Hafiyeler görev başına!Emil ve arkadaşları, tatili geçirmek üzere Baltık Denizikıyısındaki bir evde tekrar bir araya gelir. Birlikte güzel ve sakin zaman geçirirlerken yeni maceraları başlar.Küçük hafiyeler, yeni tanıştıkları Jackie’yeyardım etmek için kolları sıvar.
İçindekiler
Acemiler için Önsöz, 7
Uzmanlar için Önsöz, 12
Başçavuş Jeschke’nin Bir Arzusu Var, 33
Berlin’den Gelen Mektup ve Berlin’e
Gönderilen Mektup, 40
Emil Harekete Geçiyor, 50
Deniz Kıyısındaki Villa, 60
Baltık Denizi’nde Karşılaşma, 72
Gustav ve Fizik, 86
Korlsbüttel’de Varyete, 97
Baba Akrobatın Komiye Teklifi, 107
Dedektifler İşbaşında, 120
Macera, Denizde ve Karada Sürüyor, 132
Pasaport Kontrolü, 144
Kaptanın Dönüşü, 161
Sonraki Adımlar, 171
Ciddi Bir Konuşma, 183
Gösterinin Sonu, 196
Acemiler için Önsöz
“Emil ve Dedektifler”i okumuş olan çocuklar var, henüz okumamış çocuklar da var tabii. Bundan sonra, daha önce okumuş olanlara, kısa yoldan “uzmanlar” demek istiyorum. Okumamış olanlara da “acemiler” diyeceğim. Böylesi bir ayrım yapmam gerekiyor çünkü her iki gruba da özel bir önsöz yöneltmeliyim. “Düzen şart,” diyordu Karl Amca, son tabağı duvara çarparken. Gerçekten de iki önsöz gerekli. Yoksa yaşlı Bay Schlaumeier’in ikinci cildi eve götürmesi ve çocuklarının -yani küçük Schlaumeierlerin- heyecanla, “Ama biz ilk bölümü henüz okumadık ki!” diye bağrışmaları işten bile değil. Bu durumda yaşlı Bay Schlaumeier, kitabı tekrar özenle paketleyip kitapçıya geri götürmek ve “Maalesef, sayın kitapçı, bu alışveriş olmaz, bu kitap ikinci cilt çünkü,” demek zorunda kalabilir.
Çok sayın acemiler! İlk kitabı henüz okumamış olsanız da ikincisini okuyup anlayabilirsiniz. Bu konuda bana güvenin. Emil Tischbein’la ilgili olarak, Elbe nehrinin sağında ve solunda bulunan en eski uzmanlardan biriyim ben. Bu arada aklıma geldi, ilk kitapta olup bitenleri sizlere kısaca anlatabilirim. Anlatayım mı? Pekâlâ. Yalnız önce sayın uzmanlardan sayfaları çevirmeye devam edip hemen ikinci önsöze geçmelerini rica etmeliyim. Oraya kadar anlatacaklarımı onlar zaten biliyor. Sayın uzmanlar! Bir süreliğine bana izin verin. İkinci önsözde tekrar buluşmak üzere! Parola Emil! Birinci kitap Neustadlı ortaokul öğrencisi Emil Tischbein’ın Berlin’e yaptığı yolculukla ilgiliydi. Emil’in Berlin’deki büyükannesine yüz kırk Mark götürmesi gerekiyordu. Ama trende uyurken parayı çaldırdı. Kafasına kaskatı bir şapka geçirmiş Grundeis isimli bir adamdan kuşkulanmaktaydı ama birincisi bu Bay Grundeis’ın gerçekten hırsız olup olmadığını bilmiyordu. İkincisi, Emil uyandığında Bay Grundeis artık kompartımanda değildi. Çocuk, düşünebileceğiniz gibi büyük bir çaresizlik içindeydi. Tren, Hayvanat Bahçesi istasyonunda durduğunda Emil camdan dışarı bakarken kaskatı şapkalı bir adam görünce bir elinde valiz, öteki elinde bir buket çiçekle silahlanmış olarak, siyah melon şapkanın arkasından koştu. Oysa Friedrichstrasse istasyonunda inmesi gerekiyordu! Eyvah ki eyvah! Melon şapkalı gerçekten de Bay Grundeis’dı! Adamın peşine takılıp arkasından tramvaya tırmanan Neustadlı küçük öğrenci, şimdi beş parasız, hiç bilmediği kocaman Berlin’de dolaşıyordu. Yüz kırk Mark’ının peşinden gidiyordu ama Bay Grundeis’ın parasını çalan hırsız olup olmadığını bile bilmiyordu. Bu arada büyükannesiyle kuzeni Pony Hütchen onu Friedrichstrasse istasyonunda bekliyorlardı. Tren Neustadt’tan gelmişti. Ancak Emil yoktu! Ne düşünmeleri gerektiğini bilemiyorlardı. Sonunda büyük bir kaygı içinde evlerinin yolunu tuttular. Aslında yürüyen sadece büyükanneydi. Pony Hütchen yürüyen büyükanneye bisikletiyle eşlik ediyordu. Bay Grundeis, Kaiser Bulvarı’nda, Trautenau Caddesi’nin köşesinde tramvaydan inip Josty Cafe’nin yazlık terasına oturmuştu. (Elbette ki takip edildiğinden hiç haberi yoktu.) Adamın arkasından tramvaydan inip bir gazete bayiinin arkasına gizlenen Emil, orada Berlinli bir çocukla tanışmış, başına gelenleri anlatmıştı. Pantolonunun cebinde bir otomobil kornası taşıyan oğlanın adı Kornalı Gustav’dı. Kornasını çalarak ortalıkta dolanıp arkadaşlarını alarma geçiren Gustav, onlarla birlikte Emil’in yanına geri döndü. Çok geçmeden savaş konseyi toplanmıştı. Cep harçlıklarını koydular ortaya. Bir acil hareket merkezi, bir telefon santralı ve başka gerekli alt birimleri kurdular. Hiçbir şeyden haberi olmayan Bay Grundeis, kafenin terasında karnını doyurduktan sonra bir taksiye atlayıp oradan uzaklaşınca, Emil’le ”dedektifler” başka bir taksiyle adamın peşine düştüler. Bay Grundeis, Nollendorf Meydanı’ndaki Kreid Otel’de bir oda tutmuştu. Bunun üzerine Emil’le arkadaşları, karargâhlarını otelin hemen karşısındaki tiyatronun avlusuna kurdular. Kaskatı şapkalı adamı sadece Gustav izliyordu; Kreid Otel’de bir günlüğüne asansör görevlisi olmuş ve Bay Grundeis’ın ertesi sabah saat sekizde kalkacağını öğrenmişti. Ve sonra… Bay Grundeis, ertesi gün erkenden, saat sekizde pencereden dışarı baktığında, Nollendorf Meydanı’nın tıka basa çocuklarla dolu olduğunu gördü! Daha fazlasını anlatmak istemiyorum. Takibin nasıl devam ettiğini gerçek bir delikanlı gayet iyi bilecektir. Sadece şunu eklemeliyim: Evet, Emil’in parasını Bay Grundeis çalmıştı, ayrıca soyadı sadece Grundeis değildi; en az yarım düzine daha soyadı vardı. Bilindiği gibi seçkin haydutlar hep böyle yapar. Evet. Eğer trende Emil’in yanında toplu iğneler olmasaydı kriminal polis komiseri Bay Lurje’den, o yüz kırk Mark’ı asla alamazdı. Polis, toplu iğneleri kanıt olarak değerlendirmişti çünkü! Ama ağzımdan daha fazlasını alamayacaksınız. Örneğin bin Marklık ödülle ilgili tek kelime bile etmeyeceğim. Benden çarpık çeneli Grandük Karl’ın anıtı veya günün birinde nasıl olup da bir bıyık ve kırmızı burun edindiği ya da dokuz atın çektiği bir trenle Emil’in peşinden giden Çavuş Jeschke hakkında hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz. Sonunda Emil’in annesinin Berlin’e geldiğini de kendime saklıyorum. Bir erkek gerektiğinde susabilmeli. Son olarak sadece Emil’in büyükannesinin en sonunda, “Para sadece posta havalesiyle gönderilmeli,” dediğini aktarmak istiyorum sizlere. Gördüğünüz gibi kendisi çok akıllı yaşlı bir hanımdı. Hâlâ da öyle. Onunla tanışacaksınız.
Ama önce uzmanlar için önsözü bastırmam gerek.
Ah, doğru ya, uzmanlar!
Uzmanlar için Önsöz
Emil’in Bay Grundeis’la yaşadığı maceradan iki yıl sonra, Kaiser Bulvarı’nda, herkesin bildiği Trautenaus Caddesi’nin köşesinde, son derece tuhaf bir şey yaşadım. Aslında 177 numaralı hatla Steglitz’e gitmek istiyordum. Steglitz’de halletmem gereken önemli bir işim olduğu için değil. Ben, kentin tanımadığım, kimse tarafından da tanınmadığım semtlerini gezmeyi seviyorum. Sonra sanki yabancı bir yerdeymişim düşüncesine kapılıyorum. Kendimi iyice yalnız ve terk edilmiş hissettiğimde ise hemen eve dönüp yuvamda keyifle kahvemi içiyorum. Ben böyleyim işte. Ama o gün Steglitz’de yapacağım dünya seyahati suya düştü. Tramvay durmuş, ben tam ön kapıdan binmek üzereyken tuhaf bir adam inmişti aşağıya.
Kaskatı siyah bir şapkası vardı; sanki vicdanı pek temiz değilmiş gibi bakıyordu çevresine. Ön vagonun yanından hızla yürüyüp caddeden karşı tarafa geçerek Cafe Josty’e doğru gitti. Düşünceli düşünceli adamın ardından bakıyordum. “Binecek misiniz?” diye sordu kondüktör bana. “Niyetim var,” oldu yanıtım. “Eh, haydi öyleyse, biraz acele edin!” dedi kondüktör sertçe. Ama ben hiç acele etmedim, kök salmış gibi olduğum yerde kalakalmıştım. Gözümü şaşkın şaşkın arka vagona dikmiş bakıyordum. Çünkü vagondan elinde valiz ve pelür kâğıda sarılmış bir buket çiçek taşıyan bir çocuk inmişti; çevresini kolaçan ettikten sonra valizini köşedeki gazete bayiinin arkasına çekti, bagajını yere koyup çevresine bakmayı sürdürdü. Kondüktör hâlâ beni bekliyordu: “Ama artık sabrım taşmak üzere,” dedi sonra. “Binmiyorsan binmek istemiyorsun demektir!” Zilin ipini çekti ve 177 numaralı tramvay, değerli şahsımı almadan Steglitz’e doğru yola çıktı. Kaskatı şapkalı bey, kafenin terasında bir masaya oturmuş garsonla konuşuyordu. Büfenin arkasında duran çocuk, gözünü hiç ayırmadan bakıyordu adama.
Ben hâlâ Zeytin Dağı’nın putları gibi duruyordum aynı noktada. (Bu arada Zeytin Dağı’nın putları neye benzer bileniniz var mı? Ben bilmiyorum.) Çok acayipti. İki yıl önce Bay Grundeis ile Emil Tischbein aynı köşede tramvaydan inmişlerdi. Şimdi aynı şey tekrar mı yaşanıyordu? Bir yanlışlık olmalıydı. Gözlerimi ovuşturup tekrar Cafe Jolby’ye doğru baktım. Kaskatı şapkalı adam hâlâ orada oturuyordu! Büfenin arkasındaki delikanlı ise yorgun argın valizinin üstüne çökmüştü; yüzünde kederli bir ifade vardı. Aklımdan delikanlının yanına gidip bütün bunların ne anlama geldiğini sormak geçti. Eğer bana yüz kırk Mark çaldırdığını anlatırsa önüme çıkan ilk ağaca tırmanacağım. Valizin üstünde oturan oğlana doğru yürüyüp, “İyi günler. Sorun ne?” diye girdim lafa. Ama çocuk, sadece valizin üstünde değil, kulaklarının da üstünde oturuyor gibiydi. Yanıt vermedi, durmaksızın kafeye doğru bakıyordu. “Acaba 140 Mark’ın çalınmış olabilir mi?” diye sordum. İşte o zaman gözlerini kaldırıp bana baktı. Sonra başını sallayarak: “Aynen,” dedi. “Şurada, terasta oturan alçak herif çaldı paramı.” Tam başımı sallayıp kesinlikle kararlı olduğum için önüme çıkan ilk ağaca tırmanmaya hazırlanırken yüksek sesle korna çalındı. Korkuyla sıçrayıp döndük. Ancak arkamızda otomobil filan değil, halimize gülen bir delikanlı vardı. “Senin burada ne işin var?” diye sordum. Tekrar korna çalıp: “Benim adım Gustav,” dedi. Az kalsın küçük dilimi yutacaktım. Olağanüstü bir şeydi bu! Rüya görüyor olabilir miydim? O sırada Trautenaus Caddesi’ni koşarak geçen yabancı bir adam, el kol hareketleri yaparak geliyordu üstüme. Hemen önümde durup böğürmeye başladı: “Lütfen düzeni bozmayın! Başkalarının işine karışmasanıza! Dış çekimlerimizi berbat ediyorsunuz!” “Neyin dış çekimi bu?” diye sordum merakla. “Amma kalın kafalıymışsınız,” dedi öfkeli adam. İki delikanlı gülüyordu. Kornalı Gustav: “Burada film çekiyoruz be adam!” diye açıkladı olup biteni. “Elbette,” dedi valizli çocuk. “Emil-Filmi. Ben Emil’i oynuyorum.” “Haydi, işinize bakın,” diye ricada bulundu filmci amca. “Sonuçta film şeridi pahalı bir malzeme.” “Verdiğim bu küçük rahatsızlık için özür diliyorum,” dedikten sonra yoluma devam ettim. Adam, üzerine bir film kamerasının monte edilmiş olduğu büyük bir otomobile doğru koştu, kameraman tekrar çekim yapmaya başlamıştı.
Düşünceli düşünceli Nikolasburger Meydanı’na yürüyüp banklardan birine oturdum. Biraz afallamıştım, uzun süre önüme bakarak öylece kaldım. Gerçi Emil ve Dedektifler öyküsünün filme çekileceğini biliyordum. Ama unutmuşum. Eh, bunun gibi bir öykü, valizleriyle, çiçek buketleriyle, kornalarıyla ve kaskatı şapkalarıyla iki yıl sonra ikinci kez yaşanırsa insanın hayretten gözlerinin dışarı fırlamasına şaşmamalı… Bu arada çok uzun boylu, zayıf bir beyin yanıma oturduğunu fark ettim. Benden yaşlıydı; sapsız gözlüklerinin arkasından gülümseyerek bakıyordu yüzüme. Bir süre gülümsedikten sonra şöyle dedi: “Çılgın bir şey, hımm? İnsan gerçek bir şey yaşadığını düşünüyor. Oysa sadece kurgu.” Sonra, sanıyorum bir de sanatın gerçekliğin kurmacası olduğunu söyledi. Ama kötü bir niyeti yoktu. Bir süre akıllı laflar ettik yaşlı adamla. Bu konuyla ilgili aklımıza artık bir şey gelmeyince şöyle dedi: “Daha sonra burada, şu an sessiz, sakin oturduğumuz bu bankta, Dedektifler Savaş Konseyi toplanacak.” “Nereden biliyorsunuz bunu? Siz de filmde misiniz yoksa?” Güldü. “Hayır. Mesele başka. Ben burada oğlumu bekliyorum. Bazı sahnelerin çekimini denetleyecek. O zamanlar kendisi gerçek dedektiflerden biriydi çünkü.”
Canlanmıştım, yanımda oturan adamı daha dikkatli inceledim. “Sizin kim olduğunuzu tahmin etmeye çalışmama izin verir misiniz?” “Edin bakalım,” dedi neşeyle. “Siz hukuk danışmanı Haberland’sınız, Profesör’ün babası!” “Bildiniz!” diye haykırdı adam. “İyi de bunu nerden biliyorsunuz? Emil ve Dedektifler kitabını okudunuz mu?” Başımı salladım. “Hayır. Yazdım.” Hukuk danışmanı buna olağanüstü sevindi. Birkaç dakika içinde sanki birbirimizi kiliseye kabul töreninden beri tanışıyormuşuz gibi sohbet etmeye başladık. Daha ne olup bittiğini anlayamadan bankın önünde, okul şapkasını çıkarıp bizi selamlayan bir liseli bitiverdi. “Geldin demek, oğlum,” dedi Haberland. Görür görmez tanıdım Profesör’ü. O zamandan beri, çok fazla olmasa da büyümüştü. Elimi uzattım. “Bay Kästner bu,” dedi Profesör. “Evet, benim,” diye haykırdım. “Peki, sizin öykünüze dayanarak yaptıkları film çekimlerini beğeniyor musun?” Profesör gözlüğünü düzeltti. “Çok çaba sarf ediyorlar. Bu yadsınamaz. Ama böyle bir film, çocuklar tarafından yazılmalı ve çevrilmeli. Yetişkinlerin burada işi yok.” Hukuk Danışmanı Haberland, güldü. “Lakabı hâlâ Profesör. Ama aslında çoktan ‘Özel Danışman’ denmeliydi.” Bu arada Profesör aramıza oturup bana arkadaşlarından söz etmeye başlamıştı; Kornalı Gustav’ın artık bir de motosikleti olduğunu, küçük Dienstag’ın ailesiyle birlikte Dahlem’e taşındığını ama eski arkadaşlarını görmeye sık sık kente geldiğini öğrendim. Bleuer, Mittenzwey, Mittendrei, Traugott ve Zerlett hakkında bilgi aldım. Bir sürü yeni haber öğrendim. Kötü Petzold, iki yıl önceki gibi sinsiliğini, iğrenç kabalığını sürdürüyor, sürekli başlarını ağrıtıyormuş. Sonra: “Peki, buna ne dersiniz?” diye sordu Profesör. “Ev sahibi oldum.” Dimdik oturmuştu, olağanüstü gururlu görünüyordu. “Yaşım seninkinin neredeyse üç katı,” dedim, “ve hâlâ evim yok. Nasıl başardın?” “Miras kaldı,” diye açıkladı Hukuk Danışmanı. “Vefat etmiş bir büyük teyzeden.” “Ev Baltık Denizi kıyısında,” diye anlatmaya başladı Profesör, mutluluk içinde. “Önümüzdeki yaz Emil’i ve dedektifleri davet edeceğim.” Kısa bir ara verdi, “Tabii annemle babam izin verirlerse.”
Hukuk Danışmanı çocuğa yan gözle baktı. Gözlüklerinin ardından birbirlerini süzmeleri çok komik görünüyordu. “Saygıdeğer annenle babanı tanıdığım kadarıyla,” dedi Hukuk Danışmanı, “karşı çıkmaya cesaret edemeyeceklerdir. Ev senin. Ben sadece vasiyim.” “Anlaştık!” dedi Profesör. “İleride evlenip çocuklarım olursa onlara aynı senin bana davrandığın gibi davranacağım.” “Tabii babanın sahip olduğu gibi ideal çocukların olması önkoşuluyla,” açıklamasında bulundu Hukuk Danışmanı Haberland. Çocuk, Danışman Bey’e iyice sokulup yaslandı: “Çok teşekkür ederim.” Böylece sohbet bitmişti. Ayağa kalkıp üçümüz birlikte Kaiser Bulvarı’na doğru yürüdük. Cafe Josty’nin terasında, Bay Grundeis rolündeki oyuncu ayaktaydı; Kaskatı şapkasını çıkarmış mendiliyle alnını siliyordu. Önünde yönetmen, kameraman ve gazete bayinin orada beni azarlamış olan adam durmaktaydı. “Buna daha fazla dayanamayacağım,” diye haykırdı Bay Grundeis rolündeki oyuncu kızgınlıkla. “İnsanın midesini bozar bu! Cam kâsede iki yumurta söylemem gerekiyor! Filmin senaryosunda böyle yazıyor. İki yumurta! O kadar! Şimdiden sekiz yumurta yedim, siz ise çekimden hâlâ hoşnut değilsiniz!”
“Çare yok,” dedi yönetmen. “Çekimin bir kez da ha tekrarlanması gerekiyor, dostum.” Kaskatı şapkasını kafasına geçirip kaygıyla gökyüzüne baktıktan sonra oyuncu, garsonu çağırıp üzüntülü bir sesle, “Garson, cam kâsede iki yumurta lütfen!” dedi. Garson, başını sallayarak siparişi not ederken, “Belli ki bu film pahalıya patlayacak!” diye söylenerek çekip gitti.
….