Palavracı Baron | Erich Kastner


Bu kitapta dünyanın en palavracı baronu ile tanışacaksınız desek palavra sayılmaz. Alnının ortasında kiraz ağacı yetişen bir geyik, mavi bir tilki, hızı nedeniyle ayakları aşınıp kısalarak Hollanda tazısına dönüşen bir köpek, ortadan ikiye bölünebilen bir at, bir saat içinde bir ülkeden diğerine gidip gelebilen bir adam… Şaşırdınız mı? Hiç şaşırmayın! Tüm bunlar size inanılmaz geliyor olabilir; ama yine de Palavracı Baron’a bir kulak verin. Eğlenceli bir okuma deneyimi olacağından hiç şüphemiz yok!

İçindekiler
Önsöz, 7
Kuledeki At, 10
İçkici Bir General, 14
Sicime Dizili Ördekler, 18
Kızak Çeken Kurt, 23
Kirazlı Geyik Avı, 25
Başka Av Serüvenleri, 28
Ortadan Bölünen At, 34
Top Güllesine Biniş, 39
Padişahın Arı Çobanı, 45
Padişahla Tutulan Bahis, 52
Deniz Serüvenleri, 65
İkinci Ay Yolculuğu, 72

Önsöz

Bu kitapta serüvenlerini anlatan Palavracı Baron’un bir zamanlar gerçekten yaşamış bir kişi olduğunu bugün kesinlikle biliyoruz. Palavracı Baron, aşağı yukarı iki yüz yıl önce yaşamış, Almanya’nın Braunschweig kentinde doğmuş, okula gitmiş, orda subay olmuş. Soylu ailelerin, oğullarını subay yapmaları çok yaygın bir şeymiş o zamanlar. Zengin babalar büyük yurtluklarında günlerini gün eder, ava gider, kırlarda ata biner, kırmızı şaraplar içer, oğullarını subay yaparlarmış. Kocayınca da oğullarını çağırır, her şeylerini, yurtluklarını oğullarına bırakırlarmış. Bu kez de onlar günlerini gün eder, ava gider, kırlarda ata biner, kırmızı şaraplar içer, onlar da oğullarını subay yaparlarmış. Babadan oğula böyle sürer gidermiş bu iş.

Avusturya’yı İmparatoriçe Maria Theresia’nın, Prusya’yı Büyük Friedrich’in, Rusya’yı da İkinci Ka­terina’nın yönettiği günlermiş o zamanlar. Her yerde savaş olduğu için her yerde ordular varmış, her yerde ordular olduğu için de her yerde subay gerekliymiş. İnsanın kendi ülkesinde savaş yoksa, atına atlar, gider başka bir ülkenin ordusuna yazılırmış. İşte Palavracı Baron da böyle yapmış. Kendi ülkesinde canı sıkılmaya başlayınca, gitmiş Rus Ordusu’na girmiş. Ruslarla Türkler arasında bir savaşta tutsak düşmüş, özgürlüğüne ancak birkaç yıl sonra kavuşabilmiş. Sonraları babası onu geri çağırmış, küçük bir şato ile büyük topraklar bırakmış Palavracı Baron’a. O da çıkarmış üniformasını sırtından, başlamış gününü gün etmeye. Ava gitmiş, kırlarda ata binmiş, kırmızı şaraplar içmiş. Oğlu yokmuş. Dolayısıyla, oğlunu subay yapamamış! Bunun dışında, bütün öbür baronlar gibi yaşarmış Palavracı Baron. Ama öbür baronlardan ayrılan bir özelliği onun adını bu günlere ulaştırmış: Kırmızı şarabını yudumlarken olağanüstü öyküler anlatmasıymış bu. Anlattığı öyküleri dinleyen masa arkadaşlarının, öbür baronların, doktorun, papazın ağzı bir karış açık kalırmış. Birisi, bu olağanüstü öyküleri gizli gizli yazıp bastırmaktan kendini alamamış. Palavracı Baron bunu işitince çok kızmış, kitabın basımını önlemek istemiş. Önlemeyi başaramayınca da öfkesinden ölmüş. Bu öyküleri böyle olağanüstü yapan özellik neymiş? Kuyruklu yalanlarla dolup taşmaları! Gerçekten katılmış olduğu yolculukları, savaşları anlatırken Palavracı Baron, kapıya bacaya sığmayacak yalanlar sokuşturur araya! Ama Palavracı Baron’unki gibi ilginç, açık yürekli, tatlı, gönülden yalanlar söylemenin yolunu yordamını bilmek gerek. Okuru aldatmak değil önemli olan! Ona bir masal anlatıcısının tatlılığıyla göz kırparak, onu gülümsetmek, anlatılanı benimseterek onu eğlendirmek.

Şimdi siz okuldan eve gelip de, “Anneciğim, yolda bir otomobille konuştum, yarın yağmur yağacağını söyledi bana!” derseniz, sizi üne kavuşturacak türden bir yalan söylemiş olmazsınız. Palavracı Baron gibi yalan söyleyebilmek bir sanattır. Hemen denemeye kalkmayın, hele oturun aritmetik ödevlerinizi bitirin ilkin! Ödevleriniz bitince de Palavracı Baron’un karada, havada, denizde, her yerde başından geçen serüvenlerini okumaya başlayın. Hepinize bol eğlenceler!

Kuledeki At

Rusya’ya ilk yolculuğum korkunç bir karakışın ortalarına rastlar. Yolculuk için kış mevsimini seçmemin nedeni, Kuzey Almanya’da, Polonya’da, Litvanya’ da yolların çok kötü oluşuydu. İlkbahar ya da güz aylarında bu yollar, her yolcunun saplanıp kalacağı diz boyu çamurla dolar, yaz aylarında da insanı öksürüklere boğan bir toz denizine dönüşürdü. Bu yüzden, bu yolculuğu kışın yapmaya karar verdim. At sırtında yolculuk ediyordum. Karlı buzlu havada en uygunu da buydu. Ancak, kuzeye yaklaştıkça, bu uzun yol için biraz ince giyinmiş olduğumu sezinlemeye başladım. Polonya’da, bir yol kıyısına uzanmış, yoksul, tir tir titreyen, neredeyse çırılçıplak bir adamcağızla karşılaşınca, birden içim sızladı. Kendi üşümemi falan unuttum. Paltomu çıkardığım gibi adamın sırtına örttüm. Örter örtmez de göğün yukarılarından bu davranışımı kutsayan kalın bir ses işittim: “Bu iyiliğin, karşılıksız kalmayacaktır, sevgili oğlum.” Gene yola koyuldum. Gece oldu, karanlık çöktü. Yabancı olduğum bu ülkede, yol iz tanımıyordum. Dört bir yanın karlarla kaplı oluşu, işimi daha da güçleştiriyordu. Bir ara iyice yorularak atımdan aşağı indim. Kaçmasın diye atımı kar üstünde ağaç kökü gibi gözüken sivri bir kazığa bağladım. Ne olur ne olmaz diye tabancalarımı koltuğumun altına sıkıştırıp karın üzerine uzandım, yattım. Derin bir uyku çektim. Uyandığım zaman gün çoktan yükselmişti. Çevreme bir bakındım. Bir köyün orta yerinde, kilise avlusunun ortasında uzandığımı görünce şaşkınlıktan çarpılmışa döndüm. Atım görünürlerde yoktu. Derken birden yukarıda bir yerde kişnediğini işittim. Başımı kaldırıp baktığımda, hayvancağızın, kilise kulesinin tepesindeki rüzgâr gülüne yularından asılı olduğunu gördüm. Kişniyor, havada debeleniyor, kurtulup yere inmek istiyordu. O an her şeyi anlayıverdim birden. Bir önceki gece ben geldiğimde bütün köy, kilisesiyle, kulesiyle, kalın bir kar örtüsü altındaymış. Karanlıkta, bir ağaç kökü sandığım sivri kazık da, kilise kulesinin her yanı örtmüş olan kalın kar tabakası üstünde kalmış horozlu rüzgâr gülüymüş. Geceleyin hava birden yumuşayıvermiş. Üzerinde yattığım karların erimesiyle, gitgide alçalarak kilisenin avlusunda bulmuştum kendimi. Ne yapmak gerekiyordu şimdi? Atıcılıkta üstüme kimse olmadığından, çektim tabancalarımdan birini, kulede asılı duran atın yularına nişan alarak ateş ettim. Yuların ikiye bölünmesiyle at da kurtuldu aşağı indi. Hemen atladım üzerine, gene yola koyuldum.

İçkici Bir General

Petersburg’a varır varmaz Rus Ordusu’nda bir subaylık görevine atanmam için yetkililere başvurdum. Ancak, atanma işlemini bir süre beklemek zorunda kaldım. Böylece eğlenmek, para harcamak için bol bol zaman bulabildim. Gece yarılarına dek kumar oynuyorduk. İçtiğimiz içki ise hesaba kitaba sığar gibi değildi. Rusya, yılın çoğu aylarında soğuk bir ülke olduğundan, içki ısıtsın diye içiliyordu orada. Çok üşüyen çok içiyor, böylece içkiye karşı daha büyük bir dayanıklılık kazanıyordu. Kimileri öyle çok içiyordu ki, insan onları seyrederken bile sarhoş oluyordu. Tabii benim hep seyirci durumunda kaldığım anlamına gelmez bu! İçkiyi en çok kaldıranlardan biri de, kır sakallı, bakır kırmızısı yüzlü bir generaldi. Türklerle bir savaşta, pala ile kafatasının tepesi uçurulmuş olduğundan şapkasını hiç başından çıkarmazdı. Birlikte içki masası başında oturduğumuz zamanlar bile şapkası başında olurdu. Yemeklerde en azından üç şişe votka, ardından da bir şişe rakı içerdi. Ama iki şişe rakı içtiği günler de eksik değildi. Gene de hiçbir zaman sarhoş olmazdı. Generalin bu durumu benim için bir bilmeceydi. Sonunda işin içyüzünü öğrendim. İçerken, her saat başı şapkasını birazcık havaya kaldırır, sonra gene giyerdi. Bir akşam böyle şapkasını kaldırdığında, baktım ki, şapkanın altındaki gümüş bir kapak da birlikte kalkıyor. Bu gümüş kapak, onun kafatasının uçmuş olan tepesinin yerini tutuyordu. Bu eşine rastlanmadık yöntemle, şapkasını her kaldırışta, kafasının içinde biriken alkol tütsüsünü bir bulut gibi dışarı salıveriyor, sonra da yemeğe daha yeni oturmuş gibi ayık bir kafayla yeniden içmeye başlıyordu. Gördüğümü anlattığım zaman arkadaşlarım ilkin bana inanmadılar. Bunun üzerine bir gün, tam şapkasını kaldırdığı sırada, ucunu Hollanda malı pipomdan tutuşturduğum uzunca bir kıvılcımlı çöpü, kafasından yükselen alkol bulutuna değdiriverdim. Görülmeye değer bir şey oldu o zaman! Tutuşan bulut, mavimsi bir alevle, bir din ermişinin başını çevreleyen kutsal ışık gibi, yaşlı generalin tepesinde parıldadı. Bu olağanüstü görüntü karşısında herkes şaştı kaldı. Generalin kendisi de bu küçük deneyden çok hoşlandı. Sonraları ikide bir, gülümseyerek şöyle derdi bana hep: “Palavracı Baron, benim kafayı gene bir tutuşturuversen çok iyi olacak!”

….

Benzer İçerikler

https://www.birazoku.com/mahallenin-cocuklari-ismet-aci

yakutlu

Kurdun Gözü

yakutlu

Arıcının Çırağı | Laurie R. King

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy