Erich Kästner’in yorumuyla çocuklar için bir başucu kitabı!
Bundan yaklaşık 400 yıl önce, Cervantes’in romanında can bulan bir kahramandır Don Kişot. Bir gün, zor durumda olanlara yardım etmek ve düşman kazanmak için zırhını üzerine geçirip, bir elinde mızrağı diğerinde kılıcıyla yola düşer ve “Artık ben bir şövalyeyim!” der.İlk hedefi ise yel değirmenleridir…
Çağdaş çocuk edebiyatının çığır açan yazarlarından Erich Kästner’in çocuklar için yalınlaştırıp kendine özgü yorumuyla yeniden yazdığı bu kitapta, Don Kişot’un maceralarından bir kesit bulacaksınız.
İçindekiler
Önsöz………………………………………………………………………………9
Çatışmalı Bir Şövalyelik Töreni……………………………………… 12
Dörtyol Ağzındaki Serüven……………………………………………. 17
Yel Değirmenleriyle Savaş……………………………………………… 21
Yarım Kulak ile Yarım Miğfer …………………………………………26
Büyülü Han………………………………………………………………….. 30
Gökyüzüyle Yeryüzü Arasındaki Şövalye………………………. 34
Kafeste Bir Yolculuk: Eve Dönüş …………………………………….39
Su Kalesi ve Dalgaların Oyunu ……………………………………… 44
Tahta Atla Uçuş ……………………………………………………………. 50
Barcelona’ya Giriş ………………………………………………………….55
Önsöz
Sevgili çocuklar,
Birazdan size hikâyesini anlatacağım Don Kişot, yaşamı boyunca şövalye olmak isteyen yoksul bir İspanyol soylusuydu. Mızrağı, kalkanı ve kılıcıyla herkesin gözünü kamaştıran bir şövalye. Yerinde duramayan atıyla serüvenden serüvene koşan gerçek bir şövalye. Üstelik Don Kişot’un yaşadığı dönemde, yani bundan yaklaşık dört yüz yıl önce, böyle şövalyeler kalmamış olmasına karşın! Don Kişot, hayallerini kendine saklasaydı, sıcacık evinde, koltuğunda oturarak şövalyelik düşleri görmeye devam etseydi, elbette onun bu isteği heyecan uyandırmayacaktı. Ancak o böyle yapmadı; her şeyi hem kendisi hem de çevresindekiler için içinden çıkılmaz bir duruma soktu.
“Ah, yiğit bir şövalye olsaydım! Ah, zor durumda olanlara yardım edebilseydim! Ah, gözüpek düşmanlarım olsaydı da, onları yenebilseydim!” diye düşünmedi hiçbir zaman. Hayır, hayır! Don Kişot, “olsaydım, etseydim, yapsaydım” demek yerine, koltuğundan kalktı, yumruğunu masaya vurdu, gözlerinde kıvılcımlar çakarak, “Ben bir şövalyeyim!” dedi. “Düşmanlarım var! Zor durumda olanlara yardım edeceğim!”
Ardından, bodrum kata inip büyük büyükbabasından kalma eski zırhı buldu, tozunu alarak örümcek ağlarını temizledi, paslarını sildi, miğferiyle siperini onardı, zırhı giyerek miğferini başına geçirdi.
Tıpkı kendisi gibi bir deri bir kemik olan atını ahırdan çıkardı, inleyip oflayarak güçlükle bindi gitti. Miguel de Cervantes, Don Kişot’un serüvenlerini anlatan bir kitap yazdı. Kitabında, Don Kişot’un okuduğu sayısız şövalye romanının etkisiyle bu tuhaflıkları yaptığını iddia etti. O yıllarda şövalye romanları çok modaydı, Don Kişot da bu romanların tümünü okumuş olmalıydı. Cervantes belki de haklıydı. Çünkü bu olaya benzeyen başka örnekler de vardı; örneğin Münih Evlendirme Dairesi’nde nikâhı kıyılan bir çift, tam tamına üç yüz yedi kovboy filmi izlemişti. Bu filmlerin etkisiyle nikâha at üzerinde, tabancaları, kementleriyle, kovboy giysileri içinde gelmişlerdi. Onları bu durumda gören nikâh memuru, neredeyse düşüp bayılacaktı! Neyse ki genç evliler, kim olduklarının farkındaydılar; damat bey haftanın her günü çayırlarda at koşturmak yerine, ev ev gezip gaz sayaçlarını denetlemek zorunda olduğunu biliyordu! Don Kişot’un durumu ise farklıydı. O, okuduğu kitaplar tarafından ele geçirilmişti! (Ama sakın korkmayın, bu kitabı okurken sizin başınıza böyle bir şey gelmeyecek!)
Çatışmalı Bir Şövalyelik Töreni
Kâhya kadınla yeğeni, efendilerini bulmak için evin altını üstüne getirdiler o gün. Baktılar ki bulamıyorlar, kâhyanın yeğeni, gidip arkadaşlarından yardım istedi. Böylece rahibin ve berberin de katılmasıyla, aramaya dört kişi olarak devam ettiler. Atın da ortadan kaybolduğunu fark ettiklerinde kaygıları daha da arttı. Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu, ancak boşuna bekliyorlardı. Onlar bekleyedursun, Don Kişot, Rosinante adındaki cılız mı cılız atının üstünde, tozlu yollardan, tarlaların, zeytin ağaçlarının arasından geçerek Sevilla kentine, kendisini bekleyen serüvenlere doğru ilerliyordu.
Masmavi gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Güneş öylesine yakıcıydı ki, otlar bile yanık kokuyordu. Hem at hem de binicisi fena halde susamışlardı, ama yakınlarda ne bir akarsu ne de soluklanacakları bir yer vardı. Üstelik Don Kişot miğferini de çıkaramıyordu. Çenesinin altına attığı sıkı düğüm bir türlü açılmıyordu. Ter damlaları gözlerinin içine giriyor, zırhın içinde sıkışıp kalmış sırtından aşağıya akıyordu. Ancak o, “Gerçek bir şövalye, durumundan asla yakınmamalıdır,” diye düşünerek dişlerini sıkıyordu. Ansızın dehşetle yerinden sıçrayarak, “Ben henüz şövalye unvanını almadım ki!” diye haykırdı.
Bu çığlıktan ürken at, dörtnal koşmaya başladı. Sanki bir eşekarısı tarafından sokulmuş gibi, on dakika boyunca hiç durmadan koştuktan sonra dili bir karış dışarıda, durdu. “Ben henüz şövalye unvanını almadım ki!” diye tekrarladı Don Kişot, üzgün bir sesle. “Şövalyelik töreni yapılmadı daha benim için!” Ancak üzüntüsü fazla uzun sürmedi. Güçlükle onardığı eski miğferin çıkardığı tangır tungur seslere aldırmadan başını mağrur bir şekilde geriye doğru atarak, “Karşıma çıkacak ilk insan, bu töreni gerçekleştirerek beni şövalye yapmalı!” dedi. Karşılaştığı ilk insan, şişman bir hancıydı. Yanında iki katırcı, iki de garson kızla birlikte hanın önünde oturuyordu. Aslında buraya han bile denemezdi, acınası bir batakhaneydi çünkü. Ama Don Kişot, hanı görkemli bir şato, hancıyı şatonun efendisi, garson kızları ise soylu hanımefendiler yerine koydu. Attan inmesine yardım ettiklerinde, hancının önünde diz çökerek, kendisini törenle şövalye yapmasını rica etti. Şövalye olmadan, ne yoksulları koruyabilir ne de kötüleri yok edebilirdi. Hancı, gülmesi mi gerekir, yoksa korkması mı, bilemeden, “Tamam,” dedi hemen, içinden dualar okuyarak. “Amin!” Ardından da bu törenlerde alışılageldiği üzere, ertesi gün güneşin doğuşuna dek beklemesi gerektiğini ekledi.
Şövalye adayı, geceyi mümkünse bir kilisede, silahlarına göz kulak olarak geçirmeliydi. Ne yazık ki yakınlarda kilise yoktu, ama avlu da bu amaç için rahatlıkla kullanılabilirdi. “Şatonun avlusu uygundur sizin için,” dedi, nasıl olsa bu tuhaf konuk, hanı bir şato sanmıştı. Don Kişot, hancının önerisini hemen kabul etti, diz çöktüğü yerden kalkıp masaya oturdu. Yiyecek olarak kurutulmuş morina balığıyla kuru ekmek, yanında da ekşimiş şarap vardı. Garson kızlar, Don Kişot’un miğferini çıkarmak istediler, ama düğümü bir türlü çözemeyince, onu, güçlükle araladığı ağzından küçük lokmalarla beslediler. Ertesi gün şövalye olmayı bekleyen kahramanımız, şarabını ise bir kamış yardımıyla içebildi.
Ancak gecenin geç saatlerinde, yardıma gelen başkalarının da uzun uğraşları sonucunda miğferinden kurtulabildi. Gece boyunca hiç uyumadı, avluda dolaşıp durdu. Zırhıyla miğferini, kuyunun önündeki su yalağının üstüne koymuştu, mızrağı ise elindeydi. İyi ki de böyleydi, çünkü birkaç saat sonra, hayvanlarına su vermek isteyen iki katırcı kuyuya geldi. Yalağa su doldurmak istiyorlardı, bu yüzden de zırhı ve miğferi alıp yere attılar. İşte bunu yapmayacaklardı! Don Kişot koşarak geldi, mızrağıyla katırcıların kafalarına vurmaya başladı. Yere düşen katırcılar, avaz avaz bağırıyorlardı. Hancı yatağından fırlayıp avluya koştuğunda, olup bitenleri gördü, panik içinde seslendi: “Zamanınız doldu, asilzadem! Diz çökün! Güneş doğuyor!” Don Kişot hemen şövalye giysilerini giyerek şişko hancının önünde diz çöktü. Hancı da kılıcı Don Kişot’un omzuna dokundurup anlaşılmaz sözcükler mırıldanarak onu şövalye ilan etti. Artık kendini çok iyi hisseden Don Kişot, hancıya defalarca teşekkür ederek silahlarını topladı, Rosinante’ye bindi, garson kızların kahkahaları, katırcıların küfürleri eşliğinde kapıdan çıktı. Sonunda gerçek bir şövalye olmuştu!
….