Haraca kestikse şehri; ne olmuş yani?
Dökün kursağımzdakini, atın zarınızı, sürün kozunuzu.
Kodamanlar, aynasızlar, o biçim mangır babaları
Adalet kürsüsünün keçi sakallıları
Hep bu yolun yolcusu, ortağımız değil mi?
İndirmediler mi ceplerine yüzde ellileri!
Carl Sandburg
E v e l y n İ ç i n
«YAKIŞIKLI»
FRANK LOESCH’in üzerine aldığı iş bu yaşa, bu mevkiye gelmiş biri için gerçekten çok sinir bozucuydu. Chicago Cürüm Komisyonunun kurucusu ve şimdiki başkanı olan yetmiş beş
yaşındaki saygıdeğer avukat, Lexington Otelinin siyah beyaz kareli taşlarla bezeli lobisini geçip, süslü parmaklıklı asansöre doğru yürürken derin bir sıkıntı içindeydi. Bir de, yardım istemeğe gittiği adamı yok etmeğe karar vermişliği vardı duyduğu utancı artıran. Şehrin «Halk Düşmanları» (ki bu terimi kendisi uydurmuştu! sansasyon gazetelerinin gangsterleri sardırdığı romantik havayı dağıtmak için) arasında, Al Capone birinci sıradaydı. Ama, 1928
yılının sonbaharında, Cook County eyalet seçimlerinin olaysız ve dürüst geçebilmesini Al Capone’den başka kim sağlayabilirdi? Chicago’nun zibidi belediye başkanı değil elbet.
Ömründe bir tek gangsteri bile başarıyla kovalayamamış olan eyalet savcısı da değil. Polis, hani Capone’un bir ara «hepsi benim elimde» dediği, polis örgütü ise hiç değil..
Bir süre sonra şöyle diyecekti Loesch: «Cürüm Komisyonu başkanı seçildikten sonra, Al Capone’un bütün şehri yönettiğini anlamakta gecikmedim.. Gerek vilayet, gerekse belediye vönetiminin her bölümünde parmağı vardı………… Kendisiyle, kendi karargahında gizlice görüşmek için harekete geçtim.»
Capone, bol keseden dağıttığı paralar sayesinde, Lexington Otelinin tek sahibiymiş
gibi davranabiliyordu.Lobide her an nöbet tutmakta olan fedaileri, 9
kuşku verici ya da aşın meraklı gördükleri bütün yabancıların varlığını anında telefonla bildiriyorlardı
efendilerine. Katlarda, asansör başında bulunan daha başka nöbetçiler de her dakika tetikdeydiler. Capone’un dördüncü kattaki dairesine yaklaşmak için bir dizi fedainin önünden geçmek gerekliydi. Bunların her biri, ceketlerinin altında, o zamanın modasına göre sol koltuğun on santim kadar altında asılı duran kırkbeşlik revolverler taşımaktaydılar.
Capone’un çok çeşitli işlerinin idare merkezi, altı odalı dairesinin salonu olan 430
numaralı odaydı. Bira fabrikaları, viski imbikleri, meyhaneler, ambarlar, gemi ve kamyon filoları, gece kulüpleri, kumarhaneler, at ve köpek yarış alanları, genelevler, işçi sendikaları, endüstri ve iş alanlarında çeşitli kuruluşlardan örülü ağını buradan yönetiyordu. Yılda milyonlarca dolar gelir sağlayan bu işlerde baş yardımcısı, domuz suratlı, Moskova doğumlu, mali danışmanı Jake «yağlı parmak» Guzik’ti. 430 numaralı odanın her yanı para doluydu; asma kilitli torbalara istif edilmiş, sahte adlarla bankalara yatırılmak üzere bekleyen yüzbinlerce dolar vardı ortalıkta.
Capone’un elinin altında, her istediğini yaptırmak için kullanabileceği 700 ila 1000 kişi arasında değişen bir ordusu vardı. Dövüşçülerden, bombacılardan, makineli tüfek ustalarından kurulu bu ordunun bir bölüğü doğrudan doğruya kendi kumandası altındaydı; bir bölüğü de birlikte iş yaptığı öteki gang liderlerinin adamlarıydı. Kanun karşısındaki dokunulmazlığı ise şehir yöneticileriyle olan sıkı ilişkilerinden ileri gelmekteydi. Mahalle komiserlerinden belediye başkanına kadar bir sürü memuru elinde tutuyordu.
Kap» dışındaki nöbetçiler tarafından üzeri aranan Loesch, oval biçimde bir girişe alınmıştı. Parkeye işlenmiş koskoca iki harf, ilk girişte göze çarpmak-10
taydı: A – C. Sol yanda banyo odası bulunuyordu. Nil yeşili ile mor seramikten yapılmış çok büyük bir gömme küvet vardı burada. Musluklar altın kaplamaydı. Salona antika bir Acem halısı serilmişti. Yüksek tavan, inceden inceye işlenmiş yaprak desenleriyle bezenmişti.
Amber ve buzlu camdan yapılmış olan avize, yumuşak bir ışık saçıyordu ortalığa. Bir şömine-ye yerleştirilmiş, yapma kömürler, arkalarında yanan kırmızı ampullerin ışığıyla kızıl kızıl parıldamaktaydılar. Şöminenin üst yanındaki lambrinin içine son moda bir radyo yerleştirilmişti.
Capone geç kalkardı. Genellikle şafak sökene kadar yatmaz; yer, içer, gece kulüplerini dolaşırdı çünkü. Öğleden önce gelen konukları ipek pijamasının üzerine geçirdiği ipek sabahlığıyla karşılardı. Pijamalar da, sabahlık da, yine ipek olan yatak çarşafları gibi, adının baş harflerinden işlenmiş birer markayla süslüydü. Pijamalarını —sözde Fransız modelleri— her seferinde düzinelerle olmak üzere Sulka’dan, tanesi 25 dolara ısmarlardı.
İtalyan ipeğinden, çeşitli parlak renklerde don giymeyi severdi. Bunların tanesine 12 dolar öderdi. Marshall Field tarafından ölçüsüne göre ısmarlama yapılan, sağ yan cepleri revolverinin ağırlığını çeksin diye özel olarak pekiştirilmiş, kostümlerinin tanesi 135 dolar, renkleri ise genellikle pastel tonlardaydı —bezelye yeşili, limon sarısı, toz mavisi gibi.—
Çorapları ile boyunbağlarının renklerinin birbirine uymasına dikkat eder, fedora şapka, gri tozluk takardı. Kravat iğnesinin üstünde koskoca bir markiz pırlantası parlardı. Yine iri pırlantalarla süslü, platin bir saat zinciri sarkardı göbeğinin ortasından. Orta parmağına, en ufak bir dalgası olmayan 11 kratlık mavi-beyaz bir tektaş takardı. Elli bin dolara mal olmuştu bu yüzük.
Loesch kendisini ziyaret ettiğinde yirmi dokuz yaşındaydı Capone, ama çok daha yaşlı görünüyordu.
11
Ağır İtalyan hamur işleri yediğinden ve bol bol Chianti şarabı içtiğinden gövdesini kaplayan yağ tabakaları arttıkça artmıştı. Bununla birlikte, yağların altındaki kaslar hala kaya sertliğindeydi; kızdığında kendi eliyle verdiği cezalar korkunç olurdu. 1.65 boyunda, 120 kilo ağırlığındaydı. Boğayı andıran etli, düşük omuzlarıyla, gövdesinin üst bölümünü öne atarak, emin adımlarla yürürdü. İri, yuvarlak kafasını taşıyan boynu öylesine kalın ve kısaydı ki, gövdeyle arasında bir ayrım seçmek hemen hemen olanaksızdı. Yüzü şişti, sanki eldeki çerçeveye alabileceğinden fazla et sıkıştırılmış gibi. Saçlar koyu kahverengi, kalın, kara kaşların altındaki gözler açık gri, burun basık, ağız geniş, dudaklar kalın ve mor renkliydi. Sol yanak boyunca, kulaktan çeneye uzanan bir yara izi vardı, gençliğinde başından geçen bir bıçak döğüşünün hatırası.. Bu yara izi konusunda çok hassastı Capone, estetik ameliyat yaptırmayı bile düşünürdü sık sık. Derinin bu bölümünde kıl çıkmadığından, yara izinin beyaz lığı göze batar, surat oldukça esmer olduğu için de daha bir beyaz görünürdü. Bu nedenle Capone yüzünün her yanına bol bol talk pudrası sürmeyi alışkanlık edinmişti. Gazete fotoğrafçılarına, yarasız, sağ yanağını gösterirdi. Gazetecilerin kendisine takmış olduğu yaralı surat adından nefret ederdi. Yanında bu adı anmağa kalkanın başına türlü işler gelebilirdi. Ya kınlarının kendisine yakışıklı demelerini isterdi.
Loesch geldiği gün Capone’un keyfi yerindeydi. Uzun, maun masasına oturmuş, sırtını geniş camlı pencereye vermiş, dişlerinin arasında bir puro, memnun ve rahat gülümsemekteydi. Masasının üzerinde bir Fransız telefonu, altın kaplamalı bir mürekkep ta-kımı, fildişinden oyulmuş bir sürü minik fil (bunların kendisine baht açıklığı getirdiğine inanırdı) sokaktaki gazete satıcısının yaydığı gazetelerin başlıklarını buradan okumak için kullandığı bir dürbün, ve Lincoln
12
Anıtı biçiminde yapılmış bronz bir kağıt ağırlığı bulunmaktaydı. Koyu gül rengi duvarda asılı duran üç resim Loesch’in dikkatini çekti: Abraham Lincoln, George Washington ve Chicago Belediye Başkanı William Hale «Koca Bili» Thompson. Lincoln’ün resminin hemen yanında Gettysburg nutkunun bir metni asılmıştı. Karşı duvarda, Kleopatra’nın bir tablosunun yanısıra, Capone’un en sevdiği filim yıldızlarından Fatty Arbuckle ile Theda Bara’nın birer fotoğrafı, üç tane doldurulmuş geyik başı bir de guguklu saat yer alıyordu.
Capone’un her hizmetine koşmağa hazır, yarım düzine kadar fedai vardı odada.
Purosu sönecek olsa, ne bir söz söylemesine ne de en ufak bir işaret vermesine gerek yoktu.
Biri anında yanına fırlayıp çakmağı çakıveriyordu.
Loesch fazla uzatmadan konuya girdi. Nisan ayındaki önseçimlerde geçen olayları hatırlattı Capone’a. Gazetecilerin «Bombalı» olarak adlandırdıkları bu seçim sırasında her iki tarafın profesyonel teröristleri —ki bunların çoğunluğu Capone’un adamlarıydı— adayların evlerini bombalamışlar, parti üyelerinden bazılarını öldürmüşler, seçmenleri tehdit etmişlerdi Polis olaylara seyirci kalmıştı. Bombalı sırasında olanlar kasım ayında yapılacak asıl seçimlerde de yenilenecek miydi?
Capone’un verdiği karşılığın küstahlığı yaşlı avukatı sersemletti: «Benden fazla bir şey istemezseniz bir kolaylık gösteririm,» diyordu gangster.
«Bana bak Capone,» dedi Loesch, öfkesini yenmeğe çalışarak. «O Tanrı belası haydutlarınla katillerini seçim sandıklarından uzak tutarak bize yardımcı olur musun olmaz mısın?»
«Tamam, tamam» diye söz verdi Capone. «Onların çaresine bakarız, hepsi de esmer güzeli çünkü. Ama öte yandaki Saltis çetesinin İrlandalı piçlerini 13
ne yapalım? Onları başka türlü yola getirmek gerek. O yana da bir el atayım ister misiniz?»
Loesch, Capone böylesi bir iyilik yapacak olursa çok memnun kalacağını belirtti.
«Oldu öyleyse,» dedi Capone. «Bizim aynasızlara söyliyeyim de, seçimden bir gece önce o yandaki haydutların topunu kodese tıksınlar, sandıklar kapanıncaya kadar da bırakmasınlar.»
Ve sözünde durdu Capone. Amerika’nın ikinci en büyük şehri olan Chicago’nun polis örgütüne gerekli emri verdi, polisler de emirleri olduğu gibi yerine getirdiler. Seçimden bir gece önce bütün tanınmış gangsterleri toparladılar, kimini hapse atıp, kiminin tabancasını aldılar. Ertesi gün yetmiş polis arabası ortalığı taradı, sandıkların olduğu bölgeler özellikle denetlendi. Seçimler olaysız geçti.
Bir süre sonra, Güney Kaliforniya Kriminoloji Akademisinde bir konferans veren Loesch, «Kırk yıl içinde gördüğümüz en başarılı, en dürüst seçim bu olmuştu,» dedi. «Bütün gün en ufak bir şikayet gelmedi, hiç bir seçim şikesi olmadı, herhangi bir olay başlangıcına bile rastlanmadı.»
Gelmiş geçmiş gangsterler arasında pek azının başarabildiği, akıl almaz bir kuvvet gösterisi olmuştu bu aynı zamanda.
2.
Üç Sicilyalı şeref konuğu, ömürlerinde böylesine zengin bir şölen sofrasına oturmamışlardı. Nefis, bol biberli yemekleri atıştırıp, kilolarca kırmızı şarabı yuvarladıktan sonra, esmer Sicilyalı suratları al al olmuştu. Masanın başında oturan Capone, otuz iki dişini de meydanda bırakan geniş bir gülümsemeyle on-14
lara bakıyor, her yanından dostluk ve sevimlilik akıyordu. İkide bir şerefe kadeh kaldırıyordu.
Saluto, Seal ise! Saluto, Anselmi! Saluto, Giunta!
Capone’un sahibi olduğu Hawthorne Inn —içinde bulunduğu Cicero ilçesi de hemen hemen her bakımdan kendi malı değil miydi zaten?— bütün yabancılara kapalıydı bu gece.
Kapılar hem kilitlenmiş, hem sürgülenmiş, pencerelerin perdeleri sıkı sıkı örtülmüştü. Dört duvar arasında geçecekti bütün eğlence. Şarkılar, naralar, gürültülü şakalaşmalar, kahkahalar, genel bir arkadaşlık ve eğlence havası yani, yemek salonuna ayrı bir sıcaklık vermekteydi.
Gece yarısını çoktan geçmişti; son lokma yenmiş, son damla içilmişti… Capone sandalyesini geriye itti. Buz gibi bir sessizlik çöktü odaya. Dudaklarındaki gülümseme yok olmuştu. Artık kimse gülümsemiyordu, gözleri bulutlanmış, doygun şeref konuklarından başka… Yedikleri devlere layık yemekten sonra, rahat oturabilmek için kemerlerini ve boyun bağlarını gevşetmiş sırıtıp duruyorlardı hala. Sessizlik uzayınca, onlar da gülümsemeyi bıraktılar. Ortasında oturdukları uzun masanın iki yanına korkak ve sinirli bakınmağa başladılar. Capone onlara doğru eğildi. Sözcükler buz parçaları gibi döküldü ağzından. Her şeyden haberi olduğunu bilmiyorlardı, demek? Hiç bir zaman bağışlamadığı bir şeyi yaptıktan sonra, kendisine ihanet ettikten sonra, ellerini kollarını sallıya sallıya gideceklerdi, öyle mi?
Capone eski bir geleneği izlemişti: Ceza infazından önce şölen! Sicilyalılar kendilerini koruyacak durumda değildiler. Bütün konuklar gibi onlar da tabancalarını vestiyere bırakmışlardı. Capone’un fedaileri üzerlerine saldırdılar, telle sandalyelerine bağlayıp, ağızlarını tıkadılar. Capone ayağa kalktı, elinde bir beyzbol sopası vardı. Ağır ağır yürüdü masanın çevresinde, şeref konuklarının birincisinin tam arkasın-15
da durdu. İki eliyle birden sıkı sıkı tuttuğu beyzbol sopasını havaya kaldırdı…. ve olanca gücüyle indirdi. Ağır ağır, metodik bir biçimde; yine, yine, yine vurdu. Adamın omuzlarında, kollarında, göğsünde kırılmadık kemik bırakmadı. İkinci adama geçti, ve onu da birbirine girmiş bir et ve kemik yığını haline getirdikten sonra, üçüncüye geçti. Derken fedailerinden biri vestiyerden tabancasını alıp geldi. Her üç adamı da ensesinden vurdu.
16
12
BROOKLYN’DE GEÇEN ÇOCUKLUK
NAPOLİ ASILLI bir berber olan kırk bir yaşındaki Gabriel Capone, 26 Mayıs 1906 tarihinde Amerikan vatandaşlığına kabul edildiğini bildirir belgeleri eline aldı. Okuma yazması yoktu, ingilizce bilmiyordu; ama, vatandaşlığa kabul edileceklerin okuma yazma bilmesi gerektiğine ilişkin kanun ancak bir ay sonra yürürlüğe girecekti. Napolili berber Amerikalı olmuştu böylece; ve eski kanuna göre karısı ile çocukları da onunla birlikte vatandaşlık hakkını kazanıyorlardı.
Sekiz aylık hamile karısı Teresa, o zaman altı yaşında olan en büyük oğlu Vincenzo ile birlikte, 1893 yılında Napolinin kenar mahallelerinden birinden kalkıp New York’a gelmişler, Brooklyn’in kenar mahallelerinden biri olan Gemi Tersaneleri bölgesine yerleşmişlerdi. (İki heceyle, Kap-own olarak telaffuz etmeğe başladıkları soyadlarının aslı Caponi idi.) Bölgenin en kalabalık İtalyan kolonisinin bulunduğu, pis kokulu, çok gürültülü bir sokak olan Navy Street’e yerleştiler sonunda. Buradaki evler genellikle iki ya da dört katlı, kırmızı tuğladan ya da ahşap yapılardı. Kiralar, oda başına ayda üç ila dört buçuk dolar arasında değişiyordu.
Hiçbirinde ısıtma tertibatı, sıcak su, banyo yoktu. Kiracılar, sularını şişko kömür sobalarında ısıtmak zorundaydılar. Kışın dondurucu soğuğundan da yine bu sobalarla korunabiliyorlardı.
Kısa bir süre manavlık yapan Gabriel, bu işte başarı sağlayamayınca, evinden üç beş
adım ötede, Park Caddesi 69 numarada, bir berber dükkanı açtı.
17
Çocuklarının sayısı (ortalama üç yılda bir yeni doğum oluyordu evde) dokuza yükseldi yedi erkek, iki kız. Vincenzo (sonradan adını James’e çevirdiler) ile Capone’lar Amerika’ya geldikten bir ay sonra doğan Ralph’ten başka, doğum sırasıyla Salvatore (sonraki adıyla Frank), Alphonse, Amadeo Ermino (daha sonra John, takma adı Mimi), Umberto (daha sonra Albert John) Matthew Nicolas, Rose ve Mafalda (İtalyan prensesinin adıydı bu) katıldılar aileye.
1880 yılında ülkelerinde başlayan büyük göç hareketinden itibaren sürüler halinde Amerikaya gelmeğe başlayan yoksul ve genellikle okumamış İtalyanlar, yeni ülkelerine uymakta çok büyük zorluklar çekmekteydiler. Gelenlerin çoğunluğu Güney İtalya’lı contadini ve artigiani —yani, köylüler ile küçük zanaatçılardı; kendi aralarında yaşamayı yeğ tutuyor, yabancılara karşı çekingen ve güvensiz davranıyorlardı. Yıllar yılı, bir yandan düşman orduları bir yandan da kendi köy ağaları tarafından ezilmiş olduklarından her türlü yetkinin ve yetkilinin karşısındaydılar. Politikacılarla polisleri en baş ve en tabii düşman olarak görüyorlardı. Kanunların da varlıklıları korumak, yoksulları ezmek için yapıldığına inanmışlardı. Herhangi bir devlet kuruluşunda çalışmak demek, rahat hırsızlık yapabilmek için izin demekti onlara göre. O zamanın İtalyan göçmenleri için önemli olan aileye ve kendi gruplarına bağlılıktı her şeyden önce. Yeni geldikleri ülkeye bağlılık ikinci derecede kalıyordu.
Bu yüzden, yeni topluma karşı girişilen kanunsuz davranışları, işin içinde haraççılık, haydutluk bile olsa, kınamazlardı; hatta çoğu zaman kendi grubuna ve ailesine bağlı kalan bir kanun kaçağına yiğit gözüyle bakarlardı.
Büyük umutlarla geldikleri, «taşı toprağı altın» sanılan yeni dünyada uğradıkları düş kırıklıkları, karşılaştıkları güçlükler, düşmanca davranışlar, İtalyan-18
ların kendi aralarında yaşama eğilimini daha da artırmıştı. Resmi bir eğitim görmemişlerdi, yaşadıkları ülkenin dilini doğru dürüst bilmiyorlardı; o zamana kadar yaptıkları işlerse, tarım işçiliği, küçük esnaflık ve zanaatçılık olduğundan, şehre geldiklerinde bulabildikleri işler ancak en düşük ücretli olanlardı. Hendek kazıyorlar, taş kırıyorlar, inşaat işçiliği yapıyorlar, boru döşeme, tren yolu döşeme işlerinde çalışıyorlar, ya da el arabalarıyla sokak sokak dolaşıp satıcılık, işportacılık yapıyorlardı. Kimi de Gabriel Capone gibi manavlığı ya da berberliği deniyorlardı. 1910 yılında New York’da çalışan ortalama İtalyan erkeği haftada 9.71 ile 11.28 dolar arasında kazanıyordu, yani aynı işi gören yerlilerden 2 ila 4 dolar daha az.
Bu nedenle, karısı da çalışmak zorundaydı. Asık suratlı, sessiz, kalın çeneli bir kadın olan Teresa Capone terzilik yapmağa başladı. Çocuklarının çoğu da, daha ergenlik çağına ulaşmadan şurada burada işler bulmağa koyulmuşlardı.
Güney İtalya’dan gelen göçmenler, yıllar yılı açık havada, parlak güneş altında çalışmış olduklarından, büyük kentin kenar mahallelerinde karşılaştıkları güçlüklere göğüs gerecek fizik gücüne sahiptiler. Ama, burada doğan çocuklarının sağlıkları hiç de iyi değildi. İyi beslenemeyen; pis kokulu, soğuk sulu, kırık dökük, sağlık tesisatları bozuk evlerde çok kalabalık bir durumda yaşayan, temiz hava alamayan, güneş yüzü göremeyen birinci kuşak italyan göçmenleri, öteki yabancı guruplara oranla, sağlık bakımından en bozuk olanlardı.
İtalya’da sağlık yetersizliğinden dolayı askere alınmayan 18 ile 20 yaş arasındaki gençlerin oranı yüzde 15 ila yüzde 22 arasında değiştiği halde, New York’da bu oran yüzde otuz beşe yükseliyordu. Birinci Dünya Savaşından önce, İtalyanların oturduğu altı mahalleyi sokak sokak inceleyen Dr. Antonio Stella, buralardaki süt çocuğu ölümlerinin, kentin öteki böl-19
gelerinin iki katı olduğunu ortaya çıkarmıştı. Öldürücü hastalıkların en belli başlıları, solunum hastalıkları, diyare ve difteri idi.
İtalyan göçmenlerin yüzde altmışı okuma yazma bilmiyordu, bütün yabancı guruplar arasında en yüksek yüzdeydi bu. Üstelik, çocukları da çok küçük yaşta çalışmak zorunda oldukları için, yüzde birden daha da az bir bölüğü liseye kadar okuyabiliyordu. New York okullarında 1910 da yapılan bir araştırmaya göre, şehirde yaşayan on beş ulus arasında İtalyanlar «gerilikte» birinci gelmekteydiler. Yani, bir sınıftan bir üst sınıfa geçme yaşları öteki ulusların çocuklarından daha yüksekti. Ancak, hiç bir araştırma, bu başarısızlığın nedeninin
«geri zekalılık» olduğunu ileri sürmemiştir. Göçmenleri yakından inceleyen protestan papazı Antonio Mangano «Güney İtalyalıların eğitilmemiş, gelişmemiş, ama zeki» oldukları sonucuna varmıştı. Zorunlu eğitim kanunu çıktıktan sonra okuma yazma bilmeyenlerin sayısı azalmış, ikinci kuşak İtalyan göçmenleri arasında okuma yazma bilmeyen hemen hemen hiç kalmamıştı. Ancak, Capone kardeşlerin çocukluk çağında bu gelişme olmamıştı henüz; okuldan kaçma eğilimi de yaygındı. En küçük kardeş Matt’den başka liseyi bitiren olmamıştı ailede.
İtalyan göçmenleri, oğullarının, torunlarının bile başına dert olmağa devam eden bir inancın kurbanıydılar. Çok yaygın olan bu inanca göre, İtalyanlarda doğuştan suç işleme eğilimi vardı. Aslında, karşılaştıkları güçlükleri düşünecek olursak, işledikleri suç sayısının şaşılacak kadar az olduğunu görürüz. Bulabildikleri biçimsiz, adi, çok düşük ücretli işleri tevekkülle, onurla kabul edip yaparlardı. 1910 yılında, İtalyanlar, New York’taki yabancı doğumlu nüfusun aşağı yukarı yüzde on birini oluşturuyorlardı; buna karşılık yabancı doğumlu suçluların yalnızca yüzde yedisi İtalyan’dı. Dokuz yıl sonra yapılan bir araştırmada, bü-
20
tün Amerikan cezaevlerinde bulunan yabancı doğumlu suçlular arasında, İtalyanlar on yedi ulusun içinde on ikinci geliyorlardı.
Bununla birlikte, genç kuşak İtalyanlarınm tevekkül içinde oldukları söylenemez.
Dünyanın en varlıklı ülkesinde yoksul büyüyen, sözde herkese açık olan eğitimsin toplumsal ve ekonomik olanakların kendilerine kapalı olduğunu gören gençler, duruma ana-babaları gibi sessizce boyun eğmediler. Kendi değer ölçülerini geliştirmemişlerdi henüz; ama ana babalarının eski ülkeden getirdikleri geleneklerin de Amerika’da işe yaramayacağını anlamışlardı. Bazıları, mutlu, rahat bir yaşama ancak kanunsuz yollardan gidilebileceğine inanan küçük bir azınlık, profesyonel katillik, bombacılık, zorbalık, muhabbet tellallığı, işçi ha-raççılığı, kumarhanecilik, yasak içki yapımı gibi işlere karıştılar.
Napoliten Camorra, Carbonari ve Mafia gibi yırtıcı, gizli İtalyan topluluklarının metodlarıyla Amerikan iş çevrelerinin metodlarını ilk birleştirmeğe başlayanlar, kanun tanımayan bu birinci ve ikinci kuşak İtalyanlar olmuşlardı. Başlangıçta gelişigüzel, disiplinsiz bir yağmacılık ya da çapulculuktan ileri gitmeyen davranışlara, giderek tarihe geçen en gelişmiş, en rahat işleyen cürüm örgütünün kurulmasına yol açmıştı.
Amerika’daki İtalyan nüfusunun çok küçük bir azınlığından fazlası bu örgüte katılmamıştı hiç bir zaman; İtalyanlar arasındaki suç işleme oranı, öteki yabancı ulusların ya da yerli amerikalılarınkini aşmamıştı. Ancak, kanunsuz yaşayan bu küçük azınlık, öteki göçmenlerin eskiden kalma ön yargılarının pekişmesine, yaygınlaşmasına yol açmıştı. «Dago»
ların, «gin-zo» ların (*) hem doğuştan cani ruhlu, hem de göv-
(*) New York argosunda italyanlara takılan adlar (Ç.N.)
21
dece pis, akılca geri oldukları inancı yaygındı. Sonuç olarak, bu haksız kötülemelerin kurbanları birbirlerine daha da yaklaşıyorlar, hiç bir yabancının giremeyeceği sımsıkı gruplar kuruyorlardı. Kendi aralarında da geleneksel sınıf ve doğum yeri çizgilerine göre bölünmüşlerdi— tıpkı ana yurttaki ataları gibi. Kent asıllı artigiano, köylü asıllı contadino’yu küçümsüyor, okumuş yazmış galantuomo her ikisini de hor görüyordu. Toplumsal durumu ne olursa olsun, Sicilyalı, Napoli asıllı yurtdaşına karşı güvensiz davranıyor; Romalı, Kalabriyahlara işi düştüğünde tetikte oluyordu. Kanunsuz yaşayanlar arasında bu ayırımlara daha da çok dikkat edilmekteydi. Örneğin, Sicilya kökenli Mafia örgütü, 1930 lara kadar Sicilyalı olmayan herkese kapalı kalmıştı. Eski bir Mafia «asker»i olup da sonradan «bülbül»
kesilen Joseph Vallachi’nin ana babası Napoli asıllıydı. 1963 yılında Senato Araştırma Komisyonunda tanıklık yapan Vallachi, otuz üç yıl önce, Mafia ailesine katılması için yapılan çağrı karşısında neden kararsız kaldığını şöyle açıklamıştı ifadesinde: «Başlangıçta reddettim.
Sebebiyse, Sing Sing’deyken eskilerden biriyle tanışmıştım….. neler gelmiş başına zamanında, ne savaşlar yaparlarmış, dediğine göre ‘Sicilyalılarla Napolililer’ arasında.. Kendisi Napoliliydi, adı da Alexander Senaro. İşte böyle, her bir şeyi anlatırdı bana, işin aslını bir bir söylerdi… Hani, mesela derdi ki, ‘Sicilyalı bir dostun olsa, 20 yıl dostluk yapsanız, günün birinde onlardan biriyle atışacak olsan, o Sicilyalı sana yüz çevirir’. Korkuttu beni, anlayacağınız. Derken, bunlar bana teklif yapınca, arkadaşın dedikleri geldi aklıma. İlk başta kabul etmemem bu yüzden.!»
Amerikalı İtalyanlar arasında kendi toplumuna bağlı kalma eğilimi o denli ileriydi ki, kişilerin hayattaki yollan ne kadar ayrılırsa ayrılsın birbirleriyle ilişkilerini kesmezlerdi ömür boyunca. Bir gangsterin ce-22
nazesinde tabut taşıyanlar arasında ceza yargıçlarının ya da eyalet savcılarının bulunması, ya da emekliye ayrılan yüksek bir memur onuruna verilen yemekte polis komiserleriyle esrar satıcılarının yanyana oturduklarının görülmesi bu yüzdendir işte. Örneğin, İtalyan-Amerikan Demokratik Klubü lideri, New York kentinin on yıllık sorgu yargıcı Albert A. Vitale, 1930
yılında Eyalet Yüksek Mahkemesi tarafından görevinden alınmıştı. Buna sebep olarak, ünlü haraççılarla ilişkisi olması gösteriliyordu. İşin aslı şuydu: üç ay önce, üyesi bulunduğu politik kulüp onuruna bir yemek vermiş ve bu yemekte yedi ünlü gangster de yer almıştı. Bu ünlülerin en ünlüsü ise, «Enginar Kralı» olarak bilinen Ciro Terranova’ydı. Terranova, enginar satıcılarının yalnızca kendi üretici-toptancı şirketi ile iş yapmalarını sağlamak için her türlü zorbalığa başvurmuş ve başvurmakta olduğundan kazanmıştı bu lakabı. Öte yandan, Vitale’nin görevinden alınması hemen hemen hiç azaltmamıştı prestijini. Yeniden avukatlığa dönüşünü kutlamak için İtalyan – Amerikan Demokratik Klüpleri Federasyonu’nun onuruna verdiği yemekte şu kişiler bulunmaktaydı: Genel Oturum Yargıcı John J. Freschi, Eyalet Yüksek Mahkemesi Yargıçlarından Salvatore A. Cotillo ile Louis A. Valonte, Sorgu Yargıçları Joseph Raimo, Thomas Aurelio ve Michael Delagi.
1952 yılında ise, New York Eyaleti Cürüm Komisyonu, politikacılarla gangsterler arasındaki ilişkileri araştırmak için, birkaç yıl önce Biltmore Otelinde yapılan bir toplantı konusunda bilgi toplamak üzere bazı tanıkların ifadesine baş vurmuştu. Söz konusu toplantıda bir araya gelen kişiler şunlardı: İl Progsesso Italo – Americane gazetesinin sahibi Generoso Pope; eski Genel Oturum yargıçlarından Francis X. Mancuso; bölgenin Demokratik Parti lideri Carmine de Sapio; Yargıç Valente; ve Frank Costello adıyla tanı-
23
nan haraççı Francesco Saveria. Genovalı olan Valen te dışında hepsi Güney İtalya asıllıydı bu adamların ve son derece masum bir amaçla toplanmışlardı. Gazeteci Pope, savaş yetimi İtalyan çocukları yararına açmak istediği bir kampanyayı planlamak üzere çağırmıştı arkadaşlarını. Sorguya çekilen Yargıç Mancuso, Costello’yu otuz beş yıldır tanıdığını itiraf etmekte hiç bir sakınca görmemişti. «Onun ana-babasıyla benimkiler aynı ilçede büyümüşler,» diye rahat rahat açıkladı. «Hatta iki aile arasında hısımlık da vardır. Benim kuzinimle onun kuzeni evlidir.» Costello ayrıca Generoso Pope Jr.’un isim babasıydı. Hatta 1957 yılında bilinmeyen bir saldırgan tarafından vurulup yaralandığında, gazetecinin oğluyla yediği akşam yemeğinden yeni ayrılmıştı.
Al Capone tipik İtalyan asıllı bir Amerikalı değildi; yabancı asıllı olmaktan özel bir gurur duymazdı çünkü. Basında, doğum yeri olarak Napoli ya da Sicilya verildi mi kızar, «Ben İtalyan falan değilim,» derdi. «Broklyn’de doğdum ben!» Doğum tarihi, 17 Ocak 1899 du.
Capone’ların evinin bir sokak ötesinde, Tillary ile Lawrence sokaklarının kesiştiği köşede, ufak, garip görünüşlü, beyaz badanayla sıvalı bir kilise vardı: St. Michael Kilisesi. Sokak düzeyinden daha alçak olan bu yapıya girebilmek için sekiz on basamak inmek gerekirdi.
Mahalledeki İtalyanların çoğunluğu gibi, Gabriel ile Teresa Capone da St. Michael’de ibadet ederlerdi. Doğumundan üç ay sonra Al’i getirip burada vaftiz ettirdiler.
Al’in ilk on yılını geçirdiği mahallede yaşama koşulları çok güçtü gerçi, ama hayat hiç bir zaman sıkıcı ya da durgun olmuyordu. Yırtık pırtık kılıklarıyla top oynayan, otomobiller arasında koşuşan, bağırışıp çağrışan sürülerle çocuk, gürültülü bir canlılık verirlerdi sokaklara; esmer, kalın kalçalı kadınlar olan anaları ise, başlarında yiyecek dolu sepetler ta-24
şıyarak, oradan oraya dolaşırlardı bütün gün, kaldırım kenarlarında dizi dizi duran sebze, meyve arabaları, çevreye güzel kokular salan, rengarenk kümeler halindeydiler. Alçak, basık evlerin duvarları üzerine dantel gibi dolanmış yangın merdivenleri sarsılır, sallanırdı, biraz ötedeki Myrtle Caddesinden geçen banliyö trenlerinin etkisiyle. 1913 yılında, o zamana kadar yapılan en uzun asma köprü olan
VVillamsburg Köprüsünün tamamlanması ve buraya hem kara hem tren yolunun yapılması sonucu, ucuz konut arayan bir sürü insan doldurmuştu bu bölgeyi.
Capone’ların oturduğu mahallenin koruyucu azizi St. Michael’di. 29 Eylüle rastlayan St. Michael yortusundan başka, bir de 8 Mayısta kutlanırdı bu aziz. Bütün gün süren tören ve eğlenceler sabahleyin kilisenin önünde başlar, hemen hemen 200 üyesi olan St. Michael Topluluğu resmi geçide başlamak üzere burada toplanırdı. En önde giden aziz Michael’in bay-raktarının iki yanında dizi dizi ak giyimli kız çocukları yürürdü. Bayrağın üzerinde başmeleğin bir resmi vardı: bir elinde alev alev yanan bir kılıçla Şeytan’ı sindirmiş olan başmelek öteki elinde de üzerinde QUIS UT DEUS (Kim Tanrı gibidir) yazılı bir kalkan taşırdı. Grup, Attanasio’nun Bandosu eşliğinde Tillary Sokağı boyunca, yürür, Navy Sokağındaki rıhtımları geçer, York Sokağını da dolaşarak başladığı noktaya gelirdi. Resmi geçit yolu boyunca bütün pencerelerde Amerikan ve İtalyan bayrakları dalgalanır, sokak oluklarında çatapatlar patır patır patlardı. (Bir keresinde, çevredeki öteki yabancı kolonilerden işitilen bu patlamalar, meşum Kara El çetesinin bazı kurbanların evlerini havaya uçurmakta olduğu biçiminde yorumlanmıştı). Geçitresminin sonunda, Rahip Garofalo’nun önderliğindeki dinsel tören başlardı. Bundan sonra, Attanasio ile çalgıcıları, hemen kilisenin yanına yapılmış olan bando platformuna tırmanırlar, opera uvertürleri
25
çalarak ortalığı çınlatırlardı. Akşam oldumu müzik zıvanadan çıkar, millet sokaklarda dans etmeğe, yeyip içmeğe başlar, havai fişekler gökyüzünü renge, ışığa boğardı. Telgraf direklerinden yüzlerce kandil sallanır, gecenin son seyri de bu kandillerin hep birlikte, koskocaman bir fıslamayla sönerken lacivert gökyüzüne salladıkları turuncu alevler olurdu.
Sıcak havalarda, Sands ile Navy Sokaklarının kesiştiği köşede verilen açıkhava konserlerini dinlemeğe yüzlerce kişi giderdi.
«Dramatik Tenor Signor Tutino Giovanni», ünlü opera sanatçısı bariton Scotti’nin akrabası olduğunu iddia eden laternacı Paolo Scotti’nin eşliğinde Verdi aryaları söyler, bir yandan önüne atılan bozuk paraların şıkırtısına kulak kabartırken, bir yandan da seyirciler arasında iri göğüslü bir kızcağızı gözüne kestirir, baygın bakışlarını onun gözlerinden ayırmadan sol yumruğunu yüreğinin üstüne bastırıp ona doğru uzatarak aşıkane yalvarmalarını sürdürürdü……… Al Capone’da İtalyan grand operasına karşı büyük bir hayranlık uyandı.
Geceleri, sabaha kadar Sands Sokağını dolduran kalabalığın çok daha başka zevkleri vardı. Seferden dönen, içkiye, kadına susamış denizciler soluğu burada alırlardı. Doğu kıyısının en zorlu limanıydı burası, tetikte olmayanların başına türlü belalar gelebilirdi; bir köşede ölü bulunmak bile vardı işin içinde. Çok sert ve ucuz alkol satan küçük barlarda üç dört sıra dizilirdi müşteriler; gecenin bir saatinde parası tükenenlerin yardımına koşacak rehinci dükkanları vardı sabaha kadar açık olan. Gövdeye dövme yapan dükkanlar, kumarhaneler, dansingler, odaları saatle kiralanabilecek kırık dökük oteller ve ünleri yedi deniz dört bucağa yayılmış oyalı boyalı, parlak giysili fahişelerle (örneğin, Düşes, örneğin bütün dişleri altın olan Denizaltı Mary) doluydu sokak.
26
Capone, Sands Sokağına pek uzak olmayan Adams Sokağındaki ilkokulda başladı eğitimine. Öğretmeni, on altı yaşında Sadie Mulvaney adlı bir kızcağızdı. Katolik rahibelerin okulunda öğrenim görmüş, genç ve tecrübesiz bir kız olmasına rağmen, bölgenin en azılı çocuklarını bile az çok hizaya getirebilmişti. Öğrencilerinden biri, daha sonra Lucky Luciano olarak ün salan Salvatore Luciano’ydu. Al ile ikisi daha çocukken çok anlaşmışlardı, ömür boyu da dost kaldılar. Miss Mulvaney, ilerde, Al’i «iri yarı, suratsız, yaramaz bir çocuk» olarak hatırlayacaktı; ama öteki öğrencilerinden daha yaramaz değildi. Yaşına göre iri olduğu kadar güçlü, çok çabuk kızan, kızdığı zaman da korkutucu olan bir çocuktu. Kışın durmadan burnu akardı; sınıf arkadaşları esaslı bir dayak yemek bahasına alay ederlerdi onun bu durumuyla.
Döğüşe meraklı İrlandalı çocuklar kendisine «makarna» adını takmışlardı.
Okuldan sonra rıhtımların orada dolaşmayı, Donanma’nm 100 tonluk deniz vinci gibi harikaları seyretmeyi severdi. Donanma muhafızlarının nöbet değiştirme törenini seyretmekten hiç bıkmazdı. Muhafızların çoğu, daha donanmaya yeni girmiş, doğru dürüst talim etmesini bile bilmeyen acemi erlerdi. Onbaşı, bunları rahata geçirip salıvermezden önce bir süre durdukları yerde uygun adım talim ettirir, erlerin arasında ötekilerin adımına uymayan varsa, aklı başına gelip de uygun adıma geçinceye kadar bütün grubu bekletirdi. Bir gün, o sırada on yaşında olup da en az on dört gösteren Al, birkaç arkadaşıyla birlikte parmaklığın önüne geldi yine. Haftalardır, her tanrının günü talim gözlediğinden onbaşının numarasını çakmıştı. O gün oldukça akılsız bir er vardı grupta, üç dört dakikadır uygun adım talim ettikleri halde, yanlış adım atanın kendisi olduğunu fark etmemişti. Sonunda Al dayanamayıp bağırdı: «Hey, baksana, sırık bacaklı üç numara! Adımını değiştir, milleti bekleti-27
yorsun!» Er adımını değiştirdi, onbaşı grubu salıverdi. Utançtan, kızgınlıktan kıpkırmızı kesilen er, hemen parmaklığa koşup, çocuğa tükürecekmiş gibi yaptı. Öfkeden çılgına dönen Al, kendisinden en az iki kat iri olan eri hemen oracıkta döğüşe çağırdı. Sonunda onbaşı araya girip eri içeri yolladı ve Al’e dönerek: «Amma da kızdırdın herifi,» dedi. «Gerçekten suratına tükürecek falan olursa haber ver, rapor edeyim onu.»
«Kimseye rapor falan etme,» dedi Al. «Ama söyle o köpoğlu köpeğe, erkekse parmaklığın bu yanına gelsin de canına okuyayım.»
Olaydan bir süre sonra, kendini beğenmiş italyan piçinin davranışını çavuşuna anlatan onbaşı şöyle demişti: «Bu çocuk esaslı bir bahriye subayının eline düşse, iyi yönetilse, donanmaya çok yararlı bir adam olabilirdi. Böyle bir şey olmaz da ortalıkta kalırsa, er geç kanunsuz biri keşfedecektir bunu, ve günün birinde adını duyuracaktır dünyaya.» (*) Bu kehanet, onbaşının tahmin edebileceğinden çok daha çabuk gerçekleşti. Capone, karargahı Navy Sokakta olan, kendisinden on yedi yaş büyük bir gangsterin eline düştü çok geçmeden, 1882 yılında Napoli’de doğmuş olan John Torrio, yeraltı çevrelerinde az çok ün yapmış bir kişiydi. Taraftarları «Korkunç John» derlerdi ona, daha çok «Bücür John» olarak tanınırdı. Boyu ancak Capone’un göğsüne erişen, soluk, yuvarlak suratlı, düğme gibi gözlü, elleri, ayakları ufak ve zarif bir adamdı. Ama gerek ufak tefekliği, gerekse sakin, yumuşak görünüşü, uykuya dalmış bir yılanınki
kadar aldatıcıydı. Manhattan’ın tarihi Beş Nokta (Five Pointers) çetesinde yedi yıl çalışmış; göz oyan, kafa yaran bu haydutlar birer birer mezarı ya (*) Onbaşı bu olayı, 27 Eylül 1947 de Broklyn Eagle gazetesinde yayınlanan bir mektubunda anlatmıştır.
28
da cezaevini boylamağa başlayınca kendi çetesini kurmuştu. James Sokağında işlettiği meyhaneden yönetirdi çetesini. Torrio sakin, düşünceli görünüşlü bir adamdı. Cinayet hiç de önemsenecek bir iş değildi onun için, herhangi bir düşmanının öldürülmesini gözünü kırpmadan emredebilirdi. Ama kendisi, şiddet hareketlerinden kesinlikle kaçınırdı. Ömründe bir kez bile tabanca kullanmadığını söylerdi hep. Şiddet hareketlerine karşı olmasının kılgın nedenleri de vardı; iş anlaşmazlıklarını düzeltmenin daha etkili yolları olduğuna inanmıştı.
Tartışma, pazarlık, birleşme gibi yöntemleri yeğ tutardı. Haraççılıkta herkesin yüzünü güldürecek kadar kazanç vardı; yaralanmayı, ölümü göze alıp savaşacak yerde kardeş payı yapılsa daha iyi olmaz mıydı? Bu tutumu aslında, yüzyılın İkinci yarısında yönetimi ele alacak olan daha aklı başında çete liderlerininkine yakındı. En parlak çağında, Torrio, genellikle polis romanlarının dışında rastlanmayan, kusursuz bir cani kafasına sahipti. Genç arkadaşı ve çırağı üzerinde de büyük etkisi olmuştu. «Johnny benim ustamdı, sanki babamdı» diyecekti Capone orta yaşa geldiğinde, «ve de bu hayata ilk adımımı atmamı sağlayan kişi…»
1907 yılında Capone ailesi Navy Sokağının birkaç kilometre güneyindeki bir başka İtalyan mahallesine taşındı. İki katlı, kırık dökük, bir evin ikinci katına sıkışmağa çalıştılar sekizi birden. En büyük oğulları James on altı yaşındayken ortadan kayboluver-mişti, yıllarca en ufak bir haberini alamadılar.
Capone Torrio’yu yeni mahallede de eski mahallede olduğu kadar sık görüyordu.
Gangster, Dördüncü Cadde ile Union Sokağının köşesindeki lokantanın üst katında bir «sosyal kulüp» açmıştı çünkü. Camların üzerinde, koca koca yaldızla harflerle şöyle yazılıydı: JOHN
TORRİO CEMİYETİ. Okula gidip gelirken, her gün önünden geçiyordu Capone.
29
Capone evlerinden altı sokak ötedeki Butler Sokağındaki ilkokulun ikinci sınıfına yazıldı. Altıncı sınıfa kadar hep iyi dereceyle geçti. Derken, sık sık okuldan kaçmağa başladığından, aritmetikle, dilbilgisinden zayıf düştü ve sınıfta kaldı. Altıncı sınıfı ikinci kez okuduğu yıl (on dört yaşına basmıştı o sırada) devamsızlığı büsbütün arttı. Doksan günlük okul süresinin yalnızca otuz günü okula gitmişti. Öğretmenlerinden biri bu yüzden kendisini azarlayınca, o korkunç öfkesini yenemeyip kadıncağıza vurdu. Başöğretmenden bir temiz dayak yedi; ve o günden sonra okula adım atmadı. Düzensiz bir çalışma hayatı başladı bundan sonra. Önce Beşinci Cadde üzerinde bir şekerci dükkanında tezgahtarlık yaptı, sonra bir bowling salonunda çalıştı, derken bir ciltcinin yanında kağıt kesiciliği yaptı. Mahallede, baba oğul Capone’larm devam ettiği bir bilardo salonu vardı. Al mahalle şampiyonluğunu kazandı.
Mahallede bir sürü genç, kavgacı sokak çeteleri vardı. Bölgelerine adım atan yabancılara karşı pek düşmanca davranırlardı bunlar – ana babalarından geçme ön yargılardan kurtulamamışlardı çünkü. Capone’urı eskiden oturduğu eve yakın olan bir bölge, yani Flushing Caddesinin doğu kesimi, Napolililer için hiç de sağlıklı bir yer değildi.
Sicilyalıların bölgesiydi çünkü burası. Özellikle bıçakla dövüşen ve ellerindeki bıçağı en korkunç biçimde kullanmasını bilen Sicilyalı çeteler, adalarından getirdikleri eski bir adeti Brooklyn sokak kavgalarında da kullanırlardı: düşmanlarının, özelilkle gammazcıların yüzünü bıçakla yaralamak. Gözün altından kulağa uzanan bir yarık açarlardı insanın suratında. Bu
«sıçan» işinin Sicilyalıların özelliği olduğu yaygın olarak bilindiğinden, zamanla başka çeteler de kuşkuları kendi üzerlerinden uzaklaştırmak düşüncesiyle, işini bitirdikleri bir kurbanın yüzünü aynı biçimde kesmeyi adet edindi-30
ler. Bu arada, öteki İtalyan çetelerinin yufka yürekli olduklarını sanmayın. Onlar da bıçakla dövüşürlerdi, onların da amacı düşmanı yaralamak, hatta öldürmekti.
Bir ucu tersane duvarına dayanan kuzeybatı bölgesi İrlandalılara aitti. Bunlar, özellikle rıhtımlarda çalışan ve rıhtım işçiliğinin kendi tekellerinden çıkmasını istemeyen bir grup, yarı aç yarı tok gezen, çok daha ucuza çalışmağa razı olan İtalyanlara bozulurlar, bu azınlığın kendi ekmeklerine göz diktiğine inanırlardı. İrlanda çetelerinin yeğ tuttuğu silahlar önce kendi yumrukları, sonra da taş ve tuğla parçalarıydı. Savaş meydanına kocaman soğan torbaları içinde taşırlardı silahlarını, kalkan olarak da çöp tenekelerinin kapaklarını kullanırlardı.
Kuzeydoğuda, Williamsburg bölgesinde oturan Yahudilerse daha başka nedenlerden ötürü nefret ederlerdi İtalyanlardan. Aşırı bireyciliklerine, genel yaşam koşullarının düzeltilmesi için girişilen grup hareketleriyle ilgilenmeyişlerine, toplumsal bilinçten yoksun oluşlarına bozulurlardı. Buna karşın, Yahudi çeteleri ötekiler kadar saldırgan ve kavgacı değillerdi genellikle. Yahudi çetelerinden yalnızca biri, Havemeyar Sokak Çetesi, çok azılıydı; yahudi olmayan bütün çetelere karşı amansız, bitmez tükenmez bir savaş
açmıştı. Yahudileri Hıristiyanlığa döndürmeyi amaçlayan bir kuruluş olan Williamsburg Yahudi Misyonu’nu ikide bir taşlarlar; camlarını indirmeden rahat edemezlerdi.
Bütün şehirlerin bütün kenar mahallelerinde bir sürü erkek çetesi vardı o yıllarda. Ne kadar çok ve değişik yabancı kökenli vatandaş olursa, sokak çetelerinin sayısı da ona göre artıyordu elbet. Yerinden yurdundan olmuş bir sürü ailede başgösteren düzensizliğin bir belirtisiydi bu. Söz konusu ailelerin çoğunluğu küçük kasabalardan ya da köylerden göçmüşlerdi buralara. Bırakıp geldikleri yerlerde toplum yaşantısı dengeli, kurallar, sınıflar kesinlikle belirliydi; gelenekler, örf ve adetler çok eskiden yerleşmiş ve hiç bir zaman itiraza uğramamıştı. Herhangi bir aile reisinin karşılaşabileceği bütün sorunlara, eskiden kalma, denenmiş, beğenilmiş çözüm yolları mevcuttu. Ama, kocaman ve durmadan daha da büyüyen, durmadan değişen, binbir ayrı dil konuşan grupların akın akın geldiği, değişik kökenlilerin birbirine girdiği Amerikan kentinin girdabında, eski, alışılmış standartlar işe yaramıyordu artık. Şaşkına dönmüş olan ana babalar, çocuklarının yeni yeni ihtiyaçlarını karşılamak şöyle dursun, bu ihtiyaçları anlamıyorlardı bile; bunun sonucu olarak da otoritelerini yitirmekteydiler. Her dediklerine sessiz sedasız boyun eğmiyordu artık çocuklar, kontrolden çıkmışlardı. Çocuklar bu yeni ülkenin dilini ve de acaip adetlerini öğrenip, anababalar hala inatla eski dünyadan getirdikleri değerlere yapışmakta ısrar ettikçe, iki kuşak arasındaki ayrılık daha da büyümüştü.
İçinde bulunulan bütün koşullar da aile birliğini bozacak nitelikteydi. Sekiz, on, hatta on iki kişinin birden bir arada yaşadığı, yiyip içip, yattığı, yıkandığı, iki üç karanlık odalı, sürekli lağım kokan, türlü böcek ve hayvanların çöp kutularında cirit attığı bir evde, hangi çocuk zorunlu olduğundan bir dakika fazla durmağa dayanabilirdi? Bu gibi evlerde kışın donar, yazın sıcaktan boğulurdunuz; yaşam mücadelesinden serseme dönmüş, bunalmış büyükler sürekli bağırırlardı birbirlerine, ya da en olmayacak nedenlerden ötürü çocuklarını döverlerdi.
Sokak çetesine katılmak bütün bunlardan kaçmak, kurtulmak demekti bir yerde.
Sokak çetesi demek özgürlük demekti. Baskı altına alınmış, genç enerjilere çeşitli çıkış
olanakları sağlayabiliyordu sokak çetesi. Çocukların sokağa dökülmelerini önleye-32
bilecek kurumlar, okullar ya da kiliseler yani, gerekli olanaklara sahip değildiler. Kenar mahalle okullarının pek azında, beden eğitimi salonu ya da oyun bahçesi vardı; boş zamanları değerlendirecek okul sonrası programlar yoktu hiçbirinde. Öğretmenlerin çoğunluğu kötü eğitilmiş, hayal gücünden yoksun, ters kişilerdi; ders programları ise dayanılmayacak kadar sıkıcıydı. Kiliseler, sokağın cazibesiyle rekabet olanakları açısından, okullardan daha da yoksuldular. Üstelik, buralarda verilen din dersleri gençleri uzaktan yakından ilgilendirebilecek nitelikte değildi.
Böylece çocuklar, büyüklerin dünyasından ayrı ve ona düşman topluluklar kurmağa başladılar sokaklarda. Kendilerinden biraz daha güçlü, yaşça biraz daha büyücek bir çocuğun önderliğinde, serüven aramağa koyuldular. İtişip kakışmak, yeni yeni yerler tanımak, kumar oynamak, ufak tefek hırsızlıklar yapmak, şunu bunu kırıp dökmek, gizli gizli sigara ya da içki içmek, birtakım gizli törenler tertiplemek, başbaşa verip açık saçık hikayeler anlatmak, düşman çetelerle çarpışmak… hepsi serüvendi bunların, arkadaşlarla paylaşılınca daha da heyecanlı olan serüvenler. Chicago’nun 1,313 çocuk çetesini ayrı ayrı incelemiş olan Frederic Thrasher, Bimboom çetesi üyelerinden bir çoğunun konuşmasını aynen şöyle almış:
«Mahalleye yeni taşındığımızda iki kardeşle arkadaş olmuştum. Bir akşam beni çetelerindeki öteki çocuklarla tanıştırdılar —on bir ile yirmi iki yaşları arasında— on üç kadar çocuk vardı. Akşam saat dokuza kadar; köşe başında kuruşlarla çizgi oynadık. Ahırın birinde, oyun odası gibi bir yerleri vardı. Beni de götürdüler oraya. Elektrik vardı. Artık her gece, sabahın ikisine üçüne dek orada kalmağa başladık.
Oraya giderken gazoz, şeker falan gibi şeyler de götürürdük; kağıt oynardık.
Koskoca bir odaydı,
33
içinde, eşyası filan, her şeyi vardı. Birileri, eski bir yemek odası takımı, bir yazı masası, bir mutfak masası, bir de açılır kapanır asker yatağı atmışlardı köşeye. Atmamışlar da aslında, bir kenarda dursun diye kaldırmışlar. Gerçek bir kulüp gibi değildi tabii, öylesine bir oda işte, Büyük çocuklardan bazıları patronluk taslamağa başladılar sonra, biz de onlara ‘Bimbomlar’
derdik. Derken bütün çetenin adı Bimbom olup çıktı.
Beyzbole bayılırdık. Gün olur, hepimiz okuldan kaçar maça giderdik. Zamanla kendimiz de bir takım kurduk, adı ‘Congress Atletik Kulübü’ oldu.
Köşe başında kuruşlarla çizgi oynardık ya, sonraları yirmi beşliklerle oynamağa başladık. Remi oynardık, başka kağıt oyunları da.. Hepsi parayla. Ben poker öğrenmek istedim ama, kimse öğretmedi. Zar da atardık çoğu kez. Kimi zaman, köşe başında bağrışa çığrışa oynarken, aynasızlar gelip kovalarlardı bizi. Atlı polis öyle bir koştururdu ki pe-
şimizden.. Ama çok hızlı kaçardık, yakalayamazdı. Kızardı bu sefer, copunu fırlatırdı üstümüze. Biz de copu aldığımız gibi atının ayaklarına atardık. Hayvan bir zıplardı ki… «Moruk aynasız» diye bağırırdık.
Kışın tramvaylara asılırdık. Arada bir cereyan geçip de milletin paldır küldür döküldüğünü görmek çok eğlenceli olurdu. Ailemle birlikte parka gitmeyi hiç sevmezdim; ama çetedeki arkadaşlarla tren yoluna çıkıp, oradaki güvercinleri gagalarından şişirmek, sonra, çocukların ceplerinde yumurta patlatmak çok esaslı olurdu doğrusu. Pek eğlenirdik.
Genellikle kendi aramızda oynardık, başka çetelerden biri bizimle uğraşmağa kalktı mı, Winchesterlerden yardım isterdik. On beş – on altı kişilik bir çete, sırf gösteriş olsun diye bizi köşemizden ko-34
valamağa kalkmıştı. Bir de çifteleri vardı, içine kaya tuzu doldurup ateş açarlardı. Bir vurdu mu, oy anam, öyle bir yanardı ki insanın canı!
Boş bir arsaya, kale kurduk biz de, vurulmayalım diye. Bu sefer, önce taş atıp tahta perdemizi yıkmağa, sonra çifteyle nişan almağa başladılar. Haftada üç kez baskına gelirlerdi bu herifler. Bizim de küçük tabancalarımız bir de 22 lik tüfeğimiz vardı. Boş kapsül atardık korksunlar diye. Ele geçirebilseydik
sahici kurşun da atabilirdik ya.»
En üstün heyecanı veren (aslında çetenin iç birliğini sağlayan en önemli eylem) çeteler arası savaşlardı. Her çetenin kaptanı, mahallenin bir iki sokağını öz malı ilan eder, seçilen sınırlardan içeri adım atmağa kalkan karşı çetelere savaş açardı. Kimi zaman da, karşı çetelerden birinin bölgesine baskına gidilirdi.
«Jimmie, çetenin başı yani, kötü heriftir. Gerekirse eğer, paçayı kurtarmak için polis bile öldürebilir. Zaten çetenin bir sürü adamını toparlıyorlar şimdi; sık sık hırsızlığa çıktıkları için yakalanıyorlar. Çetede herkesin en sevdiği şey dövüşmek, Jimmie de çocukları savaşa sürmek için en ufak fırsatı bile kaçırmaz.
Dört temmuz bayramında bizimkilerle Danny O’Hara’nm çetesi arasında büyük bir kavga oldu. Bizim tarafta iki yüz kişi kadar vardık; en azından bir o kadar da Danny’nin yanında vardı. Danny, bizim Jimmie’ye sert çıktı, ne o dövüşe meraklısın galiba gibisinden bir şeyler söyledi. Jimmie hemen bir yumruk ekledi Danny’nin suratına. Bunun üzerine iki çete birbirimize girdik. Bizim yüzümüzden bulvarda trafik tıkandı bir süre. Derken polis arabaları geldi de dağıldık. Çeteden kimseyi yakalayamadılar ama.
Daha birçok çeteyle savaştık. Deadshot’larla
35
dövüştük bir keresinde, en azından yüz kişi katıldı. Jimmienin üzerine fena çullandılar; o da baktı ki düşman bizden çok üstün, hemen kirişi kırdı.
On ikinci sokağın Yahudileriyle de çarpıştık. Bizden daha kalabalıktı onlar. Hem de çok esaslı dövüşçüler vardı aralarında. Daha güçlü olduklarını önceden bildiğimizden, kavgaya giderken koca koca sopalar götürdük yanımızda.
Bir seferinde de, Thistle çetesinin canına okumağa, Garfield Park’a gittik. En fazla yetmiş beş kişi falandık. Jimmie yi de, bütün çeteyi de yeneriz diye haber yollamışlar. Tabii bizimki durur mu, hemen gidip dövüşelim diye tutturdu. Sonunda her zamanki gibi bir temiz dayak yedi. Ama bunlar gerçekten çok kalabalıktılar, yarısından fazlası da yirmi yaşına gelmişlerdi üstelik.
Bir beyzbol maçı yüzünden, parkta, Lake Sokağı çetesiyle de savaştık.»
Bütün sokak çeteleri Bimbom’lar kadar dövüş meraklısı değillerdi; kanun dışı eylemlere girişmezlerdi hepsi. Kimi çetelerin, çevredeki büyükler tarafından desteklenen sosyal ya da spor kulüpleri vardı. Ama genellikle, gelişigüzel haydutluktan profesyonel caniliğe geçiş, çoğu çete üyelerinin kolaylıkla attıkları bir adımdı. Hemen hemen bütün gangsterler (bu arada Capone da) yetişme çağlarında çocuk çetelerine üye olmuşlardı.
Sokak çetelerinin hemen hemen hepsi, yöresel politika patronlarından birinin himayesi altındaydı. Seçimler sırasında önemli hizmetlerde bulunmak için oy verme yaşına gelmiş
olmaları gerekmezdi çünkü. Milleti korkutmak, gerekirse muştalamak, kaçırmak, oy pusulası çalmak, birkaç kez oy kullanmağa razı olacak adamlar bulmak gibi işlerde kullanılırdı gençler.
Politika patronları bu tür yardımcılar edinebilmek için her türlü kolaylığı göstermeğe hazırdı-
36
lar. Çocuklara kulüp olarak kullanabilecekleri yerler kiralarlar, spor malzemesi, üniforma gibi şeyler armağan ederler, ziyafetler çekerler, piknikler ayarlarlar, önemli maçlara bilet verirlerdi. Herhangi bir çete üyesi tutuklanacak olsa, patron kefalet parasını öder, bir de avukat ayarlardı; hüküm giyenlerin cezasını azalttırmak ya da iptal ettirmek gene patronun elindeydi.
Capone on beş on altı yaşlarındayken Lucky Luciano ile birlikte Beş Nokta çetesine katıldı. Her ikisinin de buraya Torrio tarafından sokulduğu ihtimali vardır. Manhattan’ın doğu kesimindeydi çetenin karargahı; adını, «Kanlı Altıncı Bölge» olarak bilinen mahallenin en merkezi yerinde, Broadway ile Bowery arasındaki bir beş yol ağzından almıştı. Çürümüş, eski püskü evlerin, yıkık dökük içki imalathanelerinin, aşağı kalite dansinglerin bulunduğu bir yer, üstelik, zehirli gazlar çıkaran bir bataklığın ortasıydı burası. Bölgede az çok değişiklikler olmuştu gerçi, ama gene de, genel görünüşüyle, Charles Dickens’in yirmi beş yıl önce American Notes adlı kitabında anlattığından pek farklı değildi: «Dapdaracık sokaklar… her ya-nı pislik, adilik kokan… haydutların, canilerin cirit attığı korkunç biçimsiz evler; dünyada çürümüş, eskimiş, mide bulandırıcı ne varsa buraya toplanmış…..»
Beş Nokta denilen bu yer, hemen hemen bütün bir yüzyıl boyunca kente korku salan en vahşi çeteleri yetiştirmişti. Bölgede ilk örgütlenen (1825 sıralarında) Kırk Haramiler’den sonra Gömlekliler (gömleklerini pantolonlarının beline sokmayıp dışarda bıraktıkları için bu ad takılmıştı onlara) çıkmıştı ortaya; daha sonra sırasıyla bu çeteler ortalığı kana, korkuya buladılar. Şapkalı Serseriler —dev yapılı İrlandalıların kurmuş olduğu bu çetenin üyeleri dövüşe çıktıklarında başlarını, deriyle pekiştirilmiş silindir şapkalar sayesinde korurlar, kurbanlarına kalın sopa-37
larla saldırırlar, sonra da ayaklarına giydikler kabaralı çizmelerle çiğneyerek öldürürlerdi: Ölü Tavşanlar (Zamanın argosunda «tavşan» gaddar kabadayı anlamına, «ölü tavşan» ise en gaddar kabadayı anlamına gelirdi)— bu azgın çete saldırıya geçerken, en önde giden bayrakçı, elinde, üzerine ölü bir tavşan geçirilmiş bir mızrak taşırdı. İç savaştan sonra Whyos adını taşıyan yeni bir çete çıktı ortaya. Üyelerinin dövüş sırasında attıkları çığlıklardan dolayı çeteye bu adın verildiği söylenir. Gene söylendiğine göre, Whyos’a katılmanın tek şartı, en az bir cinayet işlemiş olmakmış. Whyos’Iarın başlıca geçim yolu ısmarlama cinayet ve ağır yaralama işleriydi. Müşteri olmak isteyenlere, basılmış bir fiyat listesi gösterirlerdi: Yumruklama………………………………………. 2 dolar
İki gözü birden morartmak……………. 4 dolar
Burun ve çene kırmak……………………… 10 dolar
Sopayla bayıltmak…………………………… 15 dolar
Kulak kesmek………………………………….. 15 dolar
Kol ya da bacak kırmak……………………. 19 dolar
Bacaktan vurmak………………………………25 dolar
Bıçaklamak………………………………………. 25 dolar
Büyük işi becermek………………………… 100 dolar
Her çetenin çevresinde, üyeleri taklit etmeğe hevesli birtakım çocuk hayranları vardı.
Çeteler bu çocukları en azından hoş görürler, çoğu kez de açık açık teşvik ederlerdi. Böylece, Kırk Küçük Harami, Küçük Ölü Tavşanlar, Küçük Whyos gibi çetecikler de türemişti. Bunların kimi üyeleri ancak sekiz yaşında olmakla birlikte, en az büyükleri kadar hevesle çalıp çırparlar, dövüşürler, hatta adam öldürebilirlerdi.
Haraç yemek, zorla para almak anlamında ingilizceye yerleşmiş olan «racket»
sözcüğünün ilk ortaya çıkışı eski New York çetelerinin eseridir. Zamanın sosyal ya da politik kulüpleri arada bir kendi yararla-38
rına balolar tertiplerlerdi. Bunlar genellikle içkili ve müzikli olduklarından aşırı gürültülü patırtılı da olurdu. Bu nedenle, «gürültü» anlamına gelen racket sözcüğü kullanılırdı bu eğlenceler için. Hem çok kolay, hem görünüşte kanundışı olmayan bir para kazanma yolu yakalamış olan gangster de, kendi adına ve kendisinden başka üyesi olmayan bir dernek kuruverir, ve acele dernek yararına bir «racket» düzenlerdi. Sonra da türlü yakıp yıkma, ya da dayak tehditleriyle, mahalle esnaf ve dükkancılarını deste deste racket bileti almağa zorlardı.
Beş Parmak çetesi üyelerinden James «Biff» Ellison, bir gün Biff Ellison Derneği’ni kurmuş ve yılda üç kez yenilenen racketlerinden 3000 dolar sürekli gelir sağlayabilmişti.
Whyos’dan sonra gelişen Beş Parmak Çetesi, en parlak çağını eski boks yıldızı Paul Kelly (asıl adı Paoli Antonini Vaccarelli) nin önderliğinde yaşadı. Great Jones Sokağındaki New Brighton Dans Salonu’nun sahibiydi Kelly. Manhattan’ın en gürültülü, en gösterişli, en kötü namlı yerlerinden biri olan bu kulüpten yönetirdi işlerini; bin beş yüz kişilik Beş Parmak çetesinin, her üyesinin nerede ne gibi işler çevireceğine o karar verirdi. Bir yandan Bowery ile Broadway’in, bir yandan da On dördüncü sokak ile Belediye binasının çevrelediği bölgenin tamamı ondan sorulurdu. Sessiz, sedasız, uygar görünüşlü bir adam olan Kelly, öteki gangsterlerin hepsinden iyi eğitim görmüştü. İtalyanca, Fransızca, İspanyolca bilir, kusursuz giyinir, genel havası ve davranışları bakımından, yüksek tabaka üyelerine benzerdi… Politik bakımdan yararlı olmayan hiç bir gang liderinin uzun süre başta kalamayacağını herkes bilir.
Zamanın belediye yetkilileri de çok şey borçluydular Kelly’e. Özellikle seçim kampanyaları sırasında Kelly’nin adamlarının adaylara yaptıkları yardımlar yabana atılacak cinsten değildi.
39
Capone Beş Parmak’a katıldığı sıralar Kelly’nin prestiji biraz azalmıştı. Goril suratlı Monk Eastman’ın Bowery çetesiyle yıllardan beri sürdürdüğü savaş yüzünden gücü tükenmeğe başlamıştı çünkü. Derken kendi fedailerinden, parfüm kokulu Biff Ellison da patronuna bozulmağa başladı. 1905 yılının soğuk bir kış gecesinde yanında rakip çetelerden Gopher’in bir adamı olduğu halde, New Brighton Dans Salonu’na dalan Ellison iki elindeki iki tabancayı birden ateşlemeğe koyuldu. Beş Parmak çetesinin Harrington adı bir üyesi, başına yediği bir kurşunla hemen oracıkta serildi kaldı. Bu arada Kelly’e de üç kurşun isabet etmişti. Ama aylarca hastahanede yattıktan sonra kurtuldu ve Little Naples adlı bir başka dans salonu açtı.
Öndörtler Komitesi adı altında çalışan bir reform derneği bu ikinci dans salonunu kapattırmayı başardı. Bunun üzerine Kelly, karargahını Harlem’e (New York’un zenci mahallesi) taşıdı; burada yeni bir kazanç kaynağı buluverdi. Önce paçavracıları sonra da çöpçüleri örgütleyerek, bunlara kurduğu sendikanın iş danışmanı oldu. Zamanla Uluslararası Dok Hamalları Birliğinin ikinci başkanlığına dek yükseldi.
Kelly Beş Parmak çetesinin geriye kalan üyeleri ile bağlarını tamamen koparmamıştı.
Üyelerinin sayısı büyük ölçüde azalmıştı gerçi, ama gene de geriye kalanlar arasında çok azılı birtakım kabadayılar vardı ki, Kelly gibi, iş çevresini genişletmek isteyen, üstelik politik ihtirasları da olan bir adam için, bunların sadakatini kazanmak önemli bir şeydi. Yedinci Cadde üzerinde, Broadway’in tiyatrolar bölgesine yakın bir yerde, yeni bir karargah kurdu bunlara, kapıya da New England Tiyatroseverler Derneği gibi ilgisiz bir tabela astı. Böylesine masum görünüşlü bir maskenin, bunca alçak işlerin gizlenmesi için kullandığı tarihte pek az görülmüştür. Bölgede birdenbire salgın haline gelen bıçaklamalar, sopayla bayıltmalar, hatta cina-40
yelleri araştıran polisler, dernek lokaline ikide bir baskın yaparlar, ama kendi aralarında kağıt ya da dama taşı oynayan birkaç dernek üyesinden başka hiç bir şeye rastlayamazlardı.
Çıraklık dönemini, Beş Parmak çetesinin üyesi olarak dolduran Capone, bu sırada üç kez tutuklandı; bir keresinde uygunsuz davranışlar, iki keresinde de cinayet sanığı olarak. Ama her seferinde delil yetersizliğinden serbest bırakıldı.
Kelly’nin gözünde Beş Parmakçılardan bazılarının değerini arttıran bir şey de bunların birtakım başka çeteler ve çete liderleriyle olan yakın ilişkileriydi Örneğin, Brooklyn bölgesinden Sicilyalı Frank Uale (öteki adıyla Yale), John Torrio ve adamlarının saygısını kazanmıştı; Ciro Terranova’yı da yakından tanıyordu. Yale, daha yirmi beş yaşındayken, Brookiyn’de her türlü kanunsuz işe karışmış, kendisini göstermeğe başlamıştı; kısa zamanda bunların hepsini yönetecek duruma gelecekti. Uzmanı olduğu iş,cinayet anlaşmalarıydı ve bunu hiç bir zaman saklamamıştı. «Cenaze Levazımatçısıyım ben» derdi. Gene de, çeşitli iş
kollarına el atmanın gerekliliğine inanırdı. Harvard Inn adında danslı bir lokantanın sahibiydi.
Coney Island rıhtımında olan bu lokanta, içki yasağı çıktığında, yerinin uygunluğu dolayısıyla, sahibinin çok işine yaramış; böylece Yale, deniz yoluyla içki dağıtan ilk gangsterlerden biri olmuştu. Ayrıca, işçi-işveren anlaşmazlıklarında gündelikle çalışan bir kabadayılar ordusu kurmuştu. Bunlar her iki tarafa da kiralanabilirler, ya grev kırıcısı ya da grev gözcüsü olarak görev alırlardı. Terranova’nın enginar üretim ve dağıtımı konusunda elde ettiği başarıdan umutlanan Yale, kendi imal ettiği uydurma puroları Brooklyn bayilerinde zorla sattırmağa girişti üstelik. Her kutunun üzerinde kendi resmi sırıtmaktaydı: soldan yana ayrılmış simsiyah saçlar, dört köşe, duygusuz bir surat, kaskatı kolalanmış beyaz bir yaka ve kara boyunbağı.
Purola-
41
rın fiyatı da göze batacak biçimde yazılmıştı: «20 cent, üç tanesi 50 cent». Fiyatın yüksekliği, puroların kalitesine hiç mi hiç uymuyordu; öyle ki, zamanla mahalle argosunda «Frankie Yale» ucuz ve kötü tütün anlamına kullanılır oldu. Yarış atları, profesyonel boksörler, gece kulüpleri, bir de cenaze levazımatçısı hepsi Yale’in avucunun içindeydi artık. Ancak, başlı başına en önemli kazanç ve güç kaynağı, Sicilyalılar Birliğiydi.
Polisin, basının ve de kendi üyelerinin yaptığı birbirine çelişik açıklamalar, Sicilyalılar Birliği’nin (ya da 1920 lerden sonra değişen adıyla İtalo – Amerikan Ulusal Birliği’nin) gerçek niteliğinin karanlık kalmasına yol açmıştır. Bazı açıklamalarda, Mafia ile yakın bağları bulunan, başlangıcından beri gangsterlerin yönettiği gizli bir cürüm örgütü olarak tanımlanır; daha başka açıklamalarda ise, türlü asılsız iftiralara uğramış bir kardeşlik ve dayanışma örgütünden başka bir şey değildir. Başlangıçta Sicilyalılar Birliği gerçekten bir dayanışma örgütü olup, Sicilyalı göçmenlerin çıkarlarını korumak için kurulmuştu. İlk kuruluş yeri New York, tarihi ise on dokuzuncu yüzyılın sonlarıydı. Üyeler, çok küçük bir aidat karşılığında hayat sigortasına ve çeşitli toplumsal yararlara kavuşuyorlardı. Sicilyalıların az çok kalabalık olduğu bütün bölgelerde şubeleri açılmağa başladı. Zamanla, mahalli seçimleri arada bir istediği yana yöneltebilecek kadar güçe sahip oldu. 1920 yıllarına gelindiğinde, en büyük şubenin bulunduğu Chicago bölgesinde, 38 mahalli şube gelişmiş, üyelerin sayısı 40,000 i bulmuştu.
Bu arada, New York gangsterlerinin ileri gelenleri yavaş yavaş Sicilyalılar Birilği’nin içine sızmağa ve niteliğini değiştirmeğe başlamışlardı bile. Bunların lideri, Ciro Terranova’nın bir hısımı olan Ignazio Saletta’ydı. Kurt Lupo olarak bilinen bu adam patalojik 42
bir katildi. Saletta’nın New York’da başlattığı ve zamanla öteki kentlere de dağılan katakulliler sonucunda, birlik çift yanlı bir nitelik kazandı .Bir yanda, iyi işler gören, zavallı Sicilyalılara büyük yararı dokunan, açık ve saygıdeğer bir kuruluş; öte yanda, Mafia ile bağlantısı olan, beyaz kadın ticareti, şantaj, zorbalık, adam kaçırma, haraççılık, banka soygunu, cinayet gibi işlerle uğraşan, gizli, kötü niyetli bir çete.. Artık, birlik başkanının Mafia üyelerinden olması da gelenek haline gelmişti. A.B.D. Gizli Servis Ajanlarının yaptığı bir açıklamaya göre, altı yıllık bir süre içinde, Sicilyalılar Birliği üyeleri en az altmış cinayet işlemişlerdi. Saletta’nın Harlem’de özel bir «cinayet ahırı» vardı. Burada kurbanlarını kasap çengellerine asar, ya da özel fırınlarda canlı canlı yakardı. Polisin ifade vermeğe ikna edebildiği ender Sicilyalılar Birliği üyelerinden biri, birliğe girenlerin özel bir kan töreninden geçtiklerini anlatmıştı. Aday, üzerinde çok sivri bir hançerin, ucu kendisine dönük olarak konulduğu bir çeşit mihraba götürülürmüş; o da parmağını bu hançerle kesip, kanını akıttıktan sonra, sonsuz bağlılık ve gizlilik yemini edermiş.
Sicilyalılar Birliği’nin az çok namuslu olan öteki üyeleri, (ki bunların arasında yargıçlar, iş
adamları, eyalet ve belediye yönetiminde bulunan kişiler vardı), gangsterlerin, Birliği nasıl kötüye kullandıklarından habersiz görünürlerdi. Özel yaşantılarında kaydettikleri ilerleme ve başarıları genellikle Birliğe borçlu olduklarından, onu tehlikeye sokmaktan kaçınırlardı tabii.
Üstelik, Birlik yararına sık sık tertiplenen eğlence ve balolarda, politikacılar, başka yerlerde, başka zamanlarda, birlikte görünmeğe cesaret edemeyecekleri kişilerle karşılaşmak ve birtakım işler çevirmek lırsatını bulurlardı.
Birliğin adının İtalo – Amerikan Ulusal Birliği olarak değiştirilmesi, niteliğinde hiç bir değişikliğe yol
43
açmadı. Chicago’daki merkezin ikinci başkanı Constantino Vitello gibi sorumlu kişilerin yaptığı açıklamaları, polis her zamanki gibi kuşkuyla karşılamakta haklıydı. «Cürüm, ha?» diyordu Vitello 1927 de. «İtalyan kardeşlerimiz ve de Amerika’daki geleceğimiz için canla başla, en ufak bir karşılık beklemeden, gece gündüz demeden çalışan bizler, Birliğimizin Chicago’da işlenen suçların ve meydana gelen türlü karışıklıkların kaynağı olduğu iddiasını işitmekle derin bir acı duymaktayız…… Başkanımız, emekli yargıç Bernard Barasa’dır. Yöneticilerimiz namuslu iş ve meslek adamlarıdır. Üyelerimizin hepsi dürüst Amerikan vatandaşlarıdır.
Sicilyalılar Birliği’nin, kelimesi kelimesine uygulanan iç tüzüğü şöyle der: Karakterinde herhangi bir leke olanlar Birliğe kabul edilmezler; üyeliği sırasında en ufak bir suç işlediği sabit olanlar hemen üyelikten atılırlar…..»
Bu sözler söylendiğinde, Frank Yale, Sicilyalılar Birliğinin on yıllık genel başkanıydı.
Yale, Capone’u, Harvard Inn’de barmen ve fedai olarak çalışmak üzere işe aldı, Genç Beş
Parmak üyesinin her iki işe de özel, hatta aşırı kabiliyeti vardı. Biraz ileri giden müşterileri yola
getirmek gerektiğinde, ister yumruğuyla vursun, ister kaim sopasıyla, kurbanı gülle yemişe dönerdi. Tabanca kullanmakta da çok ustaydı; ilk gençliğinde devam ettiği Brooklyn’deki Adonis Sosyal Kulübünün bodrumunda bira şişelerine ateş ede ede nişancılığını ilerletmişti.
Harvard Inn’de çıkan her kavgayı mutlaka Capone kazanmazdı. En önemli yenilgilerinden birine Brooklyn’li Frank Galiucio karşısında uğramıştı. İkinci sınıf bir cani olan Gailucio bir gece, kızkardeşi ile birlikte gelmişti. Capone kıza kötü bir laf atacak oldu. Bunun üzerine hemen çakısına davranan Gailucio doğruca barmenin yüzüne saldırdı. Capone’a bu olaydan hatırı kalan yara izleri, federal polisteki dosya-44
sında şöyle tarif edilir «yanak üzerinde, sol kulağın dört santim kadar önünde, sekiz santimlik eğri bir iz —sol çene üzerinde, beş santimlik dikine bir iz— boyunda, sol kulağın hemen altında beş santimlik eğri bir iz.» Normal olarak kinci bir insan olan Capone, nedense Gallucio’yu bağışladı. Birkaç yıl sonra, kendisine kolay ve çabuk hayran kazandırdığını iyi bildi-
ği yürekli jestlerinden birini yaparak, Gallucio’yu haftada yüz dolar ücretle yanına fedai aldı.
Yara izlerini açıklamak için gene yıllar sonra uydurduğu bir masala göre, savaş sırasında, Fransa’da ünlü «Kayıp Tabur» da görev aldığı sırada meydana gelen bir şarapnel patlamasının anısıydı bu izler. Oysa Capone savaş sırasında mahallesindeki askerlik şubesinden bir adım ileri gitmemişti ve ne cephede ne de cephe gerisinde hiç bir görev almamıştı.
O devirde, Capone’un çevresindeki delikanlıları arasında «bodrum kulübü» açmak moda olmuştu. Bodrum Kulübü denilen yerler, pencereleri sıkı sıkıya kapatılmış, orta boy dükkanlardı genellikle. İçerde üye delikanlılar yer, içer, kumar oynar, ya da sevgililerini getirip gösteriş yaparlardı. 1918 yılında, Carrol Sokağındaki bir bodrum kulübünde verilen bir partide, Capone, Mae Coughlin adında uzun boylu, ince yapılı bir kızla tanıştı. Yirmi bir yaşındaydı kız; yani, Capone’dan iki yaş büyüktü. Mahalledeki dükkanlardan birinde tezgahtar olarak çalışıyordu. İnşaat işçisi olan babası Michael Coughlin ve annesi Bridget Coughlin, İrlandalılar arasında çalışkanlıkları, namusları ve dindarlıkları ile herkesin saygısını kazanmış kişilerdi.
İrlandalılarla, İtalyanlar arasında düşmanlığa yaklaşan anlaşmazlıklar olmasına rğmen, İrlandalı kızlar italyan gençlerini pek tutarlardı. Bunun başlıca nedeni İtalyan gençlerinin küçük yaşta evlenmeğe razı oluşları, İrlandalı gençlerin ise iyi bir işe yerleşip rahat ekmek parası kazanıncaya kadar evlenmekten ka-45
çınma eğilimleriydi. Johnny Torrio da Ann McCarthy adlı, İrlandalı bir kızla evlenmişti.
Capone, Mae Coughlin ile çarçabuk evlenmeğe öylesine hevesliydi ki, kiliseden özel izin çıkartarak nikah kağıtlarının asılı kalmasını bile beklemedi. Anlaşılan aralarındaki yaş farkı, gelin hanımı utandırmıştı; bu yüzden nikah defterine kendisini bir yaş küçük, Capone’unkini de bir yaş büyük kaydettirdiler. Nikahları 18 Aralık 1918 tarihinde, Coughlin’lerin devam ettiği St. Mary of the Star Kilisesinin papazı James J. Delaney tarafından kıyıldı. Gelinin kardeşi Anna ile Capone’un arkadaşlarından James de Vico tanıklık yaptılar. Bir yıl sonra Mae ilk ve son çocuğunu doğurdu. Bebeğin adını Albert Francis koydular; aile arasında kullanılan takma adı ise Sonny idi. Çocuğun isim babası Torrio oldu; her doğum gününde Sonny’ye beş bin dolarlık bir hükümet tahvili almayı unutmazdı. Yıllar sonra Capone, «Johnny için yapmayacağım şey yoktur» diyecekti.
1909 yılında, amcası James «Koca Jim» Collosimo tarafından ilk kez Chicago’ya götürülen Torrio, o gün bu gündür sık sık Chicago’ya gidip gelir olmuştu. New York’da Paul Kelly, Frank Yale ve daha birkaç kişiyle ortak işler çevirmeyi hala sürdürüyorsa da asıl karargahı Chicago’ydu artık. Öte yandan, Capone’un işleri pek iy gitmiyordu. Karısını, çocuğunu lükse boğmak için can atıyor, ama gerekli parayı bir türlü kazanamıyordu. Polisin iki cinayetin faili olduğundan şüphelendiği, ama delil bulamadığı bir sırada, barın birinde dövüştüğü bir adamı hastahanelik etmişti. Yaralı ölmesi halinde hemen yakasına yapışacaklardı. Adam ölmedi, ama Capone de uslu uslu oturup işin sonunu beklemedi. Torrio onu Chicago’ya çağırmıştı. Öyle pek üstelemeden, karısını çocuğunu topladı, New York’tan kaçtı.
KOCA JİM
KOCA JİM’in iş hayatının doruğunda parıldayan bir yıldızdı Cafe Collosimo. South, Wabash Caddesi 2126 numarada, 1910 yılında açılmış, dört yıl sonra iç dekorasyonu tamamen değiştirilmişti. Kısa zamanda Chicago’nun en lüks, en gözde gece kulübü durumuna gelmişti.
Buradaki as solistler başka hiç bir yerde yoktu; dansözlerinin güzelliği ile kimse yarışamazdı.
Caz parçalarıyla opera parçaları çalmakta çok usta olan orkestrası eşsizdi o sıra. Chicago’nun hiç bir lokantası, Colossimo’nun şef ahçısı Antonio Caesarino ayarında bir ahçıya sahip değildi; gene hiç bir lokantada bulunmayan, upuzun bir şarap listesi vardı. O sırada Chicago Daily News gazetesinde günlük sütunu olan Ben Hecht, Koca Jim’de bulunan ithal malı peynir çeşitlerinin çokluğuna şaşmaktan kendini alamamıştı.
Cafe Colossimo’nun müşterilerinin çoğu Chicago’nun «Altın Kıyısı» olarak bilinen Kuzey kesimindendi. Bu şık gece kulübüne gitmek için kenar mahallelerden birine inmek, yüksek tabakaya mensup züppelerin daha bir hoşuna gidiyordu. Az serüvenmiydi korkunç Levee mahallesine dalmak geceyarısı? Kuzeyde yirmi ikinci, güneyde on sekizinci sokaklarda, doğuda Clark, batıda Nubask Caddeleriyle çevrelenen bu semt, dünyanın en karışık, en tehlikeli günah merkezlerinden biriydi o sıralar. Collosimo’nun yeri ise, yaldızlı kapılarından, dipteki kocaman, maun ve camdan yapılmış barına varıncaya, tantanalı, şatafatlı, 47
çok aşırı bir zenginlik örneğiydi. Duvarlar yeşil kadife kaplıydı. Tombul, pembe melekciklerin ak bulutlar üzerinde oynaştığı, gökmavisi, tavandan, altın işlemeli kristal avizeler sarkmaktaydı. Her bir yana asılmış
altın çerçeveli aynalar, tropik manzaralar gösteren panolar, ağır perdeler, içeri girenin gözünü bir anda kamaştırıverirdi. Hidrolik asansörler üzerine kurulmuş olan dans pisti, bir düğmeye dokunmakla yükselip alçalabiliyordu. Kıvırcık, saçlı, kısa etekli hanımlar, smokinli beylerle günün moda danslarına adım uydurarak tepinirler, «Tiger Rag», «Ja-da», «Pretty Baby», «Dardenalla», «Oh! How She Could Yacki, Hac ki, Wicki, Wacki, Woo» gibi gözde melodiler eşliğinde tepinirlerdi. Kulüp gece yarısından önce pek şenlenmezdi ama, ondan sonra sabaha kadar sürüp giderdi eğlenceler. İkinci katta bulunan geniş salonlar, kumar isteklilerine ayrılmıştı. Akla gelebilecek bütün oyunlar, istenildiği kadar yüksek oynanabilirdi burada.
Bütün ülkeye ün salmıştı Cafe Colossimo, Tanınmış sporcular, büyük iş adamları, üniversiteliler, gangsterler, gazeteciler, politikacılar, zengini, züppesi, ünlüsü, kötü ünlüsü, turisti, yerlisi doldururlardı Colossimo’yu her gece. Koca Jim, masaların birbirine yakın konulması konusunda ısrar ederdi —sıcak, samimi bir hava olsun diye. Böylece, Potter Palmer ya da Marshall Field gibi zenginlerin yanı başına yeraltı dünyasının ünlü kişileri oturabilirdi. Örneğin, Mahalli Sicilyalılar Birliği’nin başı, Sicilyalı patron Mike Merlo, ya da at yarışları alanlarının taçsız kralı Mont Tennes (Illinois Crime Survey’e göre, Tennes’in hayat hikayesi tam olarak bilinse, «son yirmi beş yıl içinde Chicago’daki cürüm örgütlerinin en belli başlılarından olan müşterek bahis şebekeleri konusunda bilinmedik pek az şey kalır» mış); sonra, tanınmış kumarbaz Julius «Doving Putty» Annixer; kurbağa suratlı gü-
48
nah tüccarı «Mike de Pike» Heitler ile yaşlı iş ortağı ««Maymun surat» Charlie Genker; kötü ünü her yana yayılmış olan, ve özellikle gangsterler tarafından pek tutulan Rex Otelinin sahibi, şık giyimli, yakışıklı muhabbet tellalı Dennis «Dük» Cooney; Chicago’nun ilk işçi haraççısı, göçmen İtalyan işçilerinin en kötü biçimde sömürülmesini sağlayan bir sistemin mucidi. Lağım ve Tünel işçileri sendikasının o zamanki başkanı Joey D’andrea; sendika kabadayılarından «Sıçan Izzy» Buchalsky; Kara El çetesinin ileri gelenlerinden Vincenzo
«Parlak Jim» Cosmano; her türlü kanunsuz işlerin ustası, Chicago’nun en korkunç çetelerinden birinin başı, Dion O’B.anion… ve daha niceleri. Politik liderler de vardı aralarında. Özellikle sık görülenlerden ikisi, Koca Jim’in hamilerinden, bölge belediye meclisi üyeleri Michael Kenna (ufak tefek olduğu için Hinky Dink derlerdi kendisine) ile John Joseph
«Hamamcı John» Coughlin idi. İri yarı, uzun boylu, pala bıyıklı bir adam olan «Hamamcı John»
bir zamanlar bir Türk hamamında tellak olarak çalışmıştı. Bu iki belediye meclisi üyesi Levee’yi tamamen ellerinde tutmaktaydılar; rüşvetini yemedikleri bir tek kanunsuz kuruluş
yoktu. Chicago’ya gelen ünlü sanatçıların hemen hepsi kendi oyunlarından sonra Cafe Colossimo’da boy gösterirlerdi. Gecenin geç saatlerinde gelenler arasında AI Jolson, George M. Cohan, John Barrymore ya da, gevşek Chicago polisi tarafından bile açık saçık şarkılar söylediği iddiasıyla tutuklanan Sophie Tucker gibi ünlüler çok olurdu. Koca Jim operaya bayılırdı. Bu yüzden, kulüp ağzına dek dolu bile olsa, Chicago Şehir operası sanatçılarına bir masa ayırırdı. Mary Garden, Luisa Tetrazzini, Amelita Galli – Curci, Titta Rufo, John McCormack gibi operacılar, orkestra şefi Maestro Cleofonte Campanini, sık sık gelen müşterilerdendi. Ünlü Caruso Koca Jim’in yakın dostuydu.
49
Cafe Colossimo’nu en göz alıcı özelliklerinden biri de, kuşkusuz Koca Jim’in kendisiydi.
Canlı, hareketli, neşeli, tipik bir İtalyandı. Etli canlı, iri yarı biri adamdı; sevimli bir aydınınkine benzeyen yürüyüşüyle masadan masaya gezer, aşırı el kol hareketleri yaparak konuşur, şuna buna şampanya ya da püro ikram eder, kadınların gönlünü çalmayı, erkekleri de güldürmeyi bilirdi. Levee modasının bir aynasıydı sanki. Pomadlanmış, kara fırça bıyığı, gür kara saçları parıl parıl parlardı. Kışın, iki düğmeli, parlak yakalı kostümler, üzeri mavi filler ya da atlarla işli beyaz gömlekler giyer, çizgili, örgü boyunbağları takardı. Giyim kuşamının en parlak olduğu zamanlar yaz aylarıydı ama. Baştan aşağı bembeyaz ketenlere bürünürdü. Aşırf bir pırlanta tutkusu vardı. Onun yanında, öteki gangsterlerin takıları son derece sönük kalırdı. İri yarı gövdesinin hemen her yanında bir taş parlardı: birkaç parmağına birden taktığı yüzükler, kemer tokası, pantolon ve çorap askısının tokaları, kravat iğnesi, saat cebine taktığı iğne, göğsüne taktığı iğne, kol düğmeleri hep pırlantaydı. Ceketinin yakasında, at nalı biçiminde ve gerçek at nalı büyüklüğünde tamamen pırlantadan bir iğne, güneş gibi parlardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, her zaman yanında taşıdığı güderi torbacıkların içi irili ufaklı elmaslarla doluydu. Boş zamanlarında bu torbacıkları kare biçiminde siyah bir fötrün üzerine boşaltır, hazinelerini bir bir sayar, bunlarla oynar, küçük kümeciklere ayırıp seyrine bakardı.
Cafe Colossimo büyük bir kazanç kaynağıydı sahibi için. Ancak, Koca Jim’in, her ikisinin de ayrı ayrı üniformalı şoförleri olan iki lüks arabasının, birinde babasının, birinde de kendinin oturduğu muhteşem döşemeli iki evinin, kalın halılarının, heykel koleksiyonunun, eski para koleksiyonunun, her biri deri ciltli binlerce okunmamış kitapla dolu şahane kitaplığı 50
nın, karısının ve metresinin masraflarını karşılayamazdı elbet. Cafe Colossimo, Koca Jim’in akıl almaz gelirinin yalnızca ufak bir bölümünü oluşturuyordu. Kumarbazlar kendisine Banka derlerdi bazan; aşırı para kaybedenlere, cebinden çıkardığı koca koca binlik tomarlardan istedikleri kadar para verirdi çünkü. Yılda ortalama 600,000 doları bulan gelirinin asıl kaynağı beyaz kadın ticareti ile bir dizi genelevdi.
Levee yaşantısının en alt tabakasını oluşturan Bed Bug Row (Tahtakurusu Yolu) Ondokuzuncu Sokak ile Armour Caddesinin kesiştiği köşede çöreklenlenmişti. Zenci fahişelerin çalıştığı, pis kokulu, yirmi beş centlik odacıkların kümelendiği bir yerdi burası. Tam karşısında, Bir Kova Kan adlı, aynı zamanda meyhane olan bir genelev daha vardı. Bu ikisinden birazcık daha kaliteli olan California adlı genelev Dearborn Sokağını süslemekteydi.
150 kilo ağırlığındaki «Blubber Bob» Gray ile karısı Therese işletiyordu burasını. Tarife bir dolardı; kızlar, saydam gömlekler giyer, güzelliklerini (!) pencerelerden teşhir ederlerdi.
Müşteriler, içinde birkaç tahta sıradan başka bir şey olmayan antrede oturur, önlerinde salınan kızlardan birini seçmeğe çalışırlardı. Bu arada Madam Therese avazı çıktığı kadar bağırırdı: «Hadi beyler, seçin bebeğinizi seçin.. Kıçınız sandalyeye yapışmasın!» Dearborn ile Armour Caddeleri arasında yükselen Black May’s adlı genelev de zenci kızlar bulunurdu. Ama beyazlardan başka müşteri kabul edilmezdi. Burada ayrıca, açık saçıklığıyla ün salmış «sirk gösterileri» tertiplenirdi. Black May’sın karşısında yalnız Çinli ve Japon kızların çalıştığı bir ev, sokağın biraz aşağısında da Uluslar Evi vardı; Paris’in aynı adı taşıyan ünlü genelevi gibi, burada da her ülkeden kız bulunabileceği iddia edilirdi. Yirmi Birinci ile Yirmi İkinci Sokaklar arasında kalan alanda, daha üstün kalite genelevler yer almıştı: yatak odalarında aynalar bulunan Fran-51
sız Emma’mn yeri, Georgie Spercer’in yeri, Ed Weiss’in yeri, Casino, Utopia, Safo ve de ülkenin (belki de dünyanın) en lüks, en gösterişli, en kazançlı, en ünlü genelevi: Everleigh Kulübü.
Kentucky, asıllı, kraliçe tavırlı, ikisi birbirinden güzel, Ada ile Minna Everleigh kardeşlerin ulaştığı başarıya fahişelik tarihinde pek az rastlanmıştır. Bu alanda hiç bir tecrübeleri olmadığı, üstelik çok iyi bir ailenin kızları oldukları halde, Ada yirmi iki, Minna ise yirmi yaşındayken Omaha’da ilk genelevlerini açmışlardı. Varlıklı bir avukatın kızları olarak, hep el üstünde tutularak büyütülmüşler, özel okullarda okutulmuşlardı. İki kardeşle evlendiler; kocaları kendilerine iyi davranmayınca, da gezgin, bir tiyatro turupuna katılarak evden kaçtılar. Turupla birlikte, Trans – Mississippi Fuarından kısa bir süre önce Omaha’ya geldiler. Bu sırada, 35,000 dolarlık bir mirasa konmuşlardı. Bu parayı, Fuar’ı ziyaret edecek erkeklerin ilgisini çekebilecek bir işe yatırmayı düşündüler ve ilk genelevlerini hemen oracıkta açtılar. Bir süre sonra, elde ettikleri büyük kazançları daha iyi değerlendirmek amacıyla Chicago’ya taşındılar. South Dearborn Sokağında üç katlı, elli odalı bir köşk olan merhum Lizzie Allen’in genelevini satın alıp, baştan aşağı yeniden döşediler.
Kapılarını ilk açtığı 1 Şubat 1900 tarihinden, on bir yıl sonraki kesin kapanışına kadar, Levee semtinin bir numaralı harikasıydı Everleigh Kulübü. Köşkü satın alırken ödedikleri 50
bin doların üstüne aşağı yukarı 200 bin dolar daha harcayarak kızlar burayı döşemişlerdi.
Çifte kapılar, egzotik bitkiler ve mermer Yunan tanrılarıyla süslü geniş bir hole açlıyordu. Her yanından pırlantalar sarkan, imparatoriçeler gibi giyinmiş Ada, ya da Minna müşteriyi bu holde karşılar, geniş, maun merdivenlerden herkese açık salonların bulunduğu ikinci kata çıkarırdı. En kaliteli parkelerle
52
döşeli salonlarda, işlemeli, ağır perdeler, döşemesi şam ipeğinden divanlar, piyanolar (ki bunlardan biri som altından olup 15 bin dolara mal olmuştu) gözleri kamaştırırdı. Fransız bir ahçı tarafından hazırlanan yemekler, şişesi 18 dolardan başlayan şaraplar, müşterinin isteğine göre, ceviz lambrili, elli kişilik maun masası olan büyük ziyafet salonunda, ya da özel bir yemek odasında, ya da yatak odasında yenilip içilirdi. Çatal, bıçaklar altın ve gümüşten, yapılmıştı. El tezgahından çıkmış keten örtüler üzerine kurulan sofraları, altın yaldızlı porselen tabaklar, kristal bardak ve sürahiler süslerdi. Özel yemek odalarının her birinde değişik bir dekorasyon teması işlenmişti. Duvarları dövme bakırla kaplı bir Bakır Odası vardı örneğin; müşterilerin yumuşak minderler üzerinde oturup, ipek yastıklara dayandıkları Türk ve Arap Odaları vardı. Mısır, Çin ve Japon odalarında tütsü kokusu genizleri yakardı…… Bütün özel yemek odalarında som altından bir tükürük hokkası ile parfüm fışkırtan fıskiyeli bir çeşme bulunmaktaydı.
Everleigh Kulübünün kibarlığını bozacak, yarı çıplak, kırıtkan kızlar dolaşmazdı ortalıkta.
İki kızkardeşin kendi elleriyle seçtikleri (son derece hor gördükleri muhabbet tellalarıyla hiç bir zaman iş yapmamışlardı) kusursuz güzelliğe, sağlığa sahip, alkol ya da narkotik alışkanlıkları olmayan, iyi giyinmesini bilen, hanım efendi görünüşlü ve cinsel alanda çok çe-
şitli ustalıkları olan Everleigh fahişeleri, o şahane salonlarda, en yüksek sosyeteye mensup kadınların rahat gururu içinde salınarak gezinirlerdi. Bir bey, güzellerden bir güzel seçip, tercihini işaret eder etmez, kardeşlerden biri kendisini, beğendiği bayanla, bütün etiket kurallarına uymağa dikkat ederek tanıştırırdı.
Bütün bunlar ucuza elde edilecek zevkler değildi elbet; yalnızca çok varlıklı kişiler Everleigh Kulübü-
53
nün devamlı müşterileri arasına katılabilirlerdi. İçkili bir yemeğin fiyatı elli dolardan başlar, istenilen yemeklerin enderlik derecesine göre, hesap yükselirdi. Kızların fiyatı da, müşteriyle birlikte geçireceği zamana ve istenilen cinsel hizmetlerin niteliğine göre 10 dolarla 50 dolar arasında değişirdi. Sirk gösterileri tertiplendiğinde, oyuncuların sayısına ve de oyunların açık saçıklığına göre adam başına yirmi beş ile elli dolar arasında değişen bir tarife uygulanırdı.
Aynca, en az beş seyirci bulunması şart koşulurdu.
Hinky Dink ile Hamamcıya para yedirmeyen hiç kimse Levee’de uzun süre genelev işletemezdi. Rüşvet vermeyi reddetmek demek, ikide bir polis baskınına uğramayı göze almak ve karakoldaki bilinen günah yuvaları listesinde yer almak demekti. Gecede brüt olarak 2000-2500 dolar kazanç sağlayan Everleigh kardeşler, on bir yıllık iş hayatları boyunca iki belediye meclisi üyesine aşağı yukarı 100,000 dolar yedirmişlerdi.
Chicago Ahlak Komisyonunun açıkladığı sayılara göre, yüzyılın ilk on yılında Chicago’daki genelevlerin sayısı 1,020’yi, buralarda Mama, hizmetçi ve fahişe olarak çalışan kadınların sayısı da 5000’i bulmuştu. Bunların büyük çoğunluğu Levee semtinde kümelenmişti. Gene komisyonun açıklamasına göre, 1910 yılında bütün bu evlerin brüt geliri 60,000,000 dolar, net geliri ise, 15,000,000 doların üstündeydi. Bu sayılara, bağımsız çalışan binlerce calgirl ve sokak fahişesi dahil değildi üstelik. Çoğunluğu gene Levee’de çalışan bu bağımsızların kazancı da yılda 10,000,000 doları aşıyordu kuşkusuz.
Fahişelerin yanı sıra, homoseksüel erkek fahişeler, kadın ve erkek muahbbet tellalları, esrar satıcıları, hırsızlar, kiralık katillerle doluydu Levee. Yüzlerce erkek muhabbet tellalı, birleşerek Cadets Koruyucu
Derneğini kurmuşlardı. Genelev mamalarının kendi aralarında kurdukları derneğin adı ise «Yakın Dostlardı. Bunlar, polislere rüşvet olarak dağıtılmak üzere aralarında para toplarlardı. Buluğ çağından çıkmamış müşteriler için hazırlanmış açık saçık gösteriler yapan yerler, Harry Thurston’un Hayaller Sarayı gibi, çıplak zenci kızların açık saçık danslar yaptıkları özel tiyatrolar hep bu semtte toplanmıştı. Ayrıca, beyaz esirleri bir süre tutsak olarak saklayan, sonra «bozup» —yani ırzına geçip—fahişeliğe satan ve «kışla» olarak bilinen birtakım kuruluşlar vardı. Bunların en ünlülerinden biri genç bir zenci kız tarafından yönetiliyordu; özelliği, her şeyin yanı sıra kızlara bir sürü alışılmamış
cinsel oyun öğretmekti.
Luigi Colossimo’nun oğlu James böyle bir çevrede yetişmişti işte. Aslen Kalabriya’nın Cozenza ilçesinden olan Papa Luigi, üçüncü karısını da gömdükten sonra, 1895 yılında iki büyük oğlu, iki kızı ve o sırada on yedi yaşında olan küçük oğlu Jim ile birlikte Levee’ye gelip yerleşmişti. Yanında getirdiği en değerli şey, atalarından kalma antika bir kılıçtı. Koca Jim’in sık sık anlatmayı sevdiği bir efsaneye göre, bu kılıç ailede kaldığı sürece, hiç değilse bir Colossimo büyük başarıya ulaşırmış. En büyük başarıya kendisinin ulaşacağına da inanmış
olan Koca Jim, gerçekten de büyük bir güce ve üne sahip olduktan sonra kılıcı yanından ayırmamış, Cafe Colossimo’nun geri tarafındaki bürosunun duvarına asmıştı. Bürosunda ayrıca bir de İncil bulundurur, fedailerine bunun üzerine bağlılık yemini ettirirdi.
Gençliğinde, kanunsuz işlerle namuslu işler arasında mekik dokumuştu Koca Jim. Polis her peşine düştüğünde, bir süre namuslu yaşamağa niyet ederdi anlaşılan. Çoğu durumlarda paçayı zor kurtarmıştı. Çalışma hayatına gazete satıcılığı ve ayakkabı boyacılığıyla başladı. Bu arada hırsızlık yapmaktan da geri kalmazdı. Demiryolu işçilerinin sakalığını yap-55
tı bir süre; elinin hafifliğinden dolayı yankesicilikte de başarı sağladı. On sekizinde muhabbet tellalığına başladığında, gövde kasları iyi gelişmiş, yakışıklı, hayvansal cazibeye sahip bir delikanlıydı. Kısa sürede, büyük bir şevkle çalışan sürüyle kız edindi. Derken polisle başı belaya girip parasını kaybetti ve uslanmağa karar verip çöpçülüğe başladı. Çalışkanlığından ötürü başçöpçülüğe yükseldikten sonra, iş arkadaşlarını örgütleyerek bir spor kulübü kurdu.
Levee’de yaşayan herkes gibi, o da belediye meclisinden Coughlin ile Kenna’nın burada her şeye hakim olduklarını biliyordu. Onların gözüne girmek için, belediye seçimleri sırasında kulübünün bütün oylarını onlara verdirmeyi başardı. Yardımlarına karşılık olarak, bölge kaptanı yaptılar kendisini; bu işte çalışanlar kanun karşısında tam bir dokunulmazlığa sahip oluyorlardı. Karşılıklı yardımlaşmaların ilkiydi bu. İki belediye meclisi üyesinin yardımıyla Koca Jim önce bir bilardo salonunun yöneticisi, sonra meyhaneci, sonra da —hepsinden iyisi—
genelevlerden para toplama memuru oldu. Bu son görevde başarılı olacağını, işe başladıktan çok kısa bir süre sonra, çok parlak bir şekilde ispatladı. Genelev sahibi, Georgie Spencer’e uğradı bir gün ve korunma ücretinin yakında yükseleceğini haber verdi. Spencer mırın kırın etti, kavga çıkardı ve bıçak çekecek oldu. Koca Jim eline bir tunç muşta taktığı gibi adamı peltesini çıkarıncaya kadar dövdü. O ayın ödemesi olan üç yüz doları cebinden aldı, diriden çok bir ölü olan zavallıyı oracıkta bırakıp çıktı gitti. O günden sonra hiç ödemede güçlük çı-
karan olmadı. On yıl sonra yapılan bir soruşturmada ifade veren Minna Everleigh, Coughlin ile Kenna’ya ödemiş olduğu 100.000 doları hep Koca Jim aracılığıyla gönderdiğini söyledi.
1902 yılında, hala para toplama işini sürdüren Koca Jim, Armour Caddesinde ikinci sınıf bir genelev
56
işleten Victoria Moresco adında şişko, çirkin, orta yaşlı bir mamayla tanıştı. Victoria, daha ilk görüşte vuruldu bu yakışıklı İtalyan esmerine. Evinde yönetici olarak çalışmasını teklif etti.
Delikanlı bu işi memnuniyetle kabul etti. İki hafta sonra evlendiler. Colossimo’nun yönetimine geçen genelev, belediye meclisindeki koruyucularının da yardımıyla, kısa zamanda gelişti. Yeni gelinin şerefine, adını da Viktoria olarak değiştirdiler. Bir süre sonra, kendi adına da bir genelev satın aldı, derken bir tane, bir tane daha. Çok geçmeden, sayısız genelevin ya doğrudan doğruya sahibi olmuş, ya da kontrolünü eline geçirmiş bulunuyordu.
Genellikle, bir ya da iki dolarlık ucuz yerlerdi bunlar; ama zamanla Victoria, sonra da Saratoga, Levee’nin şık randevu evleri arasına katıldılar. Kızlarının kazandığı her iki doların 1,20’si Colossimo’nun cebine giriyordu. Aynı işi yapan birçokları gibi, onun da, genelevlerinin yakınında, ya da evlere mahzenlerinden bağlantı kurulmuş birkaç meyhanesi vardı.
Çalışan fahişelerin sayısı hiç bir zaman ihtiyacı tam olarak karşılamıyordu. Kızlar çok çabuk yıpranıyorlardı. Genelevlerde çalışan fahişelerin ortalama çalışma süresi beş yılı aşmazdı pek. Çabuk yaşlanırlar, gittikçe daha ucuz evlere düşerler, sonunda en dibe — ya Tahtakurusu Yoluna ya da sokak fahişeliğine kayarlardı. Sonra içki, esrar, ya da zührevi hastalıklar tamamen bitirirdi kızları. Böylece, sermayelerini sık sık yenilemek zorunda olan genelevciler, beyaz esir ticaretine başvururlardı.
«Beyaz esir» deyiminin tarihe Mary Hastings tarafından armağan edildiğini ileri sürenler vardır. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında çalışan Chicago’lu bir mamaydı Mary Hastings, bütün taşrayı dolaşır, genç kızları baştan çıkarırdı. On üç ile on yedi yaş arasındaki kızlarda gözü vardı en çok. Bunlara Chicago’da iş bulacağını söyler, çoğunu kandırarak yanına alırdı.
57
Üç katlı genelevinin kapısından içeri adımını atan kız mahvolmuş demekti. Önce çırılçıplak soyulup en üst katta bir odaya kapatılır, sonra da profesyonel «bozucu»lara teslim edilirdi.