Duygu Asena, o bildiğiniz akıcı, yalın ve etkileyici anlatımıyla yine karşınızda Yazarın beşinci kitabı Aynada Aşk Vardı çarpıcı kurgusuyla sizi gene içine alıverecek. Gene kadınlar, gene erkekler, gene aşklar… Üç kuşak kadınlar; anneanne, kız, torun…
Nilüfer, Berlin’de Hitler’i dinliyor. Nilgün, Ay’a inen astronotları izliyor. Nil, Sting konserinde… Üçü de 16 yaşında, 35 yaşında, 42 yaşında. Ve elbette üçü de âşık…Aşkların kimi acılı, kimi gülünç, kimi mantıklı. Onlar sizi güldürecek, kızdıracak, hüzünlendirecek. 3 ayda 9 baskı yapan Aynada Aşk Vardı’yı, en az Duygu Asena’nın öteki kitapları kadar severek okuyacaksınız.
Nilüfer görücüye çıkıyor
Uyanmıştı uyanmasına da yatağından çıkamıyordu… Dışarısı günlük güneşlik görünüyordu ama, kolunu yorganın dışına çıkardığı anda donuyordu. Oysa kalkmalıydı, eğer bayramlaşmayı geciktirirse annesi kıyameti koparırdı. Kollarını içeri soktu, iyice büzüldü yatağın içinde. Yanındaki yataklara baktı, ikisi de boştu, Ayfer ile Turgut kalkıp aşağıya inmişlerdi bile.
Ne güzel içi geçmişti ki kapı gümbürtüyle açıldı. Turgut gıcır gıcır bahriyeli giysileriyle odaya daldı:
– Abla, çabuk kalk, beni annem gönderdi, hepimiz aşağıdayız, gelirsem fena yaparım, dedi.
-Git başımdan, geliyorum.
Kalktı, odadan çıktı, kocaman ahşap ev iki sobayla ısınamıyordu, en soğuk yer de tuvaletti, buz gibi suyla yüzünü yıkadı, aynaya baktı, öyle somurtuyordu ki iki kaşının arasında yaşlılarınki gibi çizgi oluşmuştu. Titreyerek odaya döndü, yeni entarisini giydi, duvardaki küçük aynada kendisini görmek için uğraştı, bir sağa bir sola kaydı… Bedenini parça parça, bir o yandan bir bu yandan izledi. Elbisenin deseni çok kötüydü, bu yaşta bu kadar allı güllü elbise de giyilmez ki… Ereğin boyu da istediği gibi olmamıştı, ayak bilekleri- ne kadar uzanıyordu neredeyse… Birazcık, birazcık daha yukarıda olmasını istemişti…
Aşkolsun Mükerrem Hanım, aşkolsun.
Ahşap merdivenleri gümbür gümbür gümbürdeterek aşağıya indi. Annesi sert baktı:
-On altı yaşındasın, şu senin yaptıklarını küçük kardeşlerin bile yapmıyor, dedi…
Babasıysa gülüyordu… Güldüğünü kimse görmüyordu elbette,
ama Nilüfer biliyordu. Hatta Nilüfer emindi ki babasının güldüğünü bir tek o görebilir.
Babalarının önünde dizildiler… En önde anneleri vardı, arkada Nilüfer, sonra Ayfer, sonra Turgut… Önce babalarının, sonra anne- lerinin elini öptüler, birbirleriyle kucaklaştılar. Nilüfer:
Şimdi de benim elimi öpeceksiniz, ben ablanızım diye elini uzattı kardeşlerine.
Onlar gülerek ablalarının elini öperken, Nilüfer annesine baktı, anne ağlıyordu… Belli ki yine Ertuğrul ile Cengiz için ağlıyordu… Acaba annesi, daha bebekken ölen bu iki oğlundan sonra, şu anda yaşamakta olan çocuklarını hiç mi sevmiyordu?
Annesi ilk ve son kez geçen yıl anlatmıştı Nilüfer’e, nasıl evlendiğini, çocuklarını nasıl doğurduğunu, nasıl öldüklerini…
“Baban yine savaştaydı, Cengiz doğmuştu, unutmama imkân yok, onun doğduğu gün bir karar çıkmıştı. Yılbaşı, marttan, ocağın birine nakledilmişti. Ertuğrul da bir yıl sonra doğdu, o gün de II. Abdülhamid ölmüştü. Cengiz doğduktan altı ay kadar sonra adını telgraf çekerek koydu baban. Telgraf geldiğinde Haliç civarını bom- balıyordu Ingilizler. Baban döndüğünde, halanın oğlu ile, Cengiz’i yan yana koyduk, ‘Hangisi seninki, söyle’ dedik. Biraz düşündü ve ‘İşte bu’ dedi. Bilmişti, Cengiz’i göstermişti. O an o kadar sevinmiştim ki… Cengiz öldüğünde yine yoktu, yine savaşıyordu… Ertuğrul’da da öyle… yine yoktu…”
Nilüfer bunları düşündükçe içi acıyordu, birdenbire kendini ol. gunlaşmış, akıllanmış buldu, bir daha annesine kızmayacaktı. O bir anneydi, mutlaka çocuklarını seviyordu, mutlaka seviyordu. Boğazında düğümlenen o şeyle pencereye doğru yürüdü, ağaca asılı kurban derisini gördü, yutkundu, gözlerindeki yaşları içine doğru akit- 1. Turgut ile Ayfer de gelmişti, Ayfer ağlıyordu. Başını okşadı kardeşinin: dedi.
Ağlanacak bir şey yok, çok doğal bu, her zaman yiyoruz ya,
Misafir odasına koştu, oturdu, konukları beklemeye başladı annesi ve babasıyla, evin en büyük çocuğu olarak.
Ev gelenlerle doldu taştı. Lokum ikram etme görevi Nilüfer’in- di. Her gelen onun güzelliğinden söz açıyor:
– Bakalım mürüvvetini ne zaman göreceğiz, kocaman kız oldu maşallah, pek de güzel, diyordu.
Nilüfer de hafifçe tebessüm ediyor, eteklerini çekiştiriyor, utanarak başını öne eğiyordu ama, kendisine güzel denmesinden öylesine hoşnuttu ki…
Öğleden önceki son konuklar giderken, Ayfer ablasının yanına koştu ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Nilüfer’in yanakları kıpkırmızı olmuştu…
-Yine mi, çıkmayacağım işte, bu kaçıncı, istemiyorum ben, de- di.
– N’olur abla, n’olur çık, çok eğlenceli, geçen günkü utangaç adamı hatırlamıyor musun, ne kadar komikti…
– Hiç komik değildi diyerek Ayfer’i itti yanından. Ayfer bağırdı:
– Anneee, şuna bakar mısın?
Konuklar gitmişti, babaları hışımla döndü, kalın kaşları çatılmaya başlıyordu ki bu iyiye işaret değildi.
– Çıkmayacakmış baba, dedi…
Baba, dövecekmiş gibi üzerine yürüdü. Nilüfer hiç korkmadı. Babası ona bir kere bile vurmamıştı.
– Ne demek çıkmayacakmış, ne demek? On altı yaşında koskoca kız oldun, bu ne şımarıklık, neden utanıyorsun, elbette evleneceğin adamı görüp tanıyacaksın. 1936 yılındayız, utanılacak ne var bunda, evde mi kalacaksın?
Nilüfer hâlâ kıpkırmızı yanaklarıyla “Tamam baba” dedi, yukarıya çıkarken, annesi “Terbiyesiz” diye fısıldadı.
Eski hırkasını giydi, terbiyesiz sözü gücüne gitmişti, annesi ne- den böyle yapıyordu, neden evlenmesi için bu kadar ısrarlıydı? Evlenecekti elbette ama, bugüne kadar gelenleri hiç sevmemişti… İki elini açarak dua etmeye başladı:
– Annem sürekli ağlıyor, babam da hiç gülmüyor, dört duvar arasında, iki çocukla… Hiç mutlu değilim, Allahım, çok mutsuzum, ama daha okulum bitmedi, bari şunu tamamlamama izin ver ne olur, diye ağladı.
Görücüler akşama doğru geldiler. Babasının hem yaşça hem rütbece büyük arkadaşı, eşi hanımefendi, kızı ve oğulları…
Nilüfer görücünün yüzüne bakamıyordu, “Beni beğenmeyecek, beğenmeyecek, bu çocuk elbisemle beni nasıl beğenebilir? Eteğimin boyuna bak, otururken aşağı mı çekiştirsem, yukarı mı çeksem?..”
O, gelen görücüleri beğenmeyebilirdi ama birinin bile kendisini beğenmemesine tahammül edemezdi. Neyse bugüne kadar hiç ol- mamıştı böyle bir şey.
Ayfer babasının dizinin dibine sokuldu, nasıl da sırıtıyor, gözü- nü dikmiş adama bakıyor.
Adam, babasına nerede çalıştığını anlatmaya koyulduğunda, ilk kez ona baktı Nilüfer. Baktığı anlaşılmasın diye başını hiç kaldırmıyordu, gözlerini devirerek adama bakıyor, bu görüntüsüyle iyice komik oluyor, Ayfer de ablasına bakıp bakıp kıkırdıyordu…
Görücü orta boylu, hafif kemikli burnu var, gözleri de küçücük, biraz da çekik, kaşları simsiyah, kapkalın. Ayakları ne kadar da kocaman, sanki biraz kafası da kocaman… Annesi, hanımefendiyle konuşuyordu, biraz sıkılmış gibiydi, babası da hiç gülmüyor- du. Nilüfer, onların da adamı beğenmediğinden emin oldu, biraz rahatladı.
Annesi kaşıyla bir işaret yaptı, bu, “Kahveleri getirsene” demek. Nilüfer artık bu bakışı ve oynayan kaşı iyice ezberledi.
Misafirleri yolcu ettiler. Koca kafalı aile – tümünün de kafaları- nın kocaman olduğuna karar vermişti; kapıdan çıktıktan sonra evin içinde uzun ve derin bir sessizlik oldu. Nilüfer ne annesinin ne babasının gözlerinin içine bakabildi, imkânı yok o istemeden zorla ev- lendirmezlerdi ama, yine de içi sıkılıyordu.
– Baba, çok yaşlı bu da, diye bağırdı Ayfer…
Anne, “Sus terbiyesizlik etme, otuz yaşındaymış daha” dedi. – Ama ablam da on beş yaşında, dedi Ayfer.
– On altı yaşındayım, diye düzeltti Nilüfer kızgınlıkla. – Aşağıdan lokum getirin, dedi babaları.
Sevinçle takur tukur merdivenlerde koşturdular. Soğuk, loş kile- re daldılar, tel dolaptaki lokum kutularını buldular, Ayfer iki tane lokumu ağzına tıkıştırdı. Su küpünün ardına saklanan Turgut, “Bö- ööö” diye haykırdı, kızlar çığlık çığlığa bağrıştılar.
-Abla beğenmedin değil mi, ben hiç hoşlanmadım, çok moruk, dedi Ayfer.
– Ish diye başını salladı Nilüfer… İçine doğmuştu, evlenmeye- cekti bu adamla da ve okulunu bitirecekti. Nedense bundan emin- di.
Nilüfer babasının kumandanı sayesinde okula yazılmıştı.
-Bu zamanda kızlar okutulmaz mı hiç? demişti kumandanı babasına…
Şimdi de yine babası sayesinde okulu bitireceğini biliyordu.
Okul bitince dikiş dikerdi, nakış işlerdi, öğrendikleriyle bir şey- ler yapar, belki kendi parasını kazanırdı… Kendi parasını kazanmak fikri yüreğini hoplattı, ilk kez aklına böyle bir şey düşmüştü, çok heyecanlandı.
Nilgün sandal sefasında
Mayom içimde. Üzerine, ciddî görünsün diye lacivert okul eteğimi ve beyaz gömleğimi giydim. Kitaplarım elimde, birazdan Deniz gelecek, birlikte okuldaki matematik kursuna gideceğiz.
Babam kursa gitmeme çok kızıyor. Çünkü babam benim okullu bitirebileceğime asla inanmıyor, bıraksam okulu sanki sevinecek.
– Boşuna bizi uğraştırıyorsun, boşuna kendini sıkıyorsun, çok tembelsin, deyip duruyor.
Onlar uğraşmıyor ben uğraşıyorum, üstelik tembel bir öğrenci olsam da, okulu bitirip büyük bir adam olmak kararındayım. Mağazalarını bana bırakmayacak, bu belli, zaten ben de mağaza yöneticisi olup dükkânda pineklemek niyetinde değilim. Belki de ben Valentina Tereskova gibi uzaya giden ilk kadın olurum. Aptal mıyım neyim, geçen yıl o ilk kadın olarak gitti uzaya, ben nasıl ilk kadın olabilirim o zaman? O Vostok’ta yetmiş saat kaldı, ben yüz yetmiş saat kalarak rekor kırarım belki. Pilot olacağım dediğimde nasıl da gevrek kahkahalar atmıştı babam. Onu ilk defa böyle güler. ken görmüştüm. Bu büyük fikirlerimi niçin ciddiye almıyorlar acaba? Belki de ben bir uzay bilimcisi olacağım. Onun için bugün matematik kursuna gidiyorum ya.
Bugün, için için, bir kez daha aileme teessüf ediyorum. Bu asırda, 1964 yılında, kursa gitmek için bile bu kadar mücadele edilir mi? Bir yanlışlık sonucu, hocalarım bana taktığı için, birkaç ders- ten ikmale kalmış olabilirim. Ama çok pişmanım ve kurslara yazılarak bunu telafi etmek istiyorum.
Nasılsa annem bu kez benden yana tavır alarak:
– Bırak gitsin çalışsın çocuk, deyiveriyor. Hayret ediyorum.
Deniz on dakika geç geliyor, çok terbiyeli bir şekilde: – Merhaba amcacığım, merhaba teyzeciğim, diyor. Babam Deniz’i sever, birden yüzü gülüyor:
– Hani babanla gelip alacaktınız Nilgün’ü? diye soruyor. Deniz mahçup bir şekilde:
– Efendim babamın bir işi çıktı, şuradan dolmuşa bineceğiz, zaten okul uzak değil ki, diyor.
Bundan sonraki aşama babamın, “O zaman ben götüreyim sizi” demesi ki, işte bu felaketimiz olabilir. Birden, ikimiz de, hadi Allahaısmarladık diye koşarak evden çıkıyoruz. Aynı anda ikimizin de aklına evden koşarak çıkmanın gelmesi ne muhteşem bir şey. İşte gerçek dostluk bu…
– Senin mayon nerde Deniz?
– İçimde, tabii ki.
– Peki havlu meselesini nasıl halledeceğiz?
– Müthiş bir sürprizim var sana, tekneyle çıkıyoruz, abimin arkadaşının küçük bir motoru var, bizi iskelede bekliyorlar, ama çabuk olmazsak giderler valla.
– Abin annenlere söylemez mi bu yaptıklarını, sen ona çok güveniyorsun ama, ben biraz şüpheleniyorum.
Hiçbir zaman, hiçbir şey söylemedi. Onun arkadaşından hoşlanıyorum ya bir zamanlar, bunu bile kullanmadı, asla…
İçin için Deniz’i kıskanıyorum. Onun da babası çok nemrut ama, hiç olmazsa böyle bir abisi var.
İskeleye iniyoruz, sandal kuyruğu var, herkes isimlerini yazdırmış bekliyor. Deniz’in abisi biraz açıkta demirlemiş, el sallıyoruz. Yanaşıyorlar, sandala atlıyoruz. Deniz tekne demişti ama, bu kıçtan motorlu bir sandal. İçinde iki kız, üç oğlan daha var. Hepsini süzüyorum, kızlarda iş yok da oğlanlardan biri olağanüstü, çok yakışıklı, o ne gözler öyle, yeşil yeşil.
Denizin dibi görünüyor, güneş tepemizde parlıyor, hava çok güzel, çocuk yakışıklı, kızlar güzel değil, çok mutluyum… İyi ki ikmale kalmışım, iyi ki okulda matematik kursları var…
Ya kızlardan biri onun çıktığı kızsa? Bunu Deniz’e sormam gerek ama, sandal tıkış tıkış oldu, kulağına bile fısıldasam, herkes duyacak.
Açılınca hemen suya atlıyorum. Sersem kızlar daha ayaklarını sokup, ay çok soğuk diye şımarıklık etmekle meşgul. Su gerçekten de çok soğuk…
– Nefis, çok sıcak, hadi gelin diye sesleniyorum.
– Bravo diye bağırarak alkışlıyorlar.
Ve o da atlıyor, atlamak için bakmamı beklediğine eminim, nefis bir balık atlayışı yaparak bana kadar yüzüyor.
– Ne kadar güzel yüzüyorsunuz, diyor.
Uzun uzun yüzüyoruz birlikte, yorulup içi boş bir sandala tutunmak istiyorum.
-Sakın sakın tutunma diye fısıldıyor.
– Neden, yoruldum.
Onun içinde lüfere çıkanlar var.
– Ne demek lüfere çıkanlar?
Kolumdan tutup, kendine doğru çekiyor, biraz utanmış gibi: – O boş sandalların içinde öpüşüp sevişenler vardır ve biz buna lüfere çıkmak deriz.
Doğrusu utanıyorum ben de, neler yapıyorlar acaba sandalin içinde, sıçrayıp bakmak isterdim fakat suyun içinde sıçramak im- kânsız. Utandığımı belli etmemeye çalışarak, doğal bir sesle soruyorum:
– Sevişecek başka bir yer mi kalmamış?
Sesim çok sevimsiz, çok ukala, çok bilmiş bir tonda çıktı, pişman oluyorum ama öyle çıktı işte.
– Sence gençlerin sevişecekleri yerler var mı?
Offf, onunki benden bilmiş, benden de sevimsiz bir sesti… Hızlı hızlı sandalımıza doğru yüzüyorum. Bu kez gerçekten utandım.
– Ellerime bas öyle çık sandala, diyor.
Ona dokunmak hoşuma gidiyor.
Adalara doğru gidiyoruz, denizin ortasındaki köftecide durup sandöviç yiyoruz, çok eğleniyoruz. Adalar o kadar yaklaştı ki…
Geç oldu Deniz artık dönmeliyiz, diyorum.
Hafif rüzgâr çıktı, uzaklardan kara bulutlar üstümüze doğru geliyor. Denizde kıpırtılar oluşmaya başladı. Bu kentin havası böyledir işte.
Deniz’in abisi, dönüyoruz diyor, motorun ipini çekiyor, motor çalışmıyor, defalarca çekiyor, yine çalışmıyor. Bulutlar üstümüze üstümüze geliyor, rüzgâr hızlanıyor, denizin dalgaları büyüyor ve kayığımız iki yana sallanmaya başlıyor. Kızlar titreşerek birbirlerine sokulmuşlar.
-Ay çok korkuyorum, çok açıklardayız, batarsak ölürüz diye ağlaşıyorlar.
Kimde saat var acaba? Kaç saatte geri dönebiliriz? Saat beşte döneriz demiştik babama, hadi altıda dönelim, ama daha geçi çok fena olur.
Herkes sırayla motorun ipini çekiyor, kimse çalıştırmayı beceremiyor, sahil neredeyse hiç görünmüyor, adalara da yaklaşmıyoruz, yan yan, görünmeyen bir yerlere doğru gidiyoruz. Deniz. yardım çağıralım diyorlar.
Yanımızdan koca bir vapur geçiyor, içindekiler bize el sallıyor.
Kızlardan biri imdat diye vapura bağırmamızı öneriyor, Deniz’in abisi buna karşı çıkıyor,
– Yahu koskoca vapur bizim yardımımıza koşar mı?
Neden koşmasın? dalgalara baksana, sandal devrilecek, öleceğiz, diyor kız.
Yeşil Göz’ün yanına gidiyorum, havlusundan yararlanmak istiyorum, çünkü üşümeye başladım ve üstüm başım sırılsıklam. Havlunun bir kenarını kaldırarak sırtıma koyuyor. Omzumun üzerinden havluyu almaya çalışıyorum, elini tutuyorum yanlışlıkla… Öylece kalıyoruz. Kızlardan biri ağlamaya başlıyor. Büyük bir dalga daha geliyor, iyice ıslanıyoruz, demirimiz tutmuyor, sürükleniyoruz. Ona sokuluyorum, o iyice bana sarılıyor. Ona dokunmak öylesine hoşuma gidiyor ki, şu anlar hiç geçmesin istiyorum. Onunla sarmaş dolaş, el ele oturmak müthiş bir duygu, korkmaya çalışı…