Selim İleri, bütün aşkların mutsuzluğu, imkânsızlığı izleği içinde, toplum ahlâkının da yadsımasıyla bin kez zorlaşan bir aşka tutmak istemiş merceğini. Gerçekçiliğini sorgulamamıza kapı açmıyor. İstediği, zehir acısını, jilet keskinliğini duyumsatmak.” Füsun Akatlı – Radikal Kitap
“Selim İleri, aşkın dışlanan hallerinden birini pastoral bir hikâye içinde, Reşat Nuri romanları ve opera klasikleri eşliğinde öylesine şiirsel bir biçimde dile getirmiş ki, aşkın cinsiyeti artık önemsizleşiyor. Anlıyoruz ki, erkek, kadın, gay ya da lezbiyen gibi sözcüklere, kendimize bakarak ‘normal’leştirdiğimiz tek bir biçime asla hapsedilemeyecek insani bir duygudur aşk. Önemli olan yaşanan bir ‘an’dır; bittiğindeyse yalnızlık ve buruk bir tat kalacaktır geriye.”
A. Ömer Türkeş – Radikal Kitap
“Yarın Yapayalnız’da ilişki bittikten sonra aşk, acı, sorgulamalar, iç hesaplaşmalar başlıyor. Yarın Yapayalnız bir ayrılık kitabı, ama yalnızca aşk ayrılığı değil; tüm ayrılıkların kitabı. Masumiyetten, güvenden, genel geçer değerlerden, mevsimlerden, hayattan, doğanın biçtiği rollerden ayrılışın acısı ince ince her sayfada.
Birsen Ferahlı – Cumhuriyet Kitap
*
Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak yayımlandıktan sonra, geçen sonbahar, Handan Sarp beni aradı.
Geçen sonbahar değil. İki sonbahar önce. 2001’in sonbaharıydı. Sadece sonbahar.
Zamanları ve olayları kanıştırmak, Handan Sarp’tan bana miras kaldı. Tam ‘karıştırmak’ da denemez: zamanlardan ve olaylardan, olayları irdeleyişlerimizden kuşkuya düşmek. Hepsini yeniden ele almak. Tortuyu eşelemek, unutamayışın tortusunu.
Yaşadıklarımızın şiddeti geçince geriye tortu kalır, işe yaramaz sandığımız çökelti. Oysa sebep ve sonuç artık onundur, ondadır.. Tuvalde gördüğünüz resme inanmamak; şimdi gördüğümüz resmin örttüğü renkleri, figürleri, alttaki tabakayı… tabakalan görebilmeyi ummak. Bir anlamda, her şeyi kazımak.
Zamanın hem işlediği hem sildiği, hem dağılıp parçalandığı hem yeniden birleştiği, ya da birleşir gibi olduğu acı hikâyeleri, acı sahneleri. Sanki kazıdıkça ortaya çıkan, sanki ortaya çıkarken silinmiş… belki bizim sildiğimiz, silmek istediğimiz acı portreleri. Boyuna içe atılmış, susulmuş, hep susulmuş bir şeyleri söylüyor, belki de haykınıyor.
Bellek asla merhametli olmamış. Ne silmek, ne kazımak yok edebilmiş.
Handan Sarp’ın aynı olayı, kuşkuya kapılarak, tekrar tekrar çözümlemeye ihtiyaç duyarak defalarca anlatışı beni önceleri yordu. Ama sonra, bu anlatışlarda garip bir çekicilik yakaladım. Kalbin ağnlanna yolculuğu andınyordu.
Şişli, Sıracevizler. Bitişik düzen, yan yana bir dizi apartman, damlarda, varlığını inatla korumuş bir iki televizyon anteni, kimisi çanak, kimisi çubuk. Uçta, oturduğum yerden hafif öne eğilirsem gördüğüm, uzak ağaçlar, yaprakları biraz sararmış fakat hâlâ yeşil. Geri çekilince yiten yeşerti.
Sesler. Geçip giden taşıtların hanıltılı sesleri, kornalar, parktan yankılanacakken donup kalmış bir kadın sesi, işitir gibi olduğum şarkı, aslında sessizlik. Sır gibi içsel sessizlik.
Yağmurlu, serince bir gündü. Yağmurun sesi. Yağmurun sesi her zaman dokunaklıdır. Yağmurlu parkta bir kadın: uydurmuş muydum onu? Önsezi miydi?
Oturma odasındaki pencereyi kapatmamakta diretiyordum. Öyle tuhaf bir alışkanlığım var: kasım ortasına kadar, hava istediği kadar soğusun, pencereleri, arkada balkon kapısını açık bırakıyorum. Sonbaharı galiba biraz daha uzatmak istiyorum.
Yaz çoktan sona ermişti, bu kesin.
Ayrılığın ilk yazı geçmişti. Birçok ayrılığın yazları geçmişti. Tül perde hafiften ıslanıyor, hafiften uçuşuyordu. Koltuk kumaşının desenindeki rengi solmuş, yer yer eprimiş, aşınmış gelinciklere bakıyor, pinekleyip duruyordum. Canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Yılgındım. Boşuna bir bekleyiş içindeydim. Boşuna: neresinden nasıl onaracaksın, göçüp gidiyor benimsediğin değerler, elinden bir şey gelmiyor…
Gelincikler nedense mor iplikle dokunmuştu. Gelincik kırmızısının sıcaklığı dururken, böylesi çürük morarusi gönül karartıyordu. Bu kumaşı vaktiyle severek almıştım. Mor gelincikler hoşuma mı gitmişti, yoksa dikkatimden mi kaçmıştı. Bir sorunmuşçasına düşünüyordum. Yaşamdan kaçmak için.
Tam o sırada Handan Sarp telefon etti. İsmini söyleyince adamakıllı şaşırdım.
Gülüp geçenler çıkacak ama, tıpkı insan gibi, kitapların da alınyazıları var. Hepsinin serüveninde fizikötesi bir şeyler gezinip durur. Hepsinin ayrıca yazılacak bir serüveni söz konusudur. Bunu zaman içinde anladım, romanlar, öyküler yazdıkça. Bir roman, hesapta hiç olmayan bir romanı ardı sıra getirebiliyor. Bir öykü, başka bir öykünün annesi olabiliyor.
Rastlantı denemez. Çünkü bazı kitapların alınyazıları da yalnızlıkla ve dölsüzlükle örülü. Yazıyorsunuz, yayımlanıyor, hayatun içinde unutulup gidiyor.
Bu konuda deneyimsiz bir kişi değilim: yıllardan beri yazıyorum. Okurların beni terk etmesi tehlikesini göze alarak yazdığım çok oldu. Sauş güvenceli ‘reçete’lere elden geldiğince yüz vermedim. Kendi yolumda, elden geldiğince kendi yolumda… Ve kitaplarımın alınyazılarına boyun eğdim.
Yazmak, içteki çağıltıyı bazan kesti, bazan kesmedi. Bazan da yavan bir gevezelik olup çıktı.
Yazı sizi bırakmaz. Yazı sizden ayrılmaz. Ama ihanetleri söz konusudur.
Başlangıçta büyük heyecanlardı ve çok gençtim. Yazmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Yazarak hayatı değiştireceğimi umuyordum. (Niye değiştireceğimi, nasıl değiştireceğimi biliyor muydum?)
Bir kitaptan diğerine gidip gelerek yaşam kurmaya çalıştım. Yolun değiştiğini sanırsın. Aslında aynı yoldan geçer; aynı yolda geçen defa konuştuklarınızı anımsayarak, yeni sözler söylediğini sanırsın. Araya giren olaylar yepyeni sözcükleri birlikte getirdi sanırsın.
Hep sanmaktır, başka bir şey değildir. Sanmak bitince, yazmak da bitecektir.
Tekrara ruh üfledim.
Gençlik ve gelecek başımı döndürüyordu. Gençtim; dediğim gibi, büyük heyecanlarım, büyük hayallerim vardı. Büyük hayalsiz gençlik mi olur? Yazmak beni sanp sarmalamıştı ama, yazma. ya çalıştıklarımda öteki sanatlara da kavuşmak istiyordum. Sözgelimi, müzik konusunda o kadar yeteneksizken, yazıda çizide, piyanist olmaya kalkışıyordum. Heveslerime son yoktu.
Heveslerimde sinemanın payı yadsınamaz. Filmlerden filmlere heveslerim, hayallerim değişiverirdi. İşte dün piyanistlikte karar kılmışken, yeni bir yazıda birdenbire ressam ya da heykeltıraş olmak istiyordum. Chopin’in hayatına dair bir filmden sonra, ansızın ‘büyük bir kompozitör… Öylesi ülkü yağmuru.
Sinemaya gitmeden önce Atlantik’te -ayaküstü atıştırmanın ilk mekânlarındandı sosisli sandviç yer, havuç suyu içerdim. Hem bol hardal soslu, hem dilim dilim hıyar turşulu sandviç, köpük köpük, kavuniçi havuç suyu, sütlü muz suyu, kaşarlı tost, tost makinesi, mikser, acılı ketçaplı hamburger, hamburgerin kocaman, yusyuvarlak sandviç ekmeği, külâhta patates kızartması, tümü hayatımızda yeni şeylerdi. Bu yüzden de hepsine aşırı düşkünlük gösteriyorduk. Üstelik ben çok iştahlıydım.
Bugün hatırladığımda, her şeyi sonbahar kuşatmış. Usanç ya pışıp kalmış.
Hep kül renkleri, kurşunîler görüyorum. Meselâ, sinemadan çıktığımda ille yağmur yağıyor. Geçmişin, yaşanmışın yağmurlan ışıklıyken, bu, kasvet yağmuru.
Vittorio Paltrinieri’nin pasajdaki plakçıdan yankıyan şarkısı kül rengi: o kadar çok sevdiğim Portofino! Deniz hışırtıları, suların fışırtısı yüreğimi burkuyor. Dinleyin Portofino’yu; deniz sesi deli eder, üstelik şarkının ortasında bir de ıslık sesi.
Trençkotumun yakalanını kaldırıyorum. İstiklal Caddesi’nden geçen araba çamurlar sıçratıyor. Franguli’nin camekânındaki, siyah kadifeler ortasına gömülmüş pırlanta broş bile kül rengi, kararık…
Şimdi düşünüyorum da, romanların romanlar getireceğini ilkgençlik yıllanımdan bilmeliydim. Fizikötesi her olay, sezdirileriyle geliyor.
Yeniyetmeliğimde bir film seyretmiştim; Kim Novak’la Laurence Harvey oynuyorlardı. Aşk Kölesiydi galiba adı, belki de Şehvet Kölesi, her neyse. O filmin bir sahnesi bana söylemiş kitapların alınyazılarını.
Sahneyi unutmamış olmama rağmen, kitaplarımın kaderine bağlamak sonraları aklımdan geçmemiş.
Sahne orada, belleğin bir köşesinde, tek başına yaşamış, bağımsız, kopuk.
Handan Sarp denizden uzun uzadıya söz açtı. Bana uzak değildi:
Dalgaların uğultusu gibidir. Yaşam sürüp gider. Günlerin hayhuyunda kitaplarımı uzak yankılar gibi anımsayabiliyorum. Deniz, derken susardı. Çıt çıkmıyor, kitaplarıma ilişkin hiçbir şey kalmıyordu. Sonra yine uğultu. Dalgaların kıyıya çarpıp çatlayışı. Bu sarsıntılar yaşanır.
Bir an içiniz sızlıyor, pişmanlık duyuyorsunuz. Sönmüş gitmiş o büyük heyecan, gençliğinizin yerinde yeller esmekte. Niye yayımladım? Ne gereği vardı ki? Çağa tanıklık? Nasıl bir böbürleniş bu! Tanıklık edememişsiniz. Yüzlerce, binlerce sayfa; boşuna! Evet ama, ben mektuplar yazıyordum… Sonra suskunluk, deniz tekrar uğuldayıncaya kadar suskunluk. Suskunlukta hepsi unutulur, kitaplarınızın verdiği acı geçer.
Kitapları yazara acı verir. Bir an’ı, bir sahneyi yazarken gerçek hayattakini anımsar. Gerçek hayattaki acı ya da sevinç, mutluluk… Bir an, bir gülümseyiş an’ı… Bana gülümsüyordun. Bakışmalar, gülümseyişler, veda edişler, ayrılık sözleri… Hepsi olanca şiddetiyle duyumsanırken, yazann kâğıda döktüğü daima cılızdır. Yaşanmış, gönülde izi kalmış bir acıdır sizi yazmaya yönelten, soluk soluğa bir istek. Yazdınız mı, iki acıyı birden yaşarsınız: Geçmiştekini bir türlü yazıda yaşatamamak, ama duyumsamak, boyuna, aralıksız duyumsamak… Duyumsadığınız, sözcükleri. nizde eriyip gitmektedir. Sözcükleriniz yetersizdir. Ve dile getir. dikleriniz zaten eriyip gitmiştir.
Şimdi yazacaklarım da öyle olacak:
Aşk Kölesi’ni Atlas Sineması’nda seyretmiştim. Kim Novak’ın buz gibi soğuk güzelliğine tutkundum.
Sinemaya da tutkundum. Evdekiler, haftada en çok iki film seyrettiğimi sanıyorlardı. Oysa sinemaya kaçamak gidişlerim, üçü, dördü geçerdi.
Okuldan çıktıktan sonra bilmem ne kursuna gideceğimi söylüyordum. Hepi topu iki saate ihtiyacım var; yalan bulmak zor olmuyordu. Kaldı ki, o günlerde sabahtan akşama kadar yalan söylerdim.
Filmin başyazılarına dikkat etmemişim; Aşk Kölesi’nin Somerset Maugham’ın bir romanından sinemaya aktarıldığını sonra öğrendim. Zaten seyredeceğim filmleri ‘artist’lerine bakarak seçerdim. Ne yönetmen, ne eser umurumdaydı.
W. Somerset Maugham…
Maugham, açık konuşmak gerekirse, hiçbir zaman ‘benim yazarım’ olmadı. Benim yazanım olmak şöyle dursun, hani bir iki kitabını sevdiğim bir romancı da değildir.
Bununla birlikte W. Somerset Maugham’ın yazarlık maceramda dolaylı bir yeri olacakmış.
Aşk Kölesi’ni seyrettikten bir süre sonra, Ankara Caddesi’ndeki, Sirkeci’ye iyice yakın Semih Lütfi Kitabevi’nin vitrininde Şehvete Düşkünü gördüm, W. Somerset Maugham imzalı. Bordo cilde yapıştırılmış sarı kapakta lâcivert isimler.
Semih Lütfi’nin yayıncılık hayatı noktalanalı epey olmuştu. “Semih Lütfi’nin Ucuz Romanlar Serisi”… Yıllar önce basılmıştı kitaplar, doğumumdan bile önce.
Yayıncının kanısı olduğunu söyleyen -“Semih Lütfi’nin karısıyım ben!..”, yaşlı, huysuz, gözkapakları dizkapaklarına inmiş bir kadın, bu harap, ışıksız, sidik kokan dükkânda yayınevinin eski kitaplarını satardı. Yardımcısı, kısa boylu bir ‘Quasimodo’ydu; hiç konuşmazdı. Yalnızca azar işitir, ürkek ve vurgun mavi gözleriyle hanımına bakardı.
Meçhul bir depodan çıkagelen, yıllar yılı bir türlü tükenmemiş, kim bilir kaç adet basılmış Güzide Sabri’ler, Aka Gündüz’ler, Mahmut Yesari’ler, Server Bedi’ler… “Dünya Şaheserlerinden Tercümeler Serisi”nden Bir Kadının Sonbaharı (Suat Derviş çevirmiş), Ebediyen Seninim, Portigalya İmparatoricas (Safiye Erol çevirmiş)…
Eski püskü o romanlar gönlümü çelerdi. Yapraklarına pas rengi yürümüştü. Kitaplar küf kokardı. Daha yansına gelmeden her birinin cildi dağılıverirdi.
Harçlığım elverdikçe birer ikişer alıyordum. Çoğu, kitaplığımda duruyor hâlâ, gözüm gibi sakınıyorum. Bana öyle geliyor ki, onlarda gençliğim soluk alıp veriyor. Yaz sabahları, okul tatilken, Semih Lütfi Kitabevi’ne gidişlerimi hatırlıyorum.
Vurgun ve ürkek mavi gözlü Quasimodo sabah on bire doğru kepenkleri kaldırıyor. Hanımı köşede bekliyor. Sonra dükkânın içerlek kapısı şakırtılı bir anahtarla açılıyor. Önde hanım, arkada Quasimodo, kitabevine giriyorlar. Hanımı oturuyor, Quasimodo daima ayakta.
Siz, sidik kokulu, yıkık yıprak dediğime bakmayın; karanlık dükkân o kadar çekici gelirdi ki bana, oradan çıkmak istemezdim. Boydan boya raflarda define kitaplar hep keşfedilmeyi beklerdi. Gelgelelim onlara yaklaşmak yasaktı.
Beyaz sakalları uzamış, ufak tefek Quasimodo, kitaplara yaklaşma gayretimden telâşa kapılır, kaşıyla gözüyle beni engellemek isterdi. Hanımının hırçın sesi gecikmiyordu:
“Çekil bakayım! Kenarda dur. Ne istiyorsun, onu söyle!..” Gözkapakları dizkapaklarına inmiş yaşlı kadın, “Çapraz Delikanlı, hayır-hayır, bugün olmaz!” diyor. Çapraz Delikanlı, Aka Gündüz’ün romanı. Depodan çıkartılmasını bekleyeceğim. Camekândakini yaşlı kadın satmaya yanaşmıyor. Quasimodo benim yerime suçluluk duyuyor.
“Semih Lütfi’nin karısıyım ben!.. Sen şöyle iki gün sonra uğ rayiver.”
İki günü iple çekeceğim. Yaşlı kadın bu dükkâna girip çıkan son kişiyi kaybetmek istemiyor belki de, Quasimodo’nunki dışında bir insan yüzü daha görmek… Ya da, ‘eski kitaplar hastası’na eziyet etmekten hoşlanıyor.
“Ne yapacaksın, ne işe yarayacak bu kitaplar? Onlar zamanında çok okundu…”
Oysa onlarda coşkularımı, kalp çarpıntılarımı hissediyorum.
Daha doğrusu ‘hissediyordum’ demem, di’li geçmiş zaman kullanmam gerek. Çünkü Handan Sarp’tan sonra, hayalde bile olsa, gençlik coşkularını, başında kavak yelleri esen coşkun kitap okumaları, eski kitaplara, eski şarkılara -Portofino!gönül verişi duyumsamak neredeyse imkânsız.
Handan Sarp bende kurşun külçe bıraktı.
İşte şimdi de Şehvete Düşkün’e gönlüm akıyordu.
Aldım onu. Başlar başlamaz, hevesim söndü. İsteksizce okudum. Maugham’dan okuduğum ilk kitap.
Okudukça, Aşk Kölesi’nin romanı olduğunu fark ettim. Bununla birlikte enikonu değiştirimler söz konusuydu ve demin unutamadığımı söylediğim sahne romanda yoktu.
Filmde, Laurence Harvey, Kim Novak’a ölesiye âşık olmadan önce -aşktan çok, ‘kösnül bir tutkuydu; genç adam, Kim Novak’ı görür görmez, cinselliğin uçurumuna yuvarlanıyordu-, piyasa romanlan yazan bir kadınla yaşar.
Durgun bir ilişkidir, dış görünümde tekdüze. Laurence Harvey açısından ne aşktır, ne de cinsel tutku. Zayıf kişiliğinden dolayı sürüp giden bir bağlılık.
Romancı, genç adamdan yaşça büyüktü. Kadındı genç adama âşık olan ve içli, söze dökülmemiş, kolay kolay söze dökülemeyecek bir aşktı. Fırtınaydı, içte yaşanan firuna: Romancı kadın, dokunduğu, öptüğü, sanıldığı, okşadığı bedenin bir yabancının bedeni olduğunu sanki daima hissediyor, o bedenden sanki daima zehir gibi bir aşksızlık tadıyordu. Yüzlerce defa sevişseniz, size yine yabancı kalacak bir beden.
Günün birinde akşam vaktigenç adam, romancının evine geliyor. Kim bilir kaç kez gelmiş olduğu, olanca mahremiyetini bildiği bu eve artık Kim Novak’la tanışmış, sevişmiş olarak geliyor.
Evde büyük bir parti var, müzik çalıyor, yeniliyor, içiliyor, konuşmalar, kesik kahkahalar, ihtiyar bir adam -belki boktan bir şairdışarda yağmur yağdığını söylüyor.
Romancı kadın, konukları ortasında, saçı topuz, dekoltesiz, uzun bir elbise giymiş. En küçük bir albenisi yok.
Öyledir aşk romancıları: dünyanın en güzel genç kızlarından, en yakışıklı erkeklerinden söz açarlar. Fotoğraflarına baktınız mı, donuk, albenisiz çehreleriyle karşılaşırsınız.
Genç adam romancıya ayrılmak zorunda olduklarını söylüyor, özür diliyor. Eğlenen kalabalıktan uzak bir köşede, pencere önünde. Yüzünde seğirmeler. “… Ona âşığım, beni affet…” Dışarda yağmur yağıyor.
Romancının elinde içki kadehi. Bir martini kadehi: daha demin uçanydı, şimdiyse sönüp gitti sırça kadeh. Sevda dolu ıstırap…