El ele hayallerin ötesinde…
On binlerce okurun dimağında yer edinen Hayal Sözleşmesi kitabında, hayallerin gerçeğe dönüştüğü umut dolu bir dünya resmeden Dilek Yardımcı’dan, neşe ve hüznün doğallığında kaybolacağınız duygu yüklü bir devam romanı: Hayallerin Ötesinde.
Günlük hayatın içinden süzülen mizahi anlatımı, okurun sıra arkadaşı kadar yanında hissedeceği canlı karakterleri ve eğlenceli kurgusuyla ilk gençlik çağındaki kitapseverlere keyifli bir okuma deneyimi sunan Hayallerin Ötesinde, “Hayal Sözleşmesi”nin kapsama alanını genişletiyor ve Kars’la İstanbul arasında mekik dokuyarak bütün Türkiye’ye yayıyor.
Okurlarını, geçmişle geleceğin el ele yürüdüğü, kimi zaman hüzünlü kimi zamansa heyecan verici bir umut yolculuğuna çıkaran bu içtenlikli roman; sevgiye, arkadaşlığa, aşka ve dayanışmaya olan yaklaşımıyla kalpleri ısıtıyor…
8-A sınıfının kitaplara konu olan hayal avcıları, yıllar sonra yeniden bir araya geliyor! Üstelik şimdi çok daha büyük bir görevle karşı karşıyalar. Her biri bambaşka meslekler icra etseler de özünde hepsi iflah olmaz birer hayalperest ve şu dünyadaki en büyük tutkuları son nefeslerini verinceye dek, ulaşabilecekleri kadar çok çocuğun hayalini gerçeğe dönüştürebilmek. Okul sıralarındayken balıklama atladıkları “Hayal Sözleşmesi” serüveni artık olgunluk çağına ulaşıyor. Bir zamanların yılmaz savaşçıları şimdilerde yitip giden insani değerleri yaşatmanın peşine düşüyor. Yolları uzun, zorlu ve çıkmazlarla dolu. Ama onların vazgeçmeye hiç niyetleri yok. Çünkü gerçeğe dönüştürülecek o kadar çok hayal var ki…
Hedeflerin daima hayallerle gerçekleşebileceğini anımsatan Hayallerin Ötesinde, hayal kuran herkesi yüreklerinin sesini dinlemeye ve asla pes etmemeye çağırıyor.
Hayatı, bazen geçmişe, bazen bilinmezlerle dolu geleceğe uzanıp giden çetrefilli bir yolculuğa benzeten Dilek Yardımcı, bu kitabıyla, bütün okurlarını hayallerine sahip çıkmaya davet ediyor. O halde var mısınız bu davete?
Bölümler
Çook Uzaklarda… ……………………………………………….. 9
Güneş ……………………………………………………………………16
O Gün ……………………………………………………………………33
Kavuşma ………………………………………………………………46
İkisi Bir Arada ……………………………………………………64
Kara Pazartesi ……………………………………………………76
Sınıfımızda Yabancı Biri Var ……………………….92
İz Peşinde …………………………………………………………..116
Veli Toplantısı ………………………………………………….127
Dedektif ……………………………………………………………..137
Yaşasın Tatil ……………………………………………………..144
Gözlem ……………………………………………………………….158
Nerede Kalmıştık? ………………………………………….161
Nihayet ……………………………………………………………….173
İçinden Deniz Geçen Şehir ………………………..175
Serhat ………………………………………………………………….194
Gizemli Hayran ………………………………………………207
Mektup ……………………………………………………………….213
Sır ………………………………………………………………………… 235
Çook Uzaklarda…
Klasik müzik çalıyor, perdeler açık, dışarıyı seyrediyorum; yağmur yağıyor usulca. Kemanın büyülü sesi damlaları titretiyor sanki, melodideki hüzün gökyüzünü ve sınıfı kuşatmış. Benimse gözümden yaşlar akıyor. Aklıma aylar öncesi geliyor. Otobüsün camına vuran yağmur damlalarını hatırlıyorum. Onlar camdan usul usul akıp yere düşüyordu, benimki ise içime. Yolculuk boyunca durmadan aktılar. Hâlâ da devam ediyor. Bir gölet var artık yüreğimde. Onun için akan yaşları orada biriktiriyorum ve bir gün onların içinde boğulmaktan korkuyorum. Yedi ay oldu kaybedeli. Yedi ay, üç gün, on altı saat. Bir gram eksilmedi acısı, aksine büyüdü, kocaman bir dağa dönüştü. Melodi bitince bitirim bir ses kendime getirdi beni. Gözyaşlarımı görmesinler diye yüzümü sildim. Çünkü onlar benim bu halime hiç alışkın değiller. Ağlayan öğretmen, çaresiz öğretmendi onların gözünde. Bu da onlarda oluşturduğum güven ve hayranlığa tersti. Oscar’a aday olacak bir rol becerisiyle onlara döndüm. Tatlı tebessümüm her şeyin yolunda olduğu anlamına geliyordu. Ne olduğunu anlayamadılar. Çünkü Serhat ön plana çıktığında gözler sadece onda olurdu. Bunca süre –on dakika– nasıl sessiz kaldığına şaşırmıştım zaten.
Şiir istemiştim onlardan. Belirli bir kalıpta yazacaklardı. Ama bizimkisi kurtlu, bir türlü rahat duramıyor. Neden mi? Serhat’a ters de ondan. Onun gibi adam şiir yazar mı? Hadi yine şiir bir yere kadar idare eder. Aklının bir köşesinde saklı, aşkı derinlemesine işlediğini düşündüğü arabesk şarkılardan çalıp çırpar, şiir diye yutturur. Asıl sıkıntı başka. Bu klasik müzik de neyin nesi? Bütün yaratıcılığını öldürüyor. Hazır sevdiği kız da sınıfta.
Açaymışım bir Müslüm Baba, herkes neler neler yazarmış… Benimki de iş. Git Kars’ın bir ilçesine, damar şarkılarla büyümüş çocuklara klasik müzik eşliğinde şiir yazdır. Homurdanıp durdu; sen bırak, yazma, dememi bekledi. Ancak yukarı doğru kalkan kaşlarımın ne anlama geldiğini bildiğinden, ‘teslim oldum’ der gibi ellerini kaldırdı ama ‘siz kaşındınız’ anlamında gözlerini kısmaktan da geri durmadı. Haksız da sayılmazdı. Değişik bir şey deniyordum. Yaratıcı yazarlık kitaplarından birinde görmüştüm, hoşuma gitmişti. İkişerli dizeler istiyordum. Birinci dizelerde sınıftan ya da aileden birini “Benim …………” ifadesiyle sırasını verdiğim şeylere benzetip, ikinci dizeleri ise “-an/-en, -ım/-im” eklerinden biriyle bitireceklerdi. Yazdıkları kişiyi sırasıyla neye benzetmeleri gerektiğini de koca puntolarla tahtaya yazdım: hayvan, eşya, duygu, bitki… İlk dizeleri benim verdiklerime göre yazacak, diğerlerinde özgür olacaklardı. Liste başındaki hayvan hepsini güldürdü. Serhat’ın kankası Atakan parmak kaldırdı. “Öğretmenim bu hayvan hiç iyi olmadı. Tövbeee, ben şimdi anamı eşek mi yapacam?
“Başka hayvan yok mu Atakan?” “Var da öğretmenim, bizim coğrafyadaki hayvan çeşidi belli. Bilgi hazinemi de yokladığımda oluşan listede şiire konu olacak hayvan yok. Yani var da anam için uygun değil. Sonra ben bunu anama okursam beni yün çırptığı sopayla döver. Hem anayı hayvana benzetmek günahtır öğretmenim.” “Ben sana güveniyorum, ona uygun bir hayvan bulursun.”
Ona uygun bir hayvan ifadesi hem beni hem de onları güldürdü. “Zaten şiirin bu derste bitmesi mümkün değil. Elinizden geleni yapın, yetişmezse evde ayrıntılı bir araştırma yapıp yazarsınız. Şiirlerinizi heyecanla bekliyorum.” Sessizliğe gömüldüler tekrar. Bu sessizliğin sonu benim için iyi olmadı. Aradan on beş yirmi dakika geçmişti. Kısık bir ses: “Öğretmenim!” Ne diyeceklerini biliyordum. Başımı kaldırmadan cevapladım: “Olmaz. Ne istiyorsam o!” Öğretmenim sesi bir daha gelince sitemle, “Efendim oğlum!” dedim. Yerlere yattılar gülmekten. Ben ise nedeni bilmediğim için şaşkınım. Oğlum sözcüğünü bu güne kadar defalarca söylemiş, kimseyi güldürmemiştim. Bu ara komik bir havam mı vardı acaba? Sitemle söylendim: “Neler oluyor, neymiş bu kadar komik ol…” Cümlemi tamamlayamadım. Meğerse öğretmenim diyen Güneş’miş. Grip olduğu için sesi kalın çıkmış. Kalın sese bir de utanma eklenince kız domates gibi karşımda duruyor. Hemen durumu düzeltmeye çalıştım ama bu kez de kaş yaparken göz çıkarmış oldum.
“Aa Güneş, sen miydin kızım? Serhat zannettim.” Cümle biter bitmez ergen gülüşmeleri tekrar başladı. Bu kez sebep farklıydı. Sinsi, alaycı bir gülüş, kaş göz hareketleri… Anladım yaptığım hatayı. Sınıfta başka erkek mi yok? Bu çocuk epeydir kızın peşinde. Benzete benzete Serhat’a mı benzetilir? Git Atakan’a benzet değil mi? Yok, çıktı ağzımdan bir kere. Garibim Güneş, domates görüntüsünü kısa bir süre korudu; sonra ondan beklenmeyecek bir hızla toparlandı, ancak biraz tedirgindi. “Şey… öğretmenim, ben de şiirimi anneme yazmak istiyorum.” Bu kez yüzlerdeki tebessüm yarım kaldı, ardından da korkutan bir sessizlik… Sessizlik korkutur mu diyeceksiniz. Korkutur. Sözler ortamı bıçak gibi keserse, ne diyeceğinizi bilmezseniz korkutur. Ama çabuk toparladım kendimi.
“Elbette, istediğin kişiye yazabilirsin.” “İzin verirseniz sizi annem gibi düşünüp öyle yazmak ve size hediye etmek istiyorum.” Boğazım düğümlendi. Vicdansız gözyaşlarım anında harekete geçti, rol yeteneğim ortadan kayboldu. İşte şimdi bittin, ne yapacaksın bakalım güçlü öğretmen, derken zil çaldı. Ohh! Teneffüs zilleri hep öğrencileri kurtaracak değildi ya! Bu kez çaresiz bir öğretmeni kurtarmıştı. Hemen kitaplarımı topladım. “Tabii kızım, çok mutlu olurum, bir sonraki derste görüşmek dileğiyle…” deyip vitesi beşe taktım. Bugüne kadar hiç bu denli hızlı çıkmamıştım sınıftan. Çocuklar şaşkınlıkla izledi. Arkama bakmadan kaçmıştım çünkü annesi ölmüş bir çocuk beni düşünerek şiir yazacaktı. Duygularım altüst olmuştu. Bir yandan kızımda anne sevgisi oluşturduğuma sevinmiş, öte yandan verdiğim konuyla annesini hatırlattığım için üzülmüştüm. Öğretmenler odasında gördüğüm ilk koltuğa attım kendimi.
Son zamanlarda her türlü suratsızlığıma sabırla katlanan Burak, yine bir bardak çay ve incirli kurabiye ile yanımda aldı soluğu. Beni kendime getirmenin yolunu öğrenmişti. Dumanı tüten bir çay ve incirli kurabiye. Kuru fasulye – pilav kadar mükemmel ikili. “Harikasın Burak. İkisine de çok ihtiyacım vardı.” Boynunu büktü. “Ben gideyim o zaman.” “Saçmalama! Sana da ihtiyacım var. ” Gerçekten de ona ihtiyacım vardı. Bana çok iyi geliyordu. O, Özlem, Hasan, Seda, Neşe ve çocuklara duyduğum sorumluluk duygusu olmasaydı yönümü kaç yılda bulurdum, kim bilir. Belki de anne ve babaları her türlü zorlukla mücadeleye iten de bu duyguydu. Yüzüme dikkatlice baktı, artık neredeyse uzmanlık derecesinde tanıyordu sınıfımı. Bizimkilerin matematik öğretmeniydi.
“Ne oldu, erken çıkmazdın sınıftan? Sırtları terli mi diye bakardın, onları tek tek evlerine yollardın. Kaçtığına göre bir sorun var. Ne yaptı haylazlar?” “Bu kez ben yaptım, Güneş’i üzdüm. Bu yüzden canım çok sıkkın.” Olanları kısaca anlattım. Güneş’in bazı gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini söyledi. Aklıma aylar öncesi geldi, bu cümleleri bana defalarca kurmuştu. Ölümün yaşamın bir parçası olduğu gerçeğini kabul etmem aylarımı almıştı ve Burak, Özlem, Hasan, Neşe her türlü huysuzluğuma, isyanıma, iç dünyamla hesaplaşmama katlanmışlardı. En çok da Burak… Çünkü diğerleri kilometrelerce uzaktaydı ama o, hem komşumdu hem de aynı okulda çalışıyorduk. Ruhumdaki yangını sadece çocuklarım anlamamıştı; onlar üzülmesin diye usta tiyatrocu kesilmiştim. Burak’la beş altı dakikalık bir yürüyüşten sonra eve geldik. Evim okula çok yakın. Aynı binada oturuyoruz. Ben 3. katta oturuyorum. Yalnız yaşıyorum. Burak ise annesi ile giriş katında oturuyor. Gülşen teyze harika bir insan. Burak’la bana özenle bakıyor.
Oğlunun tayini Kars’a çıkınca her şeyi İzmir’de bırakıp buraya gelmiş. Çünkü Burak onun tek çocuğu. Eşini yıllar önce kaybetmiş, öğretmen emeklisi. Binaya girdiğimizi görünce kapıyı açtı, beni yemeğe davet etti, Burak da ısrar etti ama hiç havamda değildim, Güneş gözümün önünden gitmiyordu. İkisine de teşekkür edip evime çıktım. Çay, battaniye ve kitap üçlüsüne ihtiyacım vardı. Ekim ayının sonlarıydı, sonbaharın etkisini iyiden iyiye hissettirdiği günlerdi. Kocaman evimi ancak üçüyle ısıtabiliyordum. Uzun bir süre kitaba daldım. Sonra ise içim geçmiş, uyuyakalmışım. Telefon sesiyle uyandım, arayan Özlem’di, daha alo dememle saldırıya geçti. “Sana inanamıyorum Bengisu, bu nasıl bir ses! Bu saatte uyunur mu, tavuk musun sen? 80 yaşındaki ninelere döndün. Bulduğun her yerde uyuyorsun. Bir gün sokakta uyuyakalıp Kars’ın ayazında donup öleceksin. Bize acımıyorsan garibim çocuklarına acı.”
Bazen onun sessiz zamanlarını özlüyorum. Şimdi içinde papağan var sanki. Kıza yirmisinden sonra bir şeyler oldu. Son bir güçle araya girdim: “Özlem Allah aşkına, sakin! Biraz ara ver, azıcık huzur… Zaten kafam kazan gibi. Kötü bir gün geçirdim.” “Hım, peki. Bütün bunları önümüzdeki hafta cuma günü yüz yüze konuşuruz. Yemek yemeyi unutma, çırpı gibi oldun. Bak, Neşe’yi musallat ederim başına, görürsün gününü. Hadi öpüyorum seni.” “Özlem, hey!” Telefon kapandı. Ne dedi bu şimdi? Görüntülü mü arayacak? Yo hayır. Kars’a geliyor. İşte bu harika! Hayal Sözleşmesi’nin kazandırdığı dostum, canımdı o benim. Yanımda değildi belki ama beni hiç ihmal etmedi, sürekli aradı. Şimdi ise Kars’a geliyor. Son zamanlarda aldığım en güzel haber!
…