyurdu:
“Hüseynî semâî icrâsı için… Has dur!”
O anda zurnalar ve borular dudaklara götürüldü, davul ve kös tokmakları ve nakkare zahmeleri vurulmak üzere havaya kalktı. Derken mehterbaşı bağırdı:
“Yallah!”
Bu emirle büyük bir gürültü kopunca, ürküp ağaçtaki yuvalarından kaçan kuşların kanat sesleri duyuldu. Semaî muhteşemdi. Hızır Paşa’nın zurnazenleri zurnalarını zırıl zırıl zırıldatırlarken zırıltı zirveye varıp hitam bulunca, ortamda sanki tâmmât başlıyor, tâk tâk tâmmeleri ile köszenler tokmakları vurup tumturâk ile kösleri tokur tokur tokurdatıyorlar, tokmaklarını sanki kafirin beynine indirmek için ta yukarı kaldırıp köslere acımasızca darp ederlerken, dudakları hınçla yukarı doğru büzülüyor; çevganîler ise çın çın çıngıraktan çınçılan misâli çıngır çıngır çıngırdata çıngırdata sallarlarken, davulzenler tokmaklarını güm güm indire indire davulları gümgüme ile gümbür gümbür gümbürdetiyorlardı; bu arada boruzenler de yanaklarını şişirip borularını ciğerlerinin bütün gücüyle üflemedeydiler. Bu takımın galeyâna kapılan üyeleri, bazen de aşka gelerek, “Yektir Allah!” diye haykırmaktaydı. Sanki kıyâmet kopmuştu.
Mehterân nihâyet dügâh perdesinde karar edip durdu ve semâî böylece bittiğinde sıra duâ okumaya geldi. Sesi güzel bir nefer diğerlerinden ayrılıp ortaya geldi ve ağzını açıp hançeresini yırtarcasına, “Eûzübillah! Eûzübillah! Hudâ’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallah…” diye bağırarak gülbang çekmeye başladı. Ezan okunmasına az bir zaman kala, yani Kostantiniye’deki yüzlerce câminin binlerce müezzini, ıhlaya pohlaya minârelerin merdivenlerinden şerefelere tırmandıkları esnada, duayı şöyle bitirdi:
“…Bilcümle İslâm’ın necat ve saadet ve selametine pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devranına ‘Hû’ diyelim, Hûûû!..”
Mehterândaki herkes “hû” çekerken köslerle, nakkarelerle ve davullarla tremolo yapılıyor, tokmaklar ve zahmeler gulguleli vuruluyordu. Dokuz kere “hû” çekildikten sonra, köse inen üç darbe ile mehtarânın nevbeti tamamlandı. Neferler temennâ ile birbirlerini selâmladılar. Bu esnada dört bir yandan, farklı makamlarda okunan ezan duyuldu. Namaz kılıp tespih çekerek Cenâb-ı Hakk’a yalvarma zamanı gelmişti. Mehterândaki ağalar ve efendiler ağır ağır toparlanırken, içlerinden bir köszenin herhalde farklı bir niyeti vardı ki, Hızır Paşa Köşkü’nün kapısından gürûh hâlinde çıkan meslektaşlarının arasından sıvışmayı başarıp bahçe duvarına seğirtti.
Kırış kırış suratına ve iyice agarmış pala bıyığına bakılırsa en az yetmiş yaşında görünen bu efendinin gözü açık, kantarı belinde, uyanık biri olduğu fıldır fıldır oynayan gözlerinden belliydi. Boyu kısa olmasına kısaydı ama, sesi oldukça kalın ve gürdü. Bu nedenle arkadaşları ona “Kalın Musa” diye hitap ederlerdi. İşte aslında, bu ihtiyarın ağzı son derece pisti! Ona buna kantarlı, sunturlu, okkalı küfürler savurmayı huy edindiği için tam iki kez mehterândan kovulup ekmeğinden olma tehlikesi atlatınca Kalın Musa, “Bir daha küfür edersem ecdâdımı cümle âlem kerksin!” diye yemin etmişti. Ama defter-i kebirinde öyle sövgüler vardı ki, dirhemini yiyen it kudururdu. Arkadaşlarına katılmadığına göre bu efendi, İslâm dininin farzlarından biri olan namazdan firar ediyor olmalıydı. Kırmızı kaputunun eteklerini toplayıp kuşağına arkadan sokuşturduktan sonra, ihtiyar görünmesine rağmen çevik bir hareketle bahçe duvarına tırmandı. Yan sokağa doğru tam atlayacaktı ki, duvarın yanında bir armut ağacı olduğunu fark etti. Tepesinde bir armut göze çarpıyordu. ihtiyar adam koynundan çıkarttığı kös tokmağıyla dalı biraz kendine doğru eğdi ve meyveyi dalından kopardı. Duvardan tenha sokağa atladıktan sonra armudu biraz sıktı ve burnuna götürüp kokladı. Meyvenin ham olduğunu fark edince, “Hay senin!..” diye tam bir de küfür sallayacaktı ki, tövbe ettiği aklına geldi. Yine de üç gün bekletirse, armudun olgunlaşma ihtimâli vardı. Arnavut kaldırımı gibi taş döşeli ve ortasındaki kanaldan pis su akan, daracık ara sokakları tercih ederek Sofuayyaş Mahallesi’ndeki evine doğru yürümeye başladı. İçine bir kurt düşmüştü: Zulada saklayıp olgunlaşmaya bırakacağı meyveyi, yaşadığı o daracık evinde, hem de kendi kanından olan bir namussuz, bir şerefsiz, bir haysiyetsiz acımadan mideye indirebilirdi. Bir hayli düşündü taşındı ve nihayet, “El yiyeceğine ben yerim!” dedikten sonra ham armudu oracıkta mideye indirdi. Ama çekirdeklerini ağzından çıkarıp dikkatle mendilinin arasına koyuyordu. Çünkü bir çekirdek, bir armut ağacı demekti. Bu ağaç da yılda en az ikiyüz meyve verirdi. Bu miktardaki armudun râyiç satış fiyatı üçyüzelli akçe kadardı. Bu da on yılda dokuz altun ederdi. Şu durumda, mendilindeki çekirdeklerden sadece birinin fiyatı da bu olmalıydı. Ama aslında parada pulda pek gözü yoktu. Çünkü gönlü zengin biriydi. Hava aydınlanırken öylece, sırf gönlünden koptuğu için, sahibi olduğu çekirdeklerden birini başının gözünün sadakası olarak kör bir dilencinin çanağına attı.
Evine dönmek için Kalın Musa’nın seçtiği yollar, dar ve inişli çıkışlıydı. Sokaklar, birbirleri içine geçmiş, ancak ve ancak bir yangında yok olmaya kararlı görünen ve on yıllardır yerçekimine direnip bir türlü çökmeyen, eğri büğrü, yamuk yampiri, sıra sıra ahşap evlerle dop doluydu. Kurtların kemire kemire bitiremedikleri tahta akşamları, rüzgârın esintisiyle gıcırdayan ve ahşap kaplamaları şiddetli yağmurların ve kızgın güneşin etkisiyle kararmış bu evlerin en çok göze çarpan özelliği, sağlam ve yüksek alt katları üzerinde, sanki çiçek gibi açılan, göğüslemelerin taşıdığı çıkmalar veya cumbalarıyla daha büyük ve daha ferâh olan üst katlarının ve nihâyet tepelerinde geniş saçaklarıyla koskoca çatılarının olmasıydı. Bu evlerin çoğunun en az bir cephesi yemyeşil sarmaşıklarla kaplıydı. Sarmaşıklar ve ağaçların oluşturduğu yeşillik o kadar sık ve evlerin geniş saçakları birbirine o kadar yakındı ki, o gölgeli ve dar sokaklarda yürüyenlerin yağmurdan ve güneşten etkilenmeleri imkânsız gibiydi. Karşılıklı evler arasına çekilmiş iplere rengârenk çamaşırlar asılmıştı. Ahşap evlerin ve yemyeşil ağaçların oluşturduğu bu dokuyu sık sık ya hayırsever bir paşanın yaptırdığı, bezemeli, yaldızlı ve oymalı bir mermer çeşme ya da gök kubbede her biri ayrı bir yıldızı ve ayrı bir kaderi gösterir gibi sağa sola, oraya buraya eğrilmiş, görenlerin bir Fatiha okumadan edemedikleri, kâtibî, horasanî, kalafatî kavuklu sekiz on mezar taşının göründüğü hazîreler, yahut küçük kabristanlar bozmaktaydı.
Kalın Musa nihâyet, Avrat Pazarı’nın biraz aşağısındaki, Sofuayyaş Mahallesi’ne ulaştı. Ama ne gariptir ki, seyyar satıcılardan konu komşuya, muhtarından bekçisine kadar neredeyse bütün mahalle evin önünde toplanmıştı. Musa adımlarını hızlandırıp biraz daha yaklaşınca, sanki ardını görebileceklermiş gibi penceredeki kafese doğru dikkatle bakan bu meraklı komşulardan bazılarının mendillerini çıkarıp gözyaşlarını sildiklerini, hattâ bir ihtiyar kadının içini çeke çeke ağladığını fark etti. Mahallenin genç imamı bile ağlamaklı olmuştu. “Öküz işte!” diye söylendi Kalın Musa,