Bir Çırağın Öyküsü | Kemalettin Tuğcu


Yılmaz’ın hayatı, ilkokul üçüncü sınıfta, babasının geçirdiği kazadan sonra tepetaklak olur. Okulu bırakıp bir marangozhanede çalışmaya başlayan Yılmaz, sabahın alacakaranlığında, sıcak soğuk demeden atölyeye gider. Bir yandan atölye sahibinin oğlu Ömer’in kıskançlıkları, diğer yandan annesinin yeni eşinin kaprisleri Yılmaz’ın hayatını zorlaştırsa da, talihin karşılarına çıkardığı iyi insanlar sayesinde anne oğul umudu hiç yitirmezler. Bir gün ustası Yılmaz için bir karar verir. Ustalık yolunda ilk adımı atmanın zamanı gelmiş midir?

1940’lardan bu yana sayısız çocuğun okuma alışkanlığı edinmesinde önemli rol oynayan Kemalettin Tuğcu, zorlukların ve acımasızlığın karşısında dirençle, umutla, sabırla duran insanları, en çok da çocukları anlatmıştır. Merhameti hiçbir zaman kaleminden eksik etmeyen Kemalettin Tuğcu’nun yeğeni, yazar Nemika Tuğcu’nun titiz danışmanlığıyla yayına hazırlanan bu seçkiyi, çocuk edebiyatının usta illüstratörlerinden Mustafa Delioğlu resimledi.

İçindekiler

Önsöz …………………………………………………………………………….. 7
Çırak Yılmaz ………………………………………………………………….11
Bayramdan Önce……………………………………………………………18
Baba………………………………………………………………………………25
Bayram Günü…………………………………………………………………32
Bir Kaza…………………………………………………………………………39
Madalyon …………………………………………………………………….. 46
Oymacılık………………………………………………………………………52
Hamdi Usta’dan Sonra……………………………………………………58
Küçük Sanatçı………………………………………………………………..65

ÖNSÖZ

Sevgili Çocuklar, Bu kitabın yazarı Kemalettin Tuğcu, 1902 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş, doksan dört yıl süren yaşamında çocuklar için 439 kitap yazmıştır. Çoğunuz onu tanımıyorsunuz, adını bile duymadınız belki. Yazdığı kitaplarla kuşaklarca çocuğa kitap sevgisi aşıladı. Öyküleriyle insanların duygularına dokunabilen bir yazar Kemalettin Tuğcu. Onun kahramanları genellikle çocuktur. Büyükanneleriniz, büyükbabalarınız, sizlerden çok önceki kuşaklar yardımlaşmayı, hoşgörüyü, doğa sevgisini, merhameti, hayvanlarla dostluğu, doğruluğu ve başkalarının acılarına duyarlı olmayı, onun kitaplarından öğrendiler. Çocukluğu ve gençliği 1. Dünya Savaşı, sonrasında da Kurtuluş Savaşı yıllarına rastlar Kemalettin Tuğcu’nun. Babası asker olduğu için on iki yaşında Çanakkale Deniz Savaşı’na tanık olur. Korku dolu bu yıllarda ülke işgalle ve yoksullukla savaşıyordu. Bu zor koşullarda düşleriyle yaşama bağlandı Kemalettin Tuğcu. Savaşın acılarıyla, korkusuyla ve yoksullukla, bedensel engeliyle (iki ayağı da aksıyordu) baş edebilmesinin nedeni kurduğu düşlerdi. Düşler öyküleri oluşturdu.

Yazdığı kitaplarla onlarca kuşağın okumayı öğrenmesine yardımcı oldu. Bu çocuklar, okumayı bilmeyen büyüklerine bu kitapları okudular. İşte o zaman Kemalettin Tuğcu’nun çocuk okurlarına büyük okurları da katıldı. Kemalettin Tuğcu bedensel engeli yüzünden hiç okula gitmemiş. Okumayı, babası abisine öğretirken öğrenmiş; ilk romanını on iki yaşındayken yazmış; dayısının yardımıyla Fransızca öğrenerek Fransızca bir kimya kitabı çevirmeyi başarmış biri. Onun yaşadığı yıllarda bilgisayar, tablet, televizyon, cep telefonu yoktu. Bugün sizlerin sahip olduğu olanakların hiçbiri yoktu. Zorlukla yürüyebilen bir çocuktu Kemalettin Tuğcu.

Olumsuz koşullar onu yıldırmadı; yazarak yaşadı, yazarak çocuklara ulaşmayı başardı. Kemalettin Tuğcu, İstanbul’u anlatır öykülerinde. Yıllar önceki İstanbul’un köyleri, koruları, İstanbul’a özgü ağaçları, bitkileri, böcekleri, çiçekleri, kuşları, vapurları, iskeleleri, her mahallenin maskotu olmuş kedi ve köpekleri, İstanbul’un surları, denizi kitaplarındadır. Mahalle kültürünü, komşuluk ve aile ilişkilerini, engelli çocukları, yoksul çocukları anlatır öykülerinde. Toplumun, tanımadığı için ötekileştirdiği, ezdiği, küçük gördüğü, haksızlık ettiği çocukların yaşamlarını yazmıştır. O günlerden bu günlere bir sesleniştir onun kitapları. Umarım yeni tanıyacağınız bu yazarı severek okursunuz.

Değerli Öğretmenler, Veliler, Yıllardır, ülkemizin pek çok il ve ilçesindeki okullarda öğrencilerle yaptığım buluşmalarda, sizlerle yaptığım söyleşilerde çoğunuz kitap sevgisini; insana saygı, sorumluluk, hoşgörü, özgüven, empati, paylaşım, adalet gibi etik değerleri Kemalettin Tuğcu kitaplarından öğrendiğinizi, bugün de onun kitaplarına gereksinim olduğunu çok kez benimle paylaştınız.

Tuğcu’nun pek çok okuru mektupla, e-postayla bana ulaşarak, her hafta köylerinden kasabaya gidip kitaplarını aldıklarını, bir öğrencinin okuduğu kitabı konu komşu bir araya gelip topluca dinlediklerini ve Kemalettin Tuğcu’ya olan sevgilerini, saygılarını dile getirmişlerdir. Bugün Kemalettin Tuğcu kitaplarının yeniden yayımlanmasının bir döneme, o dönemin değerlerine, duyarlılıklarına köprü olabileceği görüşünüze ben de katılıyorum. Yaşadığı yıllarda ‘çok okunduğu’ için özensiz baskılarla, özensiz kitap kapaklarıyla, metin üzerinde editoryal çalışmalar yapılmadan yayımlanan kitaplar Kemalettin Tuğcu’yu çok üzdü. Bunu hep dile getirdi. Yaşıyor olsaydı, kuşkusuz kitaplarının bugünün çocuklarına, gençlerine de ulaşmasını isterdi. Can Çocuk Yayınları, bu nedenlerle Kemalettin Tuğcu kitaplarının bugünün okurlarına ulaşmasının yararlı olacağını düşünerek bir çalışma başlattı; Tuğcu’nun bazı kitaplarını yeniden basmaya karar verdi. Yeni basımlarda dil ve kurguda iyileştirmeler yapıldı, kitaplar biçimsel olarak elden geçirildi ve çağımızın çocuklarıyla buluşabilmeleri için metinde bazı güncellemeler yapıldı. Yıllar sonra Kemalettin Tuğcu kitaplarının çağdaş bir bakışla gündeme gelmesi, umarım her kuşağın okurları için yararlı bir adım olacaktır.

Nemika Tuğcu

Çırak Yılmaz 

Annesi Yılmaz’ı okula yollamaktan vazgeçmiş, onu uzaktan tanıdığı bir marangozhaneye çırak olarak vermişti. Yılmaz üçüncü sınıfa kadar okumuştu. Okumaya hevesi vardı. Rahmetli babası Ahmet ona çok özenirdi. Ne kadar yorgun olursa olsun onunla ilgilenir, başını okşar ve sık sık, “Ben aslan oğlumu subay yapacağım,” derdi. Ne çare ki Yılmaz üçüncü sınıftayken, babası Ahmet bir trafik kazasına kurban gitmişti. O zamana kadar annesi Esma hep kocasının kazancıyla geçinmişti. Ahmet de Esma’yı yormaz, başka evlerde çalışmaya yollamazdı. Esma onun sağlığında el kapısı nedir bilmemişti. Yer,içer, diğer kapıcıların1 eşleriyle konuşur, vakit geçirir; iki kap yemeğine, üç beş parça çamaşırına bakardı. Esma’nın onlar gibi kollarında bilezikleri, kat kat giysileri yoktu.

Onlar haftada üç beş gün evlerde çalışırlardı. Kalorifer dairesinin yanında tek odada yaşıyorlardı. Ama bu odanın küçücük bir mutfağı, koridoru ve yüznumarası2 vardı. Öyle pek rutubetli bir yer de değildi. Ahmet ölünce, apartmanın kaloriferini komşu apartmanın kapıcısı yakmaya başlamıştı. Esma yalnız temizlik yapar, çöpleri toplar, dairelerin öteberilerini alırdı. Kaloriferi yakan Halil’in köyde karısı ve çocukları vardı. Ancak onları çalışmak için geldiği şehre getirmemişti. Esma ise yirmi yedi yaşında genç bir kadındı. Güçlü, kuvvetli ve güzeldi. Halil onunla evlenmeyi, hem de belediye nikâhı yaptırmayı kafasına koymuştu. Bunu da apartman yöneticisine söylemişti. Nasıl olsa apartmana girip çıkıyordu. Esma bu evlenme işinde hiç zorluk çıkarmadı. Yalnız oğlu, “Ana,” dedi, “daha babam öleli yıl olmadı. Sen ne diye elin evli adamına gidiyorsun?” Esma genç bir kadındı, oğlunun sözüyle bu işten caymazdı. Her kadına bir erkek gerektiğine inanırdı. Oğlunu susturdu. “Sen benim işime karışma. Babangil beni rahata alıştırdı. Başladım el kapılarında hizmete. Sen kendine bak.”

Yılmaz’ın haklı olduğu taraflar da vardı. “Ana,” dedi, “bu adam ister ki sen sabahtan akşama kadar çalışasın da ona para getiresin. O da yatsın akşama kadar, kalkınca varsın kahveye kâğıt oynasın.” “Daha bundan konuş, ağzına vuruveririm senin.” Halil, Yılmaz’ın dediği gibi kadınların sırtından geçinen bir erkekti. Hakikaten, Esma’yla evlendikten sonra, akşama yakın bir saatte yataktan çıkmaya ve kahveye gidip kâğıt oynamaya başlamıştı. “Eee, Esma,” diyordu, “kadın kısmına çalışmak gerek. Var sen de diğer kapıcıların karıları gibi evlerde çalış. Bak, onlar şakır şakır bilezikleri takıyorlar. Bunlar çalışmakla olur.” Yalnız bu değil, oğlanın okumasına da engel olmuştu. “Esma, bu oğlanı ver bir yere çıraklığa.

Adam olsun. Okul nesine? Babası okudu da adam mı oldu?” Halil’in kendisi okumuş mu? Köyünde o da üç sınıf okumuş, başlamış çobanlığa. Sonra kaçmış köyden, amcasının yanına varmış. Orada git şu yana, git bu yana, el ulaklığı yapmış. İstanbul havasına alışmış. Köyde amcasının kazancı varmış ama adam ölünce onu yüzüstü koyup yine varmış İstanbul’a. Yılmaz, Halil’in kararıyla marangoz atölyesine verildi. Sabahın alacakaranlığında kalkıp; kar, kış, sıcak, soğuk demeden atölyeye gitmeye başladı. Herkesten önce varırdı oraya. Sabahın ayazında, elleri cebinde titrerdi kapılarda.

Ona acıyan, iyi davranan bir Hamdi Efendi vardı. Merhametli adamdı. Sabahleyin kendisine kahve ısmarlarken, “Şuna da bir çay getir,” derdi kahvecinin yanaşmasına.1 Aç gelirdi atölyeye Yılmaz. Ne yiyip içtiğini, aç olup olmadığını sormazlardı ona. Hemen işe koyulurdu. Günde ikiüç nöbet ustaların ayaklarına dolanan yongaları ortadan kaldırır, toplayıp çuvala doldurur, ufak tahta parçalarını ayırır, biraz boş zaman kalırsa da onarım için getirilen bir koltuğun ya da kanepenin çivilerini birer birer sökerdi. Eline verdikleri kırık bir tornavidayla çivileri yerinden oynatır, çıkarıp bir teneke kutuya koyar, bunları yaparken de kanepenin kumaşını zedelememeye çalışırdı.

Hamdi Efendi’nin oğlu Ömer Usta aksi bir adamdı. İkide bir tepesinde dikilir, elini çabuk tutmasını söylerdi. Bir iş yaparken öteki işleri de ihmal etmemesi lazımdı. Ustaların istediklerini de alıp getirirdi Yılmaz. Zeytin, peynir, ekmek, pastırma, helva aldırırlardı ona. Bunları da beğenmezlerdi ya. Yalnız Hamdi Usta aşçıdan bir çorba aldırır veya ayrana ekmek doğrayıp yerdi. Bir süre Yılmaz’ın bir şey yiyip yemediğini görmemiş ama bunu anladığı zaman canı sıkılmıştı. Artık ona ekmekle katık parası veriyordu. Öteki ustaların böyle bir şey düşündükleri yoktu. Karşılıklı oturur, sırasına göre zeytin, peynir, üzüm, kavun yer ve artıklarını Yılmaz’a toplatırlardı. Sonra güneşe çıkar, başka ustalarla sigara içer, şakalaşırlardı. Hamdi Usta’nın oğlu Ömer, Yılmaz geldi geleli ona takmış, her ne nedenle olursa olsun azarlamaya başlamıştı. Yılmaz, Hamdi Usta’nın verdiği parayla aldığı yiyeceği yemeğe vakit bulamadan Ömer Usta tepesine dikilir, “Niye ağırdan alırsın? Çabuk olsana,” derdi. “Usta, daha şimdi aldım da getirdim.” “Sus, karşılık verme.” Konuşma hakkı yoktu Yılmaz’ın. Ama acıkıyordu. Zeytini, peyniri ceplerine koyardı. Arada bir kimseye göstermeden bir suç işler gibi yemeye çalışırdı.

Ömer Usta bunu da gözünden kaçırmaz, “Pisboğaz, ne tıkınıp duruyorsun?” derdi. Hamdi Usta arada bir oğluna söylenirdi: “Bu oğlanla uğraşma.” Ömer açıktan açığa, “İstemiyorum,” derdi. “Ne işi var burada? Bu yaştan sonra marangoz yetişip de sana hayrı mı dokunacak?” “Oğlum, babası ölmüş. Anası aldı getirdi. Burada bir sanat öğrense, sana ne zararı var?” “Baba, istemiyorum, zorla değil ya.” “Bu dükkân benim, Ömer. Ben öldükten sonra ne yaparsanız yapın.” “Yaaa, elin yumurcağı için beni azarlıyorsun demek.” “Ömer! Aklını başına al, benim canımı sıkma!” Ömer bu, laf anlar mı? Yılmaz’ı hem on defa öteberi almaya yollar, hem ona verdiği işi çabuk yapmasını ister, hem de iki lokma ekmek yemesine zaman bırakmazdı. Bir gün rafta bulunan bileğitaşıyla iskarpela bilemiş,sonra onu elinden düşürüp kırmış ve kızıp Yılmaz’a iki tokat atmıştı. Hamdi Usta, oğlanın bağırtısına başını çevirmiş ve sormuştu: “Şimdi ne yaptı çocuk?” “Ne yapacak, bileğitaşını kırdı.” Yılmaz’ın burnundan kan gelmişti o gün.

Öteki usta, Sadık Usta onu görmüş ve gücüne gitmişti. Hamdi Usta’ya duyurmadan, “Elin yetimine neye vuruyorsun be Ömer Usta?” dedi. “Günah değil mi? Taşı sen kırdın.” “O kırdı.” “Kırmadı, ben gördüm.” “Sen burada gündelikçisin, başka işe karışma.” En çok çalışan bu Sadık Usta’ydı. Ömer ona da ustalık taslar, babası atölyenin sahibi olduğu için patron geçinirdi. Öteki çıraklar öğle tatillerinde bir araya gelerek ‘üç taş’ filan oynarlarken yanlarına bile sokulmazdı. Akşam olup da bütün o sıradaki atölyeler işi bıraktılar mı, Ömer Usta hava kararsa da Yılmaz’ı yollamaz, her tarafı toplatır, talaşları süpürtür ve ceketinin arkasından kürek kemikleri görünen Yılmaz’a, “Haydi savuş,” derdi, “sabahleyin geç kalayım deme.”

Yılmaz yorgun argın eve gidince, bu defa Halil çatardı
ona:
“Nerelerde kaldın?”
“Anca geldim.”
“Ne kazandın?”
“Bana para vermiyorlar. Usta bir öğle yemeği veriyor.”
“Burada seni boşuna mı besleyeceğiz?”

Halil de kafayı takmıştı Yılmaz’a. Onu istemiyordu. Evlenmeden önce, bir gün Yılmaz’ı almış, çarşıya götürmüş, ona yolda bir simit almıştı. Esma’nın çocuğuna karşı gösterdiği büyük ikram ve fedakârlık bundan ibaret olmuştu. Ancak şimdi bu odada onun barınmasına yer yoktu. Gerekirse koridorda yatmalıydı Yılmaz. Ne işi vardı karı kocanın yattığı odada. Köyde kendi çocukları varmış Halil’in. Ama onların adını bile anmazdı. Esma haftanın yedi günü evlerde çalışıyor ve her akşam aldığı parayı Halil’e veriyordu. Halil yine de söyleniyordu: “Başkaları on beşe çalışıyormuş. Sen de on beş iste.” “Vermiyorlar, ne yapayım. Buralarda on bini bile veren az.” “Ben anlamam, bulmalısın.” Halil parayı alır, gider kâğıt oynar, takım takım giyinir, üstelik Esma’yı hemen her akşam azarlardı. Esma hayal kırıklığına uğramıştı. O bir koca istemişti. Böyle kanını, iliğini sömüren sülük gibi bir adamı değil.

 

Benzer İçerikler

Kübra | Afşin Kum | Birazoku

yakutlu

Numaran Bende Var – Sophie Kinsella – Online Kitap Oku

yakutlu

Turk Islam Dusuncesi Tarihi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy