Geçen kuşaklardan sonra öykü edebiyatımızda derin bir iz bırakmaya aday hangi öykücü geldi, diye sorulursa ben kendi payıma ilkin Cemil Kavukçu’yu söylüyorum. Okuru etkileyen ve
düşündüren öyküler yazıyor o.
Semih Gümüş
Başlayınca temposuna katıldığınız bir anlatımı var Kavukçu’nun. Üslubu, konuşma üslubuyla yazı üslubu arasında kurulan bir sentezden doğuyor gibi.
Doğan Hızlan
Konuşmalarda, kişileri, kendi düzeylerine göre, kendilerine özgü “dil”leriyle konuşturmakta çok usta; hiç abartı yok; hem hikâyeye inandırıcılık veriyor, hem de okura ayrı bir dil tadı.
Fethi Naci
Yazarın her kitabıyla bir “aşama” yapması zorunluluğuna inananlardan değilim ama Cemil Kavukçu’nun buradan nereye gideceğini yine de merakla bekliyorum.
Füsun Akatlı
Dört Duvar Beş Pencere, yer yer fantastik öğeler içeren, kimi zaman gerçekdışına kayan, çoğunlukla da sonu açık öykülerden oluşuyor. Cemil Kavukçu’nun daha önceki öykülerinden farklı bir çizgide yer alan bu öyküler, yazarın edebiyat serüveninde önemli bir kilometre taşı niteliği taşıyor.
İçindekiler
Sessizlik …………………………………………………………………. 11
Avludaki Tren …………………………………………………………. 15
Dört Duvar Beş Pencere …………………………………………… 23
Kopuk Uçurtmalar ………………………………………………….. 47
Maykıl …………………………………………………………………… 53
Parakete ………………………………………………………………… 61
Haber ve Haberci ……………………………………………………. 73
Kesişme Noktası ……………………………………………………… 81
Arakesit …………………………………………………………………. 87
Müjark ………………………………………………………………….. 93
Bir Masanın Eksik Tarihi …………………………………………. 103
Çizgi İçi ………………………………………………………………. 109
SESSİZLİK
O çocuk saatlerce, hiç bıkmadan denize neden bakar? Açıkta demirlemiş gemilere mi, balıkçı teknelerine mi, denize düşecekmişçesine bir taş gibi inen, sonra suyun yüzeyini yalayıp yükselen bet sesli martılara mı, ayaklarının dibine kadar usulca sokulan, ardından da oyun oynamak istiyormuş gibi geri kaçan beyaz köpüklü sulara mı; yoksa rüyalarına mı, kimselere söylemediği hayallerine mi? Belki de o çocuk kendine bakar; çünkü her şey onu ona anlatır.
Bir kadın, deniz kenarında yalnız dolaşır. Saçları rüzgârda uçuşur. Arada, gözlerine inen saçlarını eliyle geriye atar ve yalnız dolaşır. Denize bakar. Bakarken gözlerini kısar, alnı kırışır. Denize bakar ve çekirdek yer. Bir banka oturur, bacak bacak üstüne atar. İnce bilekli, düzgün bacakları vardır ve farkında olmadan ayağını sallar. Geçmişi düşünür; akıp giden zamanı, bir bir sönen coşkularını. Yaşadıkları, başka bir kadının yaşamına aitmiş, bir gün kendi yaşamını yaşayacakmış gibi gelir. İyi ki deniz vardır, gemiler vardır, alıp başını gidemese de, alıp başını gitmeler vardır. Denizi olmayan bir kentte ne başka bir kadının ne de kendi yaşamını sürdüremeyeceğini düşünür. Biraz yorgundur, biraz da kırgın. Kuyruğu dimdik bir kedi, kendi mırıltılarını kendi duyarak bankın ayaklarına sürtünür. Kadın ona seslensin ya da başını okşasın diye bekler. Ama kadın çekirdek yer ve denize bakar. Arada, gözlerine inen saçlarını eliyle geriye atar.
Bir gün bir şair ölüverir, şiirleri sabaha karşı pavyonlarda okunur. Adam aya bakar, korkar. Onca kalabalık, onca keşmekeşlik içinde kendini yalnız hisseder. Sevmediği bir işte çalışır. İş çıkışlarında birahaneye uğrar. İş çıkışlarında kendi gibi birahaneye uğramış olanlarla birlikte bira içer, çene çalar, kulaklarına yabancı gelen kahkahalar atar ve kendini daha da yalnız hisseder. Kaybolan kediler aya bakarak evlerini nasıl bulurlarsa, o da bira bardaklarına bakarak bulur korkularını. Birahanenin penceresinden denize bakar. Açıktaki gemilerin hiçbirinin onu beklemediğini bilir. Hiçbir gemi onu buradan alıp uzaklara götürmeyecektir. Oysa o hep gideceği günü düşlemiştir. Korkuları uyurken, usulca, bir hırsız gibi çıkacaktır evden. Denizin sesini, büyülü çağrısını dinleyerek bilinmeyen, ama kendine ait olan bir yaşama doğru gidecektir. Denize o gözle bakar, gemilere o gözle. Bira içer ve bir bir unutur korkularını.
Kadın oturduğu banktan kalkar. Ellerini kabanının ceplerine sokup yürür. Saçları gözlerinin üstüne düşer. Adımlarını yavaşlatır, başını hafifçe yana döndürüp rüzgârın saçlarını geriye atmasını bekler. Rüzgâr saçlarını geriye atar. Gözlerini kısarak çocuğa bakar, denize bakar, martılara bakar. İçi bir tuhaf olur. O çocuk saatlerce, hiç bıkmadan denize neden bakar, diye düşünür.
Kedi arka ayaklarının üzerine oturmuş, çok ciddi, biraz da kırgın kadına bakar. Çocuk omzuna konan ele bakar, sonra dönüp kadına bakar ve gülümser. Kadın çocuğa bakar; o da gülümser. İkisi birden denize bakarlar. Kedi onlara doğru yürür; çok ciddidir, biraz da kırgın.
Solgun yüzlü bir adam sigara içer. Bir korkusunu şöyle tanımlar: hoş bir korku; nemli ve küflü, ama yine de hoş. Birahaneden çıkar, deniz kenarına doğru yürür. Bitmek üzere olan sigarasıyla yeni bir sigara yakar. Durup çocuğa, kadına, denize ve kediye bakar. Yüzündeki çizgiler yumuşar, dudağına küçük bir kıvrım oturur. Açıktaki gemilerin hiçbirinin onu beklemediğini bilir. Hiçbir zaman, hiçbir yere gidemeyeceğini düşünür; bugüne kadar nasıl yaşamışsa bundan sonra da öyle yaşayacaktır. Ya o çocuk, o ne olacaktır? Unuttuğu korkularını bir bir anımsar; ama en çok da nemli ve küflü olanını… Önce kedi görür adamı, sonra da çocuk. Kocaman bir gülümseme yayılır çocuğun yüzüne ve adama doğru koşar. Kadın başını ağır ağır çevirir, saçları gözlerinin üstüne düşer.
Önde çocuk, arkada kadınla adam, onların da arkasında kedi, bir sokağa girerler. Bir evin önünde dururlar. Adam cebinden anahtarını çıkarıp kapıyı açar. Önce çocuk, sonra kadın, sonra adam eve girerler. Kedinin upuzun gölgesi sokakta kalır; çok ciddi, biraz da kırgın.
AVLUDAKİ TREN
Kardeşim anımsamıyor. O zamanlar çok küçüktü. Ama yine de, belleğinde küçük anı kırıntıları olmalı diye düşünüyorum. Gülüyor. Sonra da tren düdüğüne benzeyen bir ses çıkarıyor. “Böyle mi bağırıyordu?” diyor. Ürperiyorum. Kardeşim değil de, o bağırıyor sanki. “Evet,” diyorum, “aynı öyle bağırıyordu.” Omuzlarını silkip yeniden gülüyor. Onu hiç anımsamıyor, ne tuhaf.
Taş avludaydılar. Annem, kardeşim ve ben avluya açılan pencerenin tülü ardından bakıyorduk. Duvarı delmiş gibi dışarı fırlayan soba borusundan savrularak uçuşuyordu dumanlar. Kardeşim daha iyi görebilmek için alnını cama dayamıştı. Ezik, dümdüzdü alnının o bölümü. Soluğundan cam buğulanmıştı. Kara ineği dışarı çıkarmaya uğraşan babamdan başka biri daha vardı avluda; meşin gocuklu, lastik çizmeli, pantolonu kan ve hayvan pisliği ile lekeli bir kasap! Yün, et ve gübre kokan bu adam kara ineğin ardına geçmiş, kuyruğunu bir sağa bir sola bükerek –yani canını yakarak– yürütmeye çalışıyordu.
…