Bir kutup ayısı atasözü ne der? A-TİK-TUK, A-TİK-TUK!
Sınır tanımaz hayal gücüne sahip ödüllü yazar Çiğdem Gündeş, masal düşler yaratmadaki ustalığını bu kez öyküler kaleme almak için kullanıyor. Neler yok ki Gündeş’in öykü pınarında…
Fasolada! Cacıki! Zeibekiko! 23 Nisan Çocuk Bayramı için Ege’nin karşı kıyısından Türkiye’ye gelen Elefteria’nın, Ceren’in ve ailesinin birbirlerinden öğrenecek çok şeyleri var. Hatta bizim bile… O zaman verin elinizi, şarkılar söyleyelim. Dilimiz farklı belki ama yaşamdan aldığımız tatlar benzer nasıl olsa. Gözlerimizi yumup, bir baba ve oğlun avlanmak için çıktıkları kamp gezisinde sessizce ormanı dinleyelim; fısıldayacağı önemli sırlar var. Neşemize neşe katıp kırmızı bir bisikletin sırtında var gücümüzle pedal çevirelim. Güzel bir akşamüstü Eciş’le Bücüş’ün sofrasına konuk olup büyükannemizin anlatacaklarıyla masal masal renklenelim. Dilerseniz Çağrı ve Emre’nin sözlerine kulak verip karşımıza çıkan engelleri adım adım aşalım. Yeter ki dünyada barış, çocukların gözlerinde hep yaşama sevinci olsun…
Çiğdem Gündeş’ten hayata dokunan, içimizi sevinçle dolduran umut dolu beş güzel öykü…
HEP BİRLİKTE / óloi Mazí
“Ay bir âlemsiniz valla! Bunca işin arasında…” “Aman anne, ne işi Allah aşkına! Altı üstü üç beş güncük.” “Ne bileyim ben… Bir terslik falan çıkmasın da!” “Ne tersliği çıkacak anneciğim, rahat olun.” “Öyle diyorsun da çocuk bu, üstelik emanet! Ağzını bilmeyiz, dilini bilmeyiz.” Babam, annemden önce devreye girdi: “Anne, boşuna telaşlanıyorsun. Bizim çocuklardan ne farkı var ki? Ceren’in herhangi bir arkadaşı gibi düşün.” Büyükannem pek hoşlanmadı bu yanıttan. Ama sesini de çıkarmadı. Odasına giderken söyleniyordu:
“Siz bilirsiniz. Hiç işiniz yokmuş gibi bir de bunu çıkardınız ya başımıza! Misafir çocuk… Başına bir iş gelse ne diyeceksiniz? Hadi hayırlısı!” Hep birlikte ona, “İyi geceleeer!” dedik. Ohhh! Şimdilik konu kapanmıştı. Ya da bize öyle geldi… Büyükannem odasının kapısını açtı, başını uzattı. “Yatacak yer ayarladınız inşallah! Ben odamı vermem ona göre!” deyip kapıyı biraz sertçe kapattı. Endişeyle baktım anneme. “Asma suratını. Büyükanneni bilirsin. Yeni durumlara alışmakta zorlanır hep. Gelen konuğu rahat ettiremeyiz diye korkuyor.”
“Ya, o yüzden odamı vermem diye tutturdu, di mi?” Babam, “Yahu Ceren, büyükannenin odasında mı yatıracaksın arkadaşını? Siz ikiniz aynı odada güle oynaya yatarsınız ne güzel, hem eğlenirsiniz,” dedi. Haklıydı aslında. Ama gücenmiştim işte. Tam da bu sırada annem konuyu ustalıkla değiştirdi: “Eee, anlat bakalım, ne zaman ve nereden geliyorlar? Kaç kişi olacaklar? Aileler ile iletişim kuracak mıyız? Sınıftaki herkes kabul etti mi?” “Evet, neredeyse sınıfın tamamı kabul etti. Herkese bir kişi düşüyor yani. Sinanlar’da iki kişi kalacak. Zaten kendileri de ikiz. Bizim okul geçen hafta yazışmış Yunanistan’daki okulla. Haftaya geliyorlarmış. Ailelerin telefonlarını da vereceklermiş size. Zaten başlarındaki öğretmenle bizim bedencimiz arkadaşmış. Daha önce de yapmışlar böyle bir program.
Ayyy, çok heyecanlıyım!” “Harika! Her şey ayarlanmış. Demek 23 Nisan’dan bir hafta önce gelmiş olacaklar.” “Evet, birlikte çalışmamız gerekiyormuş.” “Aaa, çok hoş! Belki siz de onların oyunlarını öğrenirsiniz.” “Evet, biz onların oyununu öğrenecekmişiz, onlar da bizimkini. Herkes bir de şarkı öğretecekmiş ev arkadaşına.” “Bak bu şahane! Şimdiden hazırlıklara başla. En sevdiğin şarkıların listesini yap. Liste dedim de… Benim de yemek programını hazırlamam gerekecek. Ayyy! Ne severler acaba? Alışkınlardır umarım ev yemeğine. Eyvah, ya yemek seçen biri düşerse bize!” Babam her zamanki sakin ve sakinleştirici haliyle annemi rahatlatmaya çalıştı: “Hayatım, dert ettiğin şeye bak… Makarna, köfte, patates kızartması… Bitti gitti işte. Her çocuk sever.” Ama annemde dert edecek konu bitmez ki! “İyi de, ya gluten alerjisi falan varsa? Ay, ya vejetaryense? Evvah eyvah!”
“Aaa, sen annemi de geçtin ama! Gelsinler hele, duruma göre hareket ederiz.” Daha sonra büyükannemin sesiyle irkildik. “Yaa, bir de bana, ‘Ne var bunda!’ diyordun. Gör bak, nasılmış…” Babam, “Anne, sen bizi mi dinliyordun? Hani uykun gelmişti… Âlemsin vallahi!” der demez büyükannem hınzır hınzır gülümsedi. O gece odama çekildiğimde hem heyecandan hem gerginlikten bir süre uyuyamadım. Sonraki günler her zamankinden farklı bir koşturmaca ile geçti. Annem çeşit çeşit yemek listesi yaptı. Akşamları işten eve, eli kolu paketlerle dolu geldi. Yunanistan’dan gelecek konuğumuza küçük sürprizler hazırladık. Babam, Yunanca -Türkçe sözlük aldı, biz de birkaç sözcük ezberlemeye çalıştık. Türkçeyle ne çok ortak sözcük varmış! Bu süre boyunca büyükannem bizi sessizce ama endişeyle ve sanki biraz da imrenerek izledi. Aramıza hiç katılmadı, yine de heyecanlı gibiydi. Beklenen gün geldi çattı. Cumartesi sabahı erkenden okula gittik. Bahçe bayram yeri gibiydi. Konuklarımız gelmişti. Herkesin elinde çiçekler, Türk ve Yunan bayrakları, balonlar; hepimizde aynı heyecan, aynı sabırsızlık… Büyükannem ise oralı olmamaya çalışıyordu sanki.
Herkes uzaktan birbirini süzüyordu. Eminim diğerleri de tıpkı benim gibi kim kiminle eşleşecek diye merak ediyordu. Tabii çekingenlik de vardı üstümüzde. Okul müdürümüz eline mikrofonu alıp önce Yunanca, sonra Türkçe selamladı kalabalığı. Herkesten büyük alkış aldı. Neyse ki bu kez sözü fazla uzatmadı da karşılama töreni zamanında başlayabildi. Her iki dilde çalınan şarkılar eşliğinde biraz rahatladık, heyecanımız yatıştı. Törenin sonunda beden eğitimi öğretmenimiz Zafer Bey elindeki listeden isimleri tek tek okumaya başladı. “Angeliki Papazoglu – Doğa Doğru, Vasillis Patakio – Harun Korkmaz, Elefteria Kallianta – Ceren Yılmaz.” Bir adım öne çıktım. Sıranın diğer ucundan kırmızı tişörtlü, güler yüzlü bir kız bana bakıyordu. Yanına gittim. Elimdeki balonu verdim. O da bana bir kartpostal uzattı, selamlaştık. Birbirimizin adımlarına uymaya çalışarak annemlerin yanına gittik. Annem sanki Elefteria’yı yıllardır tanıyormuş da uzun zamandır görmemiş gibi hasretle atıldı boynuna. Elefteria da şaşırdı, ben de. “Ay, canım canııım… Hoş geldin, hoş geldin! Ya su ya su!”* Elefteria, annemin kollarından kurtulur kurtulmaz yarım yamalak bir Türkçeyle, “Meer- haa- baa!” dedi.
“Ay, Türkçe de öğrenmiiiş! Canım ya! Ahhh, yerim ben seni, yerim!” “Anne, ‘yemek’ sözcüğünü de öğrendiyse Elefteria korkacak ama…” Hepimiz gülünce o da gülümsedi. Daha sonra tepkisiz duran büyükanneme gözü takıldı. Büyükannem fark edildiğini anlayınca memnun oldu. Elini Elefteria’ya uzatıp bekledi. O da büyükannemin elini sıktı kibarca. Ne bilsin öpüp alnına götürmesi gerektiğini… Babam bir krizi önlemek için apar topar otoparka doğru sürükledi bizi. Eve varıncaya dek annemin bir iki sıkıcı sorusu ve gergin gülüşleri dışında pek sesimiz çıkmadı. Eve girer girmez annem hemen bilgisayarda görüntülü bağlantıyı açtı. Elefteria’dan annesinin numarasını alıp rakamları tuşladı. Hepimiz bilgisayarın başında toplandık. Çok geçmeden ekranda bir kadın göründü. Tıpkı annem gibi o da endişeli gözlerle bakıyordu. Elefteria fısıldadı: “Ya su mama!” “Ya su, i kori mou ya su!”* Annem ekranın köşesinden başını uzatıp zıplaya zıplaya el sallamaya başladı. “Ya su ya su!”
Ekrandaki kadın da gülerek selamladı onu. Gözleri nemli, aynı annem gibi. Her ikisi el kol işaretleriyle öyle güzel anlaşıyorlardı ki şaştık kaldık. O sırada babam, büyükanneme döndü. “Anne, bi’ merhaba desene…” “Aman, gözüm görmez benim şimdi. Hem ağzını bilmem, dilini bilmem. Ne diyeyim… Selam söyleyin. Kızını merak etmesin. Oyalanmayın fazla. Acıkmıştır misafir, sofrayı hazırlayalım.” Annem istemeye istemeye el salladı Elefteria’nın annesine, sonra mutfağa koştu. Sofraya oturduğumuzda hepimiz biraz daha rahatlamıştık. Bir de annem, “Şunu da ye, bunun tadına bak, bi’ lokmacık daha al, aaa, doymazsın ama, onu sever misin, bunu bilir misin…” diye sıkboğaz etmeseydi… Elefteria da benim gibi çat pat İngilizce biliyordu. Neyse ki annem ve babam bu konuda çok yardımcı oluyordu. Sofrada tek suspus oturan büyükannemdi. Hem dil bilmediğinden hem hâlâ kaygılı olduğundan sanırım. Huzursuzdu. Aslında çok sevecen bir kadındır. Beni çok sever, annemi de. Ama her şeyi kafasına takar.
Aklına yatmayan bir durum olursa böyle huysuzlanır. İster ki her şeyi kontrol edebilsin. Ertesi sabah, erken saatlerde hep birlikte İstanbul turuna çıktık. Elefteria, Arkeoloji Müzesi’ne gideceğimizi duyunca sevinçten havalara uçtu. Hemen annesine bir telefon iletisi yazıp haber verdi. Öpücüklü gülücükler ve pembe kalplerle geldi yanıt. Arkeoloji Müzesi’nde başlayan İstanbul gezimiz Moda’daki bir dondurmacıda bittiğinde yorgunluktan bayılmak üzereydik. Bir an önce eve gidip uyumaktan başka isteğimiz yoktu. Öyle de yaptık. Sabah erkenden kalkıp çalışmalara başlayacaktık. Okuldaki ilk derste herkes birbirine hafta sonu neler yaptığını heyecanla anlattı. Genel olarak değerlendirdiğimizde konuklarımız da biz de hayatımızdan memnunduk. Bir iki kişi pek anlaşamamış gibiydi ama öğretmenimiz, “Çalışırken alışırsınız birbirinize,” dedi ve müzik sistemini ayarlamaya başladı. Önce biz başlayacaktık, ardından konuklarımız. Önceki haftalarda çalıştığımız zeybek müziği duyulur duyulmaz yerlerimizi aldık. Bedencimiz Zafer Bey, “Hazııır, son kiii üüüç!” deyince de kollarımızı kaldırıp oyuna başladık. Döne döne, dizlerimizi yere vura vura oynadık. Son ayak da tamamlanıp selam verdiğimizde koca salon alkıştan inledi. Yunanlıların yüzünde şaşkınlıkla karışık bir memnuniyet vardı. Sıra onlardaydı. El ele tutuşup ortaya geldiler. Sonra belli aralıklarla, aynen bizim yaptığımız gibi açıldılar. Gözleri kendi öğretmenlerinde…
“Ena, dio, tria!”* diye gürledi Bay Flippo ve müzik başladı. Bir an yanlışlıkla bizim müziğin başladığını sandık. Ama Yunanlılar hiç şaşırmadan kollarını kaldırıp bizim gibi dönmeye başlayınca bir hayli şaşırdık. “Eee, bu bizim zeybek!” dedi Ezgi. Bay Flippo gülümseyerek, “Ne! ** Zeibekiko…” dedi. Ağzımız bir karış açık kalmıştı. Konuklarımız oynarken el çırptık, ritim tuttuk. Sonra da bir alkış, bir alkış… Ortalık sakinleştiğinde hepimiz çok heyecanlanmıştık. Aynı dansı hazırlamışız demek; biz zeybek, onlar zeibekiko… Biraz dinlendikten sonra öğretmenlerimiz bizi toplayıp orta yere geçtiler. Birbirlerine bakıp aynı anda, “Hep birlikte! Ôloi mazí! ***” dediler. İki ekip aynı anda neredeyse aynı figürlerle aynı oyunu oynamaya başladık. Hayatımda bu kadar heyecanlandığımı ve bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Kan ter içinde, el ele bitirdik oyunu. Eve gidince anlatacak ne çok şeyimiz vardı. Günün sürprizi sadece bizde değilmiş. Annem harika bir sofra hazırlamış. Büyükannem de katkıda bulunmuş. Aslında pek katkı denemez, pırıl pırıl parlayan sarmalara, nefis cacığa, meşhur köftelerine bakılırsa…
Neşeyle sofraya oturduk. Kurtlar gibi açtık zaten. Annem yine, “Bir kaşık da bundan, iki lokma da şundan…” diye başlamıştı ki Elefteria çatalının ucundaki sarmayı ağzına tıkıp, “Ntolmas megalos,”* deyince büyükannem de, “Dolma mı dedi o? Dolma mı dedi?” diye heyecanlandı. Elefteria hemen anladı büyükannemin sevincini, yineledi: “Ne! Megalos ntolmas megalos.” “Ay, ne diyor bu? Bi’ anlatsanıza. Beğendi galiba dolmamı!” “Evet, anne. ‘Dolma harika,’ diyor.” Büyükannem heyecan ve sevinç içinde cacığı işaret etti, bir yandan da birkaç köfte daha koydu Elefteria’ nın tabağına. “Cacık da ye, bak piyaz da var…” “Aaa, fasolada! Tzatziki. Ne ne!”** Büyükannem elinde servis kaşığı, kalakaldı öyle! “Cacık dedi, cacık dediiii!” “Aaa, fasulye de biliyor galiba!” “Ne! Salata fasolada!”
…