ABDÜLHAMİD’ İN KURTLARLA DANSI-Mustafa Armağan

Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı

di slam Konferansı Örgütü Başkanı olan Ekmeleddin nsanoğlu beyefendinin de katıldığı bir ön toplantısı dahi akdedildi. Ancak tamamen fakirin organizasyon konusundaki kabiliyet-sizliği yüzünden bu önemli proje akamete uğradı. (Günün birinde bir babayiğit çıkar da hayata geçirirse bilsinler ki, desteğim arkalarındadır.)

Velhasıl o dergi projesi bir başka bahara kaldı ama ukdesini yüreğimde bırakarak… Bir şeyler yapılmalıydı ama ne?

Nereden bilebilirdim bu çabalarım sırasında Sultan’m ağına takıldığımı. O, zamanla zihnimi bir örümcek gibi sardı ve yazılarıma rota değiştirtmeyi başardı. Ve sonunda elinizdeki kitap vücuda geldi.

Akademik mi olsun, popüler mi olsun diye çok düşündüm kitabı yazarken. Birincisini yapmak, belki bilimsel olacaktı ama doğal olarak daha dar bir okur kitlesine seslenecekti, ikincisini yapmak, kaçınılmaz olarak bazı meseleleri karmaşıklığından arındırarak ama bu arada da bazı önemli girinti çıkıntıları düz-leyerek anlatmayı getirecekti. Sonunda bu ikisi arasında bir orta yol bulmaya çalıştım. Hem bilgi, hem yorum olacak, aynı zamanda dipnotlarla bilgilerin kaynakları verilecekti. Kamyonlar dolusu bilgi vardı. Bu yığından ancak birkaç avuç aktarabildiğimi itiraf edeyim.

Eser miktarda da olsa fazla örselenmemiş görsel malzeme kul anmanın kitabın okunmasını rahatlatacağını düşündüm. Resmi bir biyografisini vermek yerine, kitabın sonuna, okurun bel i başlı olayları rahatça takip edebileceği bir kronoloji koymakla yetindim. Bibliyografya eklemek istemedim, çünkü bu, zaten sayfa altlarında olan bilgileri bir de kitabın sonuna yığmaktan başka bir anlama gelmiyordu ve ancak akademik çalışmalarda anlamlıydı.

Ancak şimdiden söyleyeyim, kitapta sadece tarih bulmak isteyenler yanılacaklardır. Ben Abdülhamid dönemi olaylarını anlatmak yahut geçmiş üzerine bir yorum ve değerlendirme yapmak için yazmadım kitabı; aynı zamanda bugün ve geleceğe yönelik bir proje çıkartmaya çalıştım onun âleminden.

Özellikle bir barış ortamı tesis ederek vakit kazanması ve belki de Fatih’den beri görülen en yoğun eğitim hamlesine girişmesi üzerinde ısrarla duruşum bundandır. O, bu ülkenin makûs talihinin eğitimle düzeleceğine inanıyordu. En büyük açığımız, yetişmiş insan alanındaydı, insan kaynaklarını yeterince kul anamamak en büyük dertlerimizden biriydi. Ülkenin geleceğini kurtaracak bir nesil üzerinde titremiş ve onları, çıkacak bir kanlı savaşta kurban vermemek için kurtlarla nice mücadeleleri göze almıştı. Ve biz onun döneminde itinayla yetişmiş bu zengin insan kaynağıyla Trablus, Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş

savaşlarını yapmış, üzerlerinde onun emeği bulunan yüzbinlerce vatan evladını, 1911-1922 arasında toprağa gömmek zorunda kalmıştık.

O günler geride kaldı belki ama almamız gereken dersler yok mu? Tarih bunun için okunmaz mı zaten?

Bugün yine bir barış dönemine ihtiyacımız yok mu? Çağ değişti ve biz insan kalitemizi artık bu çağın isteklerine uygun hale getirmek için yeni bir eğitim hamlesine muhtaç değil miyiz? Akif, Birinci Dünya Harbi’nde Âsım’ın neslinin “kıt’a kapma oyunu” oynadıklarından söz eder. Bu gençlerin kimi Galiçya’da, kimi Sina çölünde, kimi Kafkaslarda, kimi de Çanakkale’de emperyalizme karşı çağları alt üst bir eden mücadele veriyorlardı. Bugün de eğitim neferlerimiz aynı rolü oynamıyorlar mı? nsanlığa bu defa Yunus’un gönül erine ektiği güzellikleri demetleyip sunmuyorlar mı? Bu çağın vebasına inançlarından derledikleri güzellikleri derman olarak sürmüyorlar mı? Ve en önemlisi de, ‘Bizden adam çıkmaz’

hurafesinin çatısını çatır çatır yıkmıyorlar mı?

Bu bir ‘Sonsuzluk Kervanı’ dostlar! Dün Tank b. Ziyad’ın kutlu askerleri bu vazifeyi üstlenmişlerdi, bugün ise eğitim gönüllüleri. Dün Abdülhamid Han bu kervanın bir halkası olmuştu, bugün vazife bizim omuzlarımızda.

Velhasıl, Abdülhamid’in dansı devam ediyor… Kurtlarla, yani insanlığın düşmanlanyla insanlığın dostlannın ezelî mücadelesi…

Mustafa Armağan

Çengelköy, 18 Nisan 2006

Abdülham d’ Anlamak

Sultan II. Abdülham d (1842-1918)

Son altın ok

Bilecik’ten geçiyordum, gözlerim doldu. Gözlerime doldun. Gözlerim seninle doldu. Sen gözlerimden boşaldın.

Bir afiş kekeliyordu ismini.

Vaktiyle yaptırdığın dadi binası, şimdi Belediyenin yeni mekânı olmuştu.

Giyinmiş, süslenmişti; ışıl ışıl gülüyordu akşamın alacasına.

lk günkü kadar dinç görünüyordu.

Cephesinde çarşaf büyüklüğünde bir Türk bayrağı nazlı ni-yazh dalgalanıyordu.

Ya sen nerelerdeydin Sultanım?

Neden oralarda yoktun ve hatırlanmamıştın acaba?

25. cülus yıldönümünde bizzat senin irade-i seniyye’nle yaptırılan saat kulesi de uzaktan bir gelin kadar mahcup, ışıklara bürünmüş, göz süzüyordu.

Bir ışık sütunu gibi dineliyordu Şeyh Edebali’nin omuz başında.

Lakin bir tek sen yoktun.

Yok muydun gerçekten de?

Hallerine bakılırsa kimseler de bilmiyordu eserlerin altına limon suyuyla attığın imzayı.

Onu okuyacak durumda dahi değillerdi aslında.

Görünmez mürekkepte mi içirmiştin ismini mermere yoksa?

Özel gözler görsün diye miydi bu delicesine kıskançlığın?

Söyle:

Arkasına dönüp bakam kör eden

Medusa’nın gözleri misin yoksa?

Bilecik’ten geçiyordum.

Gözlerin kör olduğu bir şehir gibiydi burası.

Sen yoktun ama güzel hatırın şehrin sinir uçlarını bir sis gibi sarmıştı.

nsanların sinesinde bir bahar muştusu gibi inatla dolaşıyordun.

Merkez Cami ‘nde iki genç, cemaat olmuşlar, senin yenilettiğin bu mabedde Allah’ın en güzel isimlerini ağızlarında birer akide şekeri gibi eziyorlardı.

Loştu caminin içi ve pencereden sağılan küf yeşilinde ikisi de pek genç olan bu iki çift dudak, gönül eri yekvücut, O’nun adını sayıklıyorlardı sayende.

Senin adını okunmaz olmuş harflerin karınlarına emanet eden kitabede ise bu camiyi ihya ederek cümle âlemin gönlünü kazandığın yazıyordu.

Sene 1316… Böyle diyor kitabe.

1900 yılına mı denk geliyor ne?

Yani ‘imparatorluğun en uzun yüzyılı’na.

Yani asıl Ortaçağ’a girdiğimiz 19. asrın son senesine.

Senin ismin ve resmin yoktu yeni Bilecik Belediyesi binasında gerçi.

Lakin çelebi gönül ü şehir sakinlerinin fakir ama ak pak gönüllerinde bir sarmaşık gülü gibi açtığın ayan beyan görülüyordu.

Geziyordun sereserpe gözlerin pırıltısında, iç geçiren göğüslerde, dudakların kavsinde.

Adın süngüleştirmeye yetiyordu tutuklanmış hafızaları.

smin anılınca cemi cümlemizin sevdası cezvedeki telve gibi kabarıyor, köpük köpük dökülüyordu Bilecik’in gözyaşı kanal arına.

Ertuğrul Gazi’yi son uykusuzluğunda memnun eden zatın sen olduğunu biliyorlardı pekala.

Hayme Ana’yi, Bala Hatun’u, Şeyh Edebali’yi ve sair alperen-leri gündeminin baş sırasına alanın sen olduğunu da.

‘Köklere yeniden değmek için çırpınan bu adam ne mübarek bir zatmış’, diyorlardı kesik dil eriyle.

Abdestsiz adım attığın görülmemiş.

nan, bundan adları gibi emindiler.

Hatta yatağının baş ucunda hususi bir tuğla bulundururmuş-sun Kerbela toprağından mamul.

Abdestsiz yatağa girmediğin yetmezmiş gibi, sabah kalktığın vakit abdestsiz yere basmamak için önce bu tuğla ile teyemmüm edip ondan sonra gidermişsin lavaboya.

Anladım ki, bu halk senden seni de aşan bir zümrüt kadeh yontmak sevdasına düşmüştü.

Geleceği ayağa kaldırmak için…

Asırlardır kaybettiği ‘kutlu taş’ı nedense özel ikle sende bulmayı umuyordu.

Kayıp değerlerini seninle telafi etmeyi, daha doğrusu.

Öz babasını arayan üvey evlat gibi…

Gönül erine Tarık bin Ziyad’dan, Alparslan’dan, Fatih’ten yontulmuş gülümsemeler aşk eden bir özge lider.

Etlerine saplanan kurşundun onların nazarında.

Sadaktaki son oktun.

Kuğudaki son çığlık.

Kuyudaki son hû.

Son şarkı?

Belki.

Ama yanık olduğun kesin.

Belediye binası yapılan Hamidiye dadisi soğuktu ama cami, için için yanıyordu.

Bilecik kör değildi artık.

Görünüyordun açık seçik.

Şeyh Edebali’nin kubbesinden kopan rüzgâr gibi

Kanatlarımızdaki tozları silkeliyordun.

Bilecik’ten geçiyordum, gözlerime doldun. Gözlerim seninle doldu. Sen bana boşaldın.

Türkiye’nin hangi bucağına gittimse ikinci bir Mimar Sinan gibi gölgen takip etti titrek adımlarımı.

Mahmudiye köy camisinin veya Mihaliç Caddesi’nin kitabelerinden ismini kazıyabilirlerdi belki.

Ama bu el eri hâlâ Osmanlı mayası kokan halkın gönlünden izlerini silmeyi başarabilecek bir babayiğit var mıydı?

Fethini?

Rüyanı?

Duanı?

Bilecik’ten geçiyordum, boşalmış sadağıma bir altın ok gibi düştüğünü gördüm.

18 Mart 2006

Sen sükût ettin, sükût etti siper”

Beni evhamlı sanıyorlardı… Hayır! Ben, sadece gafil değilim, o kadar!

Sultan II. Abdülhamid

ÖYLE YAZMIŞTI bağrıyanık bir kalem Mütareke yıl arında…

işte stanbul gazetelerinden biri, 1919’un sancılı bir Ağus-tos’unda yayınladığı ilginç karikatürün altına şu acı dolu notu düşmek ihtiyacını hissetmişti: “Sen sükût ettin, sükût etti siper.” Yazarın burada ‘Sen’ dediği, 10 yıl önce tahtından indirilmiş olan Sultan II. Abdülhamid’den başkası değildi.

Evet, sen düştün, düştü siperimiz… Sen düştün, düştü aklımız… Sen düştün ve ardından öyle bir düşüş

düştük ki, şimdilerde ancak nereden düştüğümüzü ve düşmemize mani olan elinin hangi tunç ocağından çıkarıldığını keşfe çabalıyoruz.

Oysa çok değil, daha 10 yıl öncesinde kendisine ağız dolusu küfürler edilen, en olmadık iftiralara ve en aşağılık karikatürlere muhatap olan bu adam. Mütareke gayyasında dönemin bilin-çalhndan bastırılmış bir hatıra olarak aniden fışkırmış, hatırlanmak ne kelime, delicesine özlenmişti.

Bu defa Sultan II. Abdülhamid, barışın güvencesi ve kol ayı-

ası olan halkının gönlünde yeniden tahta çıkıyordu. Kendisine biatlar tazeleniyor, özürler dileniyor, nedâmetnâ-meler yürüyordu ak kâğıtların damarlarına.

Bir dünya göçmüştü onunla beraber. Hz. Davud’un kalkanını andıran bir dünya, asırlık zincirlerinden kurtulmuş, onu hep kubbesinde bir koruyucu şemsiye olarak gören halkın üzerine çökmüştü gittikten sonra. Kâinatımızın kubbesi, onun Yıldız Sara-yı’ndan asker zoruyla çıkartılıp trenle Selanik’e gönderilişinden tam 9 yıl sonra yerle

bir olmuştu. Türlü vaadler ve cakalarla iktidara el koyanlar eliyle gerçekleşmişti bu yıkım hem de…

1918, kaçış yılı olmuştu hürriyet kahramanlarımızın. Birer ikişer firar etmişlerdi kurtarmaya soyundukları vatandan. Oysa daha 10 yıl önce yönetime el koyduklarını; daha 5 yıl önce Babıali Baskını ile iktidar kuşunu kahhar pençeleri arasına alıp büyük Turan ülkesi kuracakları vaadiyle devleti savaşa soktuklarını ve Memalik-i Osmaniye’nin sınırlarını Orta Asya’ya kadar büyütecekleri iddiasıyla yola çıktıklarını yazan gazetelerin mürekkebi kurumamıştı.

Kurumamıştı ve kaçıyorlardı.

31 Mart’tan sonra Beyazıt Meydanı’nda Yıldız Sarayı’ndan çıkan engerek belgeleri yakmışlardı. Şimdi de, hep beraber yurt

Sultan Abdülhamid kucağında “Sulh-i Cihan” (Dünya banşı) çocuğu ite 22 ¦ Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı

dışına kaçarken, kalan belgeleri çantalar içerisinde yanlarında götürüyorlardı…

Geride hiçbir iz kalmaması lazımdı çünkü…

Utanılacak izler tarihin sinsi hafızasından topyekün silinme-liydi.

Peki alınları açık olsa, neden gerek duysunlardı ki, bu acemice tedbire? Divan-ı Harb’de yargılanmayı talep etmek için il e de Sultan Abdülhamid Han gibi mangal yürekli mi olmak gerekiyordu? Kaldı ki, kendisi istediği halde, başlarına iş açmamak için yargılanmasına izin vermeyenler, bizzat Jönlerimiz değil miydi?

Onun ‘neler’ bildiğini hepsi de pekala biliyorlardı çünkü. Sultan Hamid’in yargılanma arzusunu hatıralarında bize aktaran Fethi Okyar da biliyordu kuşkusuz.

Dönemin tam anlamıyla “kara kutu”suydu Sultan Abdülhamid. Kutuyu açürmak, kötüyü söyletmek anlamına gelecekti. Günün birinde mahkemeye çıkar da bir konuşmaya başlarsa, pir konuşacak nice hürriyet kahramanı, oturdukları mevkilerden sapır sapır döküleyazacaklardı. Bu yüzden kendini savunma hakkı dahi vermediler devrik Sultan’a; üstelik bildiklerini kimselere anlatmasın diye de kapısını üzerine sürgülediler. Başına bir tabur asker dikerek hem de.

ngilizler de gelse, kaçmak, Turan’ı fetih için yola çıkaklarını ilan edenlere yakışır mıydı? Bu muydu Turan ideali? Bu muydu yeni Kızıl Elma? Berlin’de miydi o? Erivan’da mı yoksa Bakü’de mi gizlenmişti “Turan rüyası”?

Neyden kaçıyorlardı sahi? Nereye kaçıyorlardı sonra? ngiliz zaptiyelerinden mi? Fransız süngülerinden mi? O kadar da korkak olmadıklarını biliyoruz çok şükür. Peki bir imparatorluğu savaşa sokanlar düşmana yenilince ilk işleri kapağı başka ülkelere atmak mı olmalıydı?

Sultan Abdülhamid, düşmesi an meselesi olan başkentin

Anadolu’ya, Bursa’ya nakledileceği haberi kendisine verilince, “Bizans mparatoru Konstantin kadar da mı olamadık?” demiş ve çıplak gerçeği yanına gelen heyetin yüzüne tokat gibi çarpmamış mıydı? Ve sonradan Cumhuriyet döneminin başbakanı olan Fethi Okyar’ın göz kanal arına yaş hücum etmesine sebep olan şu yiğitçe cümleleri eklememiş miydi sözlerine:

Konstantin teslim olmaktansa çarpışarak ölmeyi tercih etmişti. Onun kadar da mı cesaretimiz kalmadı?

Bana bir tüfek verin, tek başıma düşmanla savaşmaya hazırım. Hiçbir yere gitmiyorum!

Bir yere gitmiyorsun Sultanım! Buradasın ve ölümünden sonra pahan giderek yükseliyor. Bir vizyon, bir akıl, bir ruh, bir diriltici nefes üflüyorsun küresel denizlerde bocalayan sevdamıza. Bir direniş ruhu, akıl ı davranış bilinci, kavrayış ve zekânın vatanseverlikle el ele kurduğu görkemli taht, inançtı bir insanın çağının gelişmeleriyle hemhal oluşu, çok yönlü düşünebilme ve hareket edebilme yeteneği…

Habbeleri kubbe yapacağız

Bütün bunlar senin dünyandan çağımıza damlayan habbeler. Habbeleri kubbe yapmak mı düşüyor yoksa bize? Kubbesi habbe olmuş bir mil et, habbeyi kubbe yapmayı da günün birinde öğrenmek zorunda değil midir? Gökkubbesi üzerinden çalınmış bir mil etin, habbelerden kubbe yapmak zamanıdır şimdi.

Disiplininle, iş ahlakınla, ciddiyetinle G. Scott Fitzgerald’rn The Great Gatsby’deki harika tespitinin en

Disiplininle, iş ahlakınla, ciddiyetinle G. Scott Fitzgerald’rn The Great Gatsby’deki harika tespitinin en bariz numunesi değil misin? Yani madalyonun her iki yüzünü birden görebilme, artı ve eksi kutupları aynı anda zihninde tutabilme kabiliyetin, bugün 88 yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar yüksekte duruyor, ama aynı zamanda bir çıta gibi üzerinden atlamaya da davet ediyor bizleri.

Bu kadarını sen de istemezdin elbette ama arkanda açılan boşluk o kadar derin oldu ki Sultanım, bugün senin direniş ruhuna, vizyonuna, felsefene, Hz. Peygamber’e (sav) duyduğun sevgiye, vatanseverliğine yeniden sarılmak ihtiyacını hissediyor insanlar. Arkandan gelenler bir boşluğa düştüler, daha doğrusu, düşürüldüler.

Zaten sen de onlara hiç hain demedin ki. Sadece gafildi onlar senin gözünde. Küresel bir paylaşım oyununun Türkiye bahçesindeki operatörleriydiler. Asıl büyük suflörü, çok sonraları, 1919 gibi çatırtılar yükselen bir tarihte fark ettikleri görüyoruz ama artık çok geçtir. 9 yıl sonunda ülkenin yüzölçümü milyon kilometrekarelerden birkaç yüz bin kilometrekareye büzülüver-mişti acemi ellerinde. Senin bütün kuvvetinle oyalamaya çalıştığın büyük aktörler, Ankara-Sakarya-Konya üçgenine sıkışıp kalmış bir toprağı layık görmüşlerdi bu millete. Son bir hamleyle şahlanıp ona da sahip çıkmasaydık, bağımsız bir vatanımız ve bayrağımız dahi olmayabilirdi bugün.

“Satmam!” dediğin vatan parçaları Sultanım, ngiliz-Fransız- talyan, hatta Yunan işgaline uğradı.

Emperyalizmin çizmeleri çiğnedi topraklarımızı. Sen, tam bu kâbus dolu günlerin eşiğinde, Mondros Mütarekesi’nden hemen önce, işgal stanbul’unu, Boğaz’da ngiliz gemilerinin içimizi yakıp kavuran gövde gösterilerine tanık olmadan önce terk ettin. Terk ettin ama asla diğerleri gibi değil.

Onlar kaçtılar dışarıya, sen yer altına çekildin. Beş vakit önünde eğildiğin yaratıcı kudret, seni ateş

dalgalarının selinden korudu, kendi yanma aldı.

“Göklerin çektiği kartal.” Sezai Karakoç, Necip Fazıl’m vefatının ertesi günü yazısının başlığına bu taç deyimi kondurmuştu. Fakat asıl “Göklerin çektiği kartal”, bizzat Necip Fazıl’m da bağlandığı geleneksel köklerden olan sana en az onunki kadar yakışıyor.

Yanlış anlaşılmasın: Sultan Abdülhamid’in şahsı değil bugün

önemli olan. Önemli olan biyolojik varoluş değil. Eti, kanı, tırnağı, gözü, kulağı değil… Asıl önemlisi, onun bu toplum için, bu mil et için, bu ümmet için ifade ettiği manadır. Emperyalizme karşı soylu bir direnişin sembolüdür o. ‘Son kale’nin, ‘insanlığın son adası’nın son cesur neferlerinden birisidir…

Üstelik de onun zamanında kalenin surları delik deşik olmuştur. Sürekli olarak gedikleri yamamak gerekmektedir. Ancak bir gediği sıvarken, bir başka noktada yeni bir gedik açıldığına şahit olunmakta ve bu defa da bütün gücüyle oraya koşturması icap etmektedir. Yangınlar büyümüş, devletin çatısını dahi alev alev sarmıştır. çerideki müdafiler sağlam dursalar, direnmeye niyetli olsalar gam değil! Oysa onun gözü arkada kalacak hep. Huruç harekâtı mümkün görünmedi bu yüzden ona.

şte o zaman yapılması gereken bir tek şey vardı. Tarihte büyük savunmaları yapanlardan ders alınması gerekirdi. Düşmanın surlarda gedik açması önüne geçilemez hale gelince, önlemlerden birisi, surun içine bu defa içeriden bir duvar daha örmektir. Böylece düşman sevinç ve hevesle yıkılan surlardan içeriye girdiğini zannederken, karşısında yeni bir sur görecek ve bu iki kale duvarı arasında en çetin ve kanlı mücadeleler cereyan edecektir.

Ben bunu biraz Sultan Abdülhamid’in sıkı idaresine, Garplıların deyişiyle Hamidian Regime’e benzetiyorum. Dış hudutlardan geçmelerine mani olamadığı bir kuşatmaya, bir iç sur dikerek cevap verme rejimidir Sultan Abdülhamid’inki. ç sur, mesela sansür şeklinde karşımıza çıkabilir, mesela istibdâd şeklinde arz-ı endam edebilir, mesela hafiye teşkilatının kuş uçurmayan sıkıdüze-ni de vardır bu rejimin içinde. Ama… Aması çok mühim…

Özgürlük mü güvenlik mi?

Şimdi biraz çuvaldızı kendimize batırmayı deneyelim ve hayal gücümüzü harekete geçirelim. Diyelim ki, Türkiye Cumhuriyeti

Devleti Amerika Birleşik Devletleri’yle bir savaşa girmiş olsun. Ve bu savaşta ordumuz yenilgiye uğramış, ağır toprak kayıpları vermiş olalım. Rica minnet antlaşma masasına oturttuğumuz ABD, işgal ettiği topraklarımız yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük milyonlarca dolar da tazminat talep ediyor olsun. Elimiz mecbur, kabul ediyoruz, çünkü ordunun asıl gövdesi telef olmuş, biraz daha üzerimize yürüseler başkentimizin dahi ardından ağıt yakacağız. Fakat ABD topraklarımızı bel i bir yerden itibaren değil de seçerek işgal etmiş olsun ve bu seçimde de hiçbir rasyonel gerekçeyle hareket etmeden, sadece il plaka numaralarından l’den 25’e kadarki il eri işaretlemiş olsun. Yani Adana’dan Erzurum’a kadarki il plaka numaralarına bakarak işga] mevkilerini seçiyor ve işgal ediyor.

Bu iller içerisinde hangileri vardır? Sayalım: Adana, Adıyaman, Afyon, Ağrı, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Elazığ, Erzincan, Erzurum. Al ah korusun, böyle bir işgal faciası karşısında kalsak ne hissederdik, bir tasavvur edin. Geri kalan vatan parçalarını korumak, daha sıkı bağlarla birbirine bağlamak için gereken bütün tedbirlerin alınmasından daha doğal bir davranış olamazdı herhalde. Demokratik haklar, fikir özgürlüğü, basın, yargı, sivil toplum kuruluşları bu panikten etkilenmeden kalabilir miydi?

Herkes istediğini söylesin, halkıma tam bir özgürlük getireyim, zaten galip devlet de içerideki unsurlar

üzerinde daha fazla söz sahibi olmak ve iç işlerimiz üzerinde kontrol kurmak istiyor.

Böylesi bir kriz ortamında özgürlükleri artırmayı ve toplumu ve devleti kendi haline bırakmayı aklına getirecek bir aklın, aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekmez mi? Şurada 3 tane uçak çarptı diye havaalanlarında insanları iç ipliğine kadar soyan özgür dünyanın reisi ABD’nin içine düştüğü panik halini bir gözünüzün önüne getirin. Ve ondan sonra Abdülhamid sansüründen, istibdadından, hafiye teşkilatından söz edin. Zira Abdülha-

mid, kucağında bulduğu ve içine itildiği 93 Harbi’nde tam da bu durumdaydı. Hatta durumu daha da ağırdı, çünkü mücadele edeceği dünyayı tanıyan yetişmiş insan kaynağı da istenen ölçülerde değildi. Üstelik de, bu savaşın ateş ve duman kokusu henüz dağılmamışken, stanbul’da bir Düvel-i Muazzama toplantısı (Tersane Konferansı) yapılmış ve Osmanlı’nın kaderi bizzat Dersaadet’de tartışılmıştır. Kurtlar başına çömelmiş, Hasta Adam’m mirasını hem de kendi başkentinde pay ediyorlar.

Bilir misiniz ki, bu Osmanlı’nın “Tamam mı-Devam mı?” davasının müzakere edildiği konferansa, Osmanlıların delege göndermelerine dahi izin verilmemişti. Düşünün, sizin bedeniniz üzerinde bir ameliyat yapılıyor ama sizin gözlemci olarak olan bitenleri seyretmenize izin veriliyor sadece. Öylesine, bakacak ve hakkınız-t la verilecek hükme razı olacaksınız. Üstelik de tam o gün, en yapılmayacak işi, belki hakkımızda hayırhah düşünürler diye, Meclisin açıldığını ilan edeceksiniz. Yani devlet denilen yapının bütün reflekslerini felç ederek, parçalanma tehdidi karşısında kalan parçaları birbirine bağlamaya çalışacağınıza, tam tersine bir davranışla bulunacak, özgürlük ve demokrasi ile makyaj yapacaksınız.

Böylesine kritik bir durumda sorumluluk sahibi bir yöneticinin yapması gereken ne varsa onları yaptı Sultan Abdülhamid. Önce kurtları uzaklaştırması gerekiyordu başından. Onları uğraştıracak ve oyalayacak sorunlar bulmalıydı. Sonra da kurtların bir daha saldıramayacakları bir mesafeye çekmesi gerekiyordu devleti. Ve içeride, şimdilik ertelenen ama gelecekte kaçınılmaz bir şekilde patlak verecek hesaplaşmada daha dirençli, daha kuvvetli, daha bilgili, daha birlik yanlısı, daha vatan kavramı etrafında örgülenmiş bir bilinç ve bir özgüven olmalıydı insanlarında.

Bunu sağlamanın yolu ise bir barış dönemini temin etmekten geçiyordu. Daha uzlaşmacı, daha barışçı, daha yumuşak başlı ve idareci olmaktan başka çıkar yolu da yoktu. Ama onurunu ez-28 ¦ Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı

dirmeden, şahsiyetini feda etmeden başaracaktı bunu. Aksi halde önemi kalmazdı çünkü. Osmanlı olmaktan çıktıktan sonra, sınırları korumanın da büyük bir ehemmiyeti yoktu. Önemli olan, “Ben buradayım!” sinyalini kesmeden bunları başarabilmekti.

Abdülhamid bunu başardı işte. Eğer başaramasaydı, devletin, 1880’lerin, 1890’ların vahşi emperyalist iştahının dünyayı silip süpürdüğü ortamında paramparça olması kaçınılmazdı. Ömür uzatılmalı, duraklamalar, son saniyesine kadar oynan-malıydı. Vakit lazımdı, barış lazımdı, istikrar lazımdı. Kazanılan bu hayatî vakitte iç düzen yeniden yapılandırılmalı, eğitim, bilim, teknoloji, kültür, sanat, kurumlar, imar ve her şeyden önemlisi Osmanlı imajı ayağa kaldırılmalıydı. Çünkü o giderse herkesin birden ceza sömürgesine gideceğini biliyordu. Filistin’i de, Makedonya’sı da, Musul’u da, Edirne’yi de kaybetmek kaçınılmaz olurdu.

Ve Sultan Abdülhamid 1878’in bir Şubat günü Meclis’i tatil ederken bütün bu çerçevesini çizdiğimiz şartların içindeki sorumluluk sahibi, eli taşın altındaki bir yönetici kimliğiyle hareket etmekteydi. En verimli topraklarının üçte biri işgal edilmiş, nüfusunun beşte biri elden çıkmış, hatta Anadolu ve Kıbrıs’tan bile tavizler vermek zorunda kalınmıştır.1

Abdülhamid olmak zordur demiştik. Ancak şunu da ilave etmemiz lazım: Bu şartlar altında bir Abdülhamid yetiştiren toplum olmak daha da zordur. Bir adamı yetiştiren ve sürükleyen sosyal çerçeveyi görmeden konuşanlara bütün dünyada cahil diyorlar. Bizde bu cahillerin kıtlığına hiç kıran girmemiştir ki!

Bilmek ve anlamak… Önümüzdeki iki yol bunlar olmalıdır.

1 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çeviren: Yasemin Saner Gönen, 11. baskı, stanbul 2001, letişim Yayınları, s. 122. Ayrıca bkz. Orhan Koloğlu, Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit, 2. baskı, stanbul 2005, letişim Yayınları, s. 11 vd.

Sen bir anne gibi tuttun ufukları Sezai Karakoç

NEC P FAZIL KISAKUREK Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı iddialı eserini şu görkemli ve ucu açık final cümlesiyle noktalar:

Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.1

Necip Fazıl’ın dediği gibi gerçekten de Sultan II. Abdülhamid’i anlamak, bize ‘her şeyi’ açıklayacak sihirli bir anahtar sunma becerisine sahip olabilir mi? Bir kişi, nasıl olur da ‘her şeyi’ açıklama kudretini haiz olabilir? Ancak söz Necip Fazıl’ın ağzından, üstelik de iddialı bir eserinin son cümlesi olarak çıkmışsa muhakkak ki üzerinde düşünmeye değer.

Bunun gibi cümleler, büyük yazarların, okuyucuların beyin damarlarına saldıkları atomlara benzer.

Patlatılınca muazzam bir enerji yükünün açığa çıktığını hayretle görürsünüz onlardan. Hem patlatılmak için orada değiller midir zaten? ”

1977 tarihli 3. baskısında tam 639 sayfaya ulaşan bu hacimli j “eser”, Necip Fazıl’ın fazlasıyla kendisine mahsus renkler taşı- j yan “ideolocya”smın tarihteki ayaklarından birisini oluşturur. Fikriyatının serüvenini tarih içindeki zirve şahsiyetlerin omuzla- 1 n üzerinden seyretmeye bayılan Necip Fazıl’ın II. Abdülha-

] mid’i, karanlık ve susturulmuş bir devrin sırlarını gümbür güm- ! bür haykıran bir sözcü sıfatıyla karşımıza çıkar. Nitekim deoloc-ya Örgüsü adlı temel “tezi”nin, kendi deyişiyle baş eserinin, hatta manifestosunun hemen yanı başına konumlandırdığı görülür ! Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı kitabını.

Necip Fazıl, II. Abdülhamid aleyhine ortaya sürülen ne kadar iddia varsa, onların tam tersinin doğru olduğunu en baştan bir prensip, bir usûl olarak kabul eder ve bu kabulü de kitap boyunca ortaya koyduğu delil erle ispatlamaya koyulur. Belki tarih disiplini ve tarihçilik mesleği açısından, bâtıl bir iddianın, bir yanlışın tam tersinin doğru olacağı/olması gerektiği varsayımıyla yola çıkmak bizi isabetli sonuçlara vasıl etmeyebilir (nitekim tarihte ‘doğrular’ ile ‘yanlışlar7 simetrik bir diziliş arz etmezler). Ancak esas itibariyle, II. Abdülhamid’in, yakın tarihimizin “turnusol kâğıdı” türünden ayırt edici bir işleve sahip olduğunu fark etmek ve ettirmek önemliydi Necip Fazıl için.

Bir başka deyişle, onun nazarında Sultan Abdülhamid’e aydınların nasıl baktığına göre, bakanların dünya görüşleri, ufukları, ufuksuzlukları, tarihimize ve bugünümüze dair neler düşündükleri ve teklif ettikleri rahatlıkla tespit edilebilirdi. Velhasıl, ‘Bana Abdülhamid’ini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!’ sözüyle özetlenebilir onun görüşü. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın “Ab-dülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır”

tespitini bir mil etin ‘kimlik teşhisi’ çabası bağlamında anlamak gerekmekte-Abdülhamid’i Anlamak ¦ 31

dir. Bir başka deyişle, Ahmet Hamdi Tanpınar’m Beş Şehifin başında formül eştirdiği ‘Neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?’2 şeklindeki derin soru üçlemesinin yakın tarihin çorak ülkesine düşen gölgesini tablolaştırmak…

Tarihteki kilit şahsiyetlerin engin dünyalarını anlamak, bugünümüze de, yarınımıza da kudretli ışıklar tutacaktır. Tarihçilik biraz da, geleceğin büyük adam adaylarını geçmişteki meslektaşlarıyla buluşturmak işi değil midir?

Yakın tarihin kilidi

şte II. Abdülhamid her şeyden önce siyasî, sosyal, kültürel, askerî, teknolojik… tarihlerimiz ya da genel olarak büyük harfle Tarihimiz açısından bu kilit şahsiyetlerden biridir. Onun benzersizliği, hem kendisinden önceki, en azından son bir asırlık sultanlar /.inciri içerisindeki yerinden, hem de kendisinden hemen sonra,

.ırkasından müthiş bir gürültüyle açılan büyük boşluktan ve hızlı yıkımın dehşetinden kaynaklanır. Onu tarihin kader-denk noktasında ulaşılmaz bir ‘zirve’ haline getiren kritik rolünü, bu iki ucu yanık kokan manzaranın önünde fotoğraflamak lazımdır.

Ne mutlu ki, bugün üzeri çamurla sıvanıp tanınmaz bir hale getirilmiş olan bu zirvenin kaba hatları ağır ağır da olsa ortaya çıkıyor; üzeri katran kadar kalın bir sıvayla örtülmüş “Abdülhamid gerçeği”, ufkumuzda yeniden ihtişamla zuhur ediyor. Nizamettin Nazif’in dilinden söylersek, Abdülhamid, zaman ilerledikçe devrin insan kadrosu içinde “bir nur gibi” daha ziyade parlıyor.

IV. Mehmed’in 1687’de tahttan indirilmesinden bu yana, yani 319 yıldır en uzun süre yöneticilikte bulunmuş devlet başkanı sıfatım taşıyan3 II. Abdülhamid Han’la ilgili yığınla olumsuz

‘ Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 2. baskı, Ankara, 1960, Türkiye ş Bankası Kül-(i r Yayınları, s. x.

1 Yılmaz Öztuna, “Sultan Hamîd, Atsız ve Kabaklı”, Tarih Sohbetleri 3, stanbul 1998, (Müken Neşriyat, s.

304.spekülasyon yapılmıştır, hala yapılmaktadır ve galiba dozu giderek azalsa da, yapılacaktır. Bu da aslında onun “yaşayan” bir şahsiyet olduğunun en büyük kanıtıdır.

“Son Padişah” olarak nitelendirdiğimiz II. Abdülhamid, 24 Nisan 1909’da, yani bundan 97 yıl önce 31 Mart denilen düzmece bir hadise bahane edilerek, daha da garibi, dinî kitapları yaktırmak veya yasaklatmak gibi ‘şer’î gerekçeler’e sığınılarak 33 yıl oturduğu tahtından indirilmişti. O yıl arda Tanin gazetesini çıkaran Hüseyin Cahit Yalçın, sonradan kaleme aldığı On Yılın Hikâyesi adb hatıralarında Meşrutiyet’ten sonra ülkenin nasıl bir başıboşluk ve sahipsizlik içine yuvarlandığını çok veciz bir üslupla anlatır.4 Aynı şekilde sonradan Başbakan olan Fethi Okyar da, II. Meşrutiyet dönemindeki şaşkınlık ve kargaşayı şöyle yansıtır: Evvelâ Meşrutiyeti ilân ederek rejimi, mutlakiyetten şartlı demokrasiye çevirebilmiş olan ttihad ve Terakki, iktidara sahip çıkamamışta, çünkü ne hükümet etme felsefesi, ne kadrosu, ne hazırlığı vardı… ktidar, şekilde bizim, gerçekte eskinin devamı idi ve eskiye dönme de demiyeceğim, amma yapılmış olanı yıkma hareketi, bu boşluklann içinde birden patlayiverdi…

Biz, ttihad ve Terakki olarak, hem meşrutiyetin tüm sorumluluğunu yüklenmiştik, hem de Parlamento’da çoğunlukta olarak iktidar partisi idik: Vatanın kaderi bizim elimizde ve omuzlarımızda idi. Aslında ise,

iktidarda değildik: Çünkü ne vatanı idare edecek kadromuz, ne de bu kadroyu terkib edebilecek felsefemiz vardı. Bütün bu çelişkiler ve boşluklar içinde iyi niyetimizden asla şüphe edilemezdi ve sanırım böylesine muazzam bir yükü üstlenmemizin başlıca sebebi ve dayanağı da mutlak iyi niyetti.5

Ah o iyi niyet! “Cehenneme giden yol ar iyi niyet taşlarıyla döşelidir” diye boşuna dememiş ngilizler.

4 Mesela bkz. Yediğim, 20 kinciteşrin 1935, s. 29 vd.

5 Fethi Okyar, Üç Devir Bir Adam, Hazırlayan: Cemal Kutay, stanbul 1980, Tercüman Yayınları, s. 32 ve 146.

Üzerinden tartışmaların buğusu henüz tüttüğü için ben bu tür öldükten sonra da sanki hayatta imişcesine tartışılan kişilere, ıs-ı<ı rla “yaşayan şahsiyetler” demeyi tercih ediyorum. Bu anlamda Abdülhamid Han’ın birçoğumuzdan daha ‘diri’ olduğu yeterince açık değil mi? Yaptıkları, yapamadıkları, hataları, sevapları, I uojeleri, kör noktaları, hamleleri, vizyonu, ufukları ve sınırları…

Bütün bunlar iktidardan uzaklaştırılmasından bir asır sonra ilahi tartışmaya davet ediyorsa, hatta kışkırtıyorsa insanları, o kişinin nabzının hala mahrem noktalarımızda atmaya devam etliğini söyleyebiliriz.

O, zamanın öğütücü, un ufak edici, tahripkâr akışına dayanmanın, direnmenin, tükenmemenin bir tür ikilini bulmuş demektir.

Tabii şu da var: II. Abdülhamid’in Tanzimat’ın Osmanlı yapısını radikal bir tarzda dönüştüren reformlarına da yer yer mü-II .ihale ettiği gözden kaçmaz. Hatta Tanzimat’ın özüne olmasa l>ile, uygulanışmdaki temel hatalara müdahil olduğu açıktır. Sultan II. Mahmud’dan beri teb’anın gözünde yıpranmış ve meşruiyeti zedelenmiş

bir kurum olan padişahlık veya devlet otoritesini kendi şahsı etrafında manevî bir hale oluşturarak res-lore etmeye girişmiştir. Ve bu müdahalelerinde Osmanlı Devle-(i’ni yeniden güçlü ve zinde bir bünye haline getirerek dış dünyayla bilek güreşine tutuşturmayı hedeflemiştir.

Abdülhamid Adliyesi nasıldı?

Tarihçi Yılmaz Oztuna’ya kulak verelim mi sözün burasında? Tanzimat adliyesinin Sultan Hamid döneminde nasıl kararlı bir şekilde takip edildiğini şöyle açıklıyor Öztuna: Padişah, devleti sokakta bulmamıştı. Kendisine Devlet, Meşrutiyetçiler tarafından da ihsan edilmemişti.

mparatorluğa şahsen sahip çıktı. Şahsî yönetim gibi çok ağır bir sorumluluğu seçti.

Ancak tam bir Tanzimatçı idi. Cevdet Pcışa’mn kurduğu Tanzimat eğitimi ve Tanzimat adaletini, çok daha geliştirerek uyguladı. Kazâ’nın (yargının) icrâ’dan (yürütmeden) ayrılması, daha açık tabirle siyasî iktidarın asla mahkemelere karışmaması bir Tanzimat ilkesi olduğu için, bu prensibe, hem de kusursuz şekilde uydu/1

Saltanatı süresince sadece 11 kişinin -onlar da adi suçlulardı-idam hükmünü onaylamış olan Abdülhamid Han, özellikle siyasî suçluları affediyor, bu da Adliye ile arasını açıyordu. Nitekim Adalet Bakara (Adliye Nazırı) Abdurrahman Paşa, bir defasında saraya gelerek istifasını sunmuş ve istifa sebebini soran Padişah’a, ‘Bizim adaletimize güvenmiyor musunuz da getirdiğimiz idam dosyalarını müebbed hapse çeviriyorsunuz?’ diye çıkışmıştı. En güvendiği bakanlardan birisinin bu yaman eleştirisiyle karşılaşan Abdülhamid, ona, hakimlerin de insan olmak hasebiyle hatalar yapabileceklerini, bu yüzden sonradan pişman olabilecekleri bir karardan dolayı vicdan azabı çekmek istemediğini söyleyerek durumu açıklamış

ve sonunda Paşa’yı istifadan vazgeçirmişti.7

Ancak onun “tam” bir Tanzimatçı olduğu vurgusunu değiştirmek ve Tanzimat’ın ruhuna sahip çıkmakla birlikte, onun halktan kopuk tavra, hatta “halka rağmencilik”e kaymasına karşı yeni bir yöneliş ve istikamet getirdiğini söylemekte fayda var. Bir başka deyişle, Abdülhamid denilince, karşımızda Tanzimat’ı yeniden tanzim etmeye ve çıkmış olduğu Osmanlı rayına yeniden oturtmaya kararlı bir bilge-kral olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Nitekim François Georgeon’un kanaati de aynen bu yöndedir. Ona göre Abdülhamid yönetimi, Tanzimat’la birlikte gelen

‘* Yılmaz Öztuna, “Sultan Hamîd adliyesi”, Tarih Sohbetleri 2, stanbul 1998, Ötüken Neşriyat, s. 237.

7 Osman Nuri Lermioğlu, Halkın stemediği nkılap: Meşrutiyet, stanbul 1976, Sabah («v/etesi Kültür Yayınları, s. 49-50.

iki yeniliğe karşı bir tepki olarak şekil enmiştir. Birincisi, padişahın zayıflayan yetkilerine karşı güçlü bir padişahlık kurma şeklinde kendisini bel i etmiştir, ikincisi ise bu zayıflamanın son nikasını temsil eden Midhat Paşa’mn liberalizmine ve anayasalı lığına bir tepki olarak karşımıza çıkar.8

Bu sebepledir ki, Necip Fazıl’ın, “Abdülhamid’i anlamak her şevi anlamak olacaktır” tespitini, onun giriştiği bu direnişte, ama körü körüne olayların akışına ayak diremesinde değil, çağın olaylarını, mensup olduğu medeniyetin rengine bir daha boyayabil-me ümidinde ve aşkında, yalnız ümidinde ve aşkında da değil, luınun gerçekleşebilir bir proje olduğunu göstermesinde sınamak l.ızımdır.

O, bir proje insanıydı ama ütopyacı değildi. Tek kelimeyle, s-l.ımiyetin ve Osmanlılığın modern çağa rengini verebileceği iddiasının ve bu iddiayı gerçekleştirme bilincinin son has temsilci-U-rindendi.

“Sultan II. Abdülhamid Han” denilince, üzerimize kapanmış kara kapılardaki paslı anahtarların yuvasında gürültüyle dönmeye başlaması, işte bu yüzdendir.

” Bkz. François Georgeon “Son canlanış (1878-1908)”, Yayın yönetmeni: Robert Man-lr<ın, Osmanlı mparatorluğu Tarihi, cilt II; XIX. Yüzyılın Başlarından Yıkılışa, Çeviren: Server Tanil i, stanbul 1995, Cem Yayınevi, s. 152.

Sultan Abçlülhamid’i M’Ç kuşanma merasimi için

gıt’t’ıgi’fyüp Suftan CamiTnde gösteren 6u gravür,

Fransızta L’l lustration dergisinde çıkmıştır.

Abdülhamid kimdir?

Abdülhamid devrinin her yirmi dört saati bin muamma ile doludur.1

Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu

II. ABDÜLHAM D yakın tarihimizin en büyük bilmecelerinden birisidir.

Daha dün denilecek kadar yakın bir tarihte yaşamış olmasına rağmen, kendisini harice karşı bu kadar iyi perdeleyip gölgelik alana onun kadar iyi çekilmesini bilmiş ikinci bir şahsiyet yoktur (bu hem yerli, hem de yabancı gözlemcilerin ortak tespitidir). ktidarda olduğu 33 yıl (1876-1909), dünya, Avrupa ve slam alemiyle olan ilişkilerimizin çok kritik ve sancılı bir dönemini teşkil eder. nsanlık ve medeniyet tarihinin, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin son derece kritik bir dönüm noktasına rastlar onun hükümdarlık yıl arı.

Ama aynı zamanda Osmanlı tarihi, Osmanlı toplumu, Osmanlı coğrafyası, Osmanlı medeniyeti için de keskin bir dönüm noktasıdır.

1 Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Sultan kinci Abdülhamid ve Osmanlı mparatorluğunda Komitacılar, 3. baskı, stanbul 1978 (ilk baskı: 1964), Divan Yayınlan, s. 71.

lk bilimsel Abdülhamid biyografilerinden birinin yazan François Georgeon’un tespitiyle söylersek,

“Abdülhamid’in iktidara gelişi, XIX. yüzyılın sonlarına doğru ‘dünyanın paylaşılırı a-sı’na varacak olan emperyalizmin genel yükselişinin başlangıçlarına denk düşer.” O, insanlık tarihinin en hızlı geçiş

dönemlerinden birinde, Osmanlı gibi, tarihin belki de en karmaşık imparatorluğunun başındaydı.2

Yürüttüğü derinlikli ve çok-yönlü dış politikanın çapını anlamamızın önündeki engel er, onun içinde bulunduğu şartları tanımamaktan alırdı gıdasını.

Böylesine aşındırıcı bunalımlarla etrafının kuşatıldığı kritik bir dönemde iç, dış, sosyal, siyasi ve iktisadi ilişkiler kompleksinin kıskacında kalmış bir coğrafyada, nasıl olur da “Hasta Adam” denilen bir yapının içinden deha çapında işbilir bir politikacı ve devlet adamı çıkıp da işleri toparlıyor ve bütün bu gelişmelerin ülkesi ve bölgesi üzerindeki olumsuz etkilerini en azından 30 yıl ığına buzdolabına koyup dondurabiliyor?

Dahası, devletin bekasını temin uğruna bir zaman kazanma sürecine sokuyor, üstelik bunları da hiç hesapta olmayan şaşırtıcı bir performansla başarabiliyor?

Sultan Abdülhamid belki sıkı bir yönetim sergiledi; anayasa, parlamento, seçimler gibi siyasî enstrümanları işletmesine devrin şartları izin vermedi. Ama bir şekilde bu 33 senelik dönemi, tamamen değilse bile, büyük ölçüde hasarsız atlatmamızı sağladığı da bir gerçek. Balkan savaşlarına, hatta Birinci Dünya Sava-

şı’na kadar iyi kötü onun zamanında korunabilmiş bir toprak bütünlüğü ile gelindi. Daha da önemlisi, bugünkü Türkiye’yi kuracak temel er, Sultan Abdülhamid’in iktidar döneminde atılmıştır.3

2 Volkan Ş. Ediger, Osmanlı’da Neft ve Petrol, Ankara 2005, ODTÜ Yayıncılık, s. 117.

3 Kemal Karpat bu tespiti, Coşkun Yılmaz’m kendisiyle 10 yıl kadar önce gerçekleştirdiği bir söyleşide yapıyor. Bkz. “Prof. Dr. Kemal Karpat ile tarih, Osmanlı ve II. Abdülhamit üzerine…”, lim ve Sanat, Sayı: 44-45, 1997 I-H, s. 38.

I 31 Mart yapılmasaydı AbdüThamid Balkan ttifakı kuracaktı!

Uzmanların tahminine ve onu yakından tanıyanların şahitliğine inanmak gerekirse, eğer Sultan Abdülhamid başta olsaydı, Osmanlı Devleti Balkan Harbi’nin çıkmasına izin vermez, hatta Birinci Cihan Harbi’ne girmez ve devletin ömrünü savaş sonrasına kadar uzatabilirdi. Girse bile, kendi deyişiyle

Almanya gibi bir kara gücünün yanında değil, ingiltere, Fransa gibi bir deniz gücüyle ittifak yapmayı tercih ederdi. Kaldı ki, 31 Mart syanı veya operasyonunun gerçekleştiği gün, Paris Büyükelçisi Salih Münir Paşa, bir Balkan ittifakı projesinin görüşmelerini yapmış olarak Bükreş’ten istanbul’a geliyordu. Şehirdeki çatışmaları görünce kaçarcasına geri dönmüş ve Sultan Abdül-hamid’in muhtemelen bir Balkan Savaşı’nı önlemek için attığı bu ciddi adım da sonuçsuz kalmıştı.4

Daha da önemlisi, böylelikle yetişmiş insan kaynağı bakımından Cumhuriyet döneminde yaşanan ve etkisini hala hissettiğimiz cılızlığı yaşamazdık. Ya da tersinden söylersek, II. Abdülhamid, iktidarı süresince eğer ttihatçılar gibi acemice bir dış poli-lika gütseydi herhalde devlet gemisi 20. yüzyılın başına dahi ulaşamaz, muhtemelen 1880’li yıllarda çok daha hızlı ve keskin bir parçalanma tehlikesini yaşayabilir, Türkiye Cumhuriyeti diye bir siyasî oluşumu bile yakalama şansımız kalmayabilirdi.

Sonuç olarak, Sultan Abdülhamid iktidarı bu kadar hayatî bir dönemeçte durmaktadır. Bu çok değişkenli duruşun önemini fark etmenin, hem yakın tarihimizi, hem de bugünümüzü anlamak bakımından değeri tartışılmaz.

Bütün bu görünen boyutlarına rağmen II. Abdülhamid’in, mutad olarak katıldığı görkemli Cuma selamlıkları haricinde

1 Bkz. Osman Nuri LermioğJu, Halkm stemediği inkılap: Meşrutiyet, s. 68, dipnot 21.

Elisa Zonaro’nun fotoğrafında II. Abdülhamid bir cuır» selamlığında.

kendisini Yıldız Sarayı’na kapatması, düşünce ve kişiliğini sadece yakın çevresine açması, dışarıyla olan ilişkilerini “görünmeden var olma”5 prensibiyle sınırlı tutması sebebiyle şahsiyeti hakkında Türkiye’de de, slam aleminde de, Batı’da da pek çok spekülasyon yapılmıştır. Yok yakalattığı gençleri öldürtüp denize atıyormuş, yok tonlarca altını hazinecine koymuş, yok sarayında binlerce cariyesi varmış vs.

Bütün bu spekülasyonlar o mahrem dünyaya bir türlü nüfuz edememenin, derununa sızamamanm sıkıntılarıyla üretilmiş propagandanın eserleridir aslında. Zira elimizde Sultan Abdül-5 Bu tabir. Selim Deringil’in büyük emek mahsulü kitabı Wel -Pwtectcd Domains’in-den mülhemdir.

ngilizcesine göre maalesef biraz aksayan Türkçe tercümesi için bkz. ktidarın Sembol eri ve deoloji: II.

Abdülhamid Döıiemi (1876-1909), Çeviren: Gül Çağah Güven, stanbul 2002, Yapı Kredi Yayınları.

luımid’le görüşmüş veya onu görmüş olan muhtelif büyükelçilerden ve Bayan Max Mul er’den ngiliz gazeteci M. de Blo-vvitz’e6 ve Nobel Ödül ü yazar Knut Hamsun’a kadar yerli ve yabana yüzlerce kişinin dosyalar tutan birinci el tanıklıkları var. Bu tanıklıklar onun insan tarafı, entelektüel kişiliği, hobileri, liderlik ve devlet adamlığı ile ilgili birçok karanlık noktayı aydınlatmış bulunuyor.

Bunlara aşağıda sırası geldikçe değineceğiz.

6 Blovvitz’in Abdülhamid’le röportajının bir özeti için bkz. Halûk Y. Şehsuvaroğlu, “Sultan kinci Abdülhamit”, Resimli Tarih Mecmuası, sayı: 64, Nisan 1955, s. 3800-3801.

Abdülhamid’in bir entelektüel olarak portresi

Rus-Japon Harbinin safhaları üzerinde Bagnam (Bucknam)

Paşaya öyle sual er sormuştu ki, Amerikalı kaptan sık sık

hayretler içinde kalıyor… “Hayret ediyorum: Ancak bu

mevzularda sistemli tahsil ve uzun tecrübe neticesi elde

edilebilecek malumata nasıl sahip olmuş?” sualini

soruyordu. Bu suale hâlâ cevap bulabilmiş değilim.

Rauf Orbay

mparatorluğu yeniden fetih stratejisi

SONUNDA ÇIKTI. Hem de bir zamanlar ona “Le Sultan Rouge”, yani “Kızıl Sultan” diyen Fransızların memleketinde bir II. Abdülhamid biyografisi basıldı. Hem de Türkiye’den ilk biyografi olarak. Daha önce Yusuf Akçura biyografisi ile bizi şaşırtan değerli âlim François Georgeon’un kalemi bu defa Fransız kamuoyuna olduğu kadar dünya tarihçilerine de, hele hele bizdeki Ermeni ve Jön Türk propogandistlerine de objektif bir reddiye yazmış bulunuyor.

Georgeon daha önce kaleme aldığı 15 sayfalık bir yazıyla Sultan II. Abdülhamid hakkındaki görüşlerini ortaya koymuş bulunuyordu.1 Yazısının bir yerinde “Abdülhamid’i ve onun hü-1 François Georgeon, “Abdülhamid II (1876-1909)”, Editör: Kemal Çiçek, Pax Ottoma-na: Studics in Menıoriam Prof. Dr. Nejat Göyünç, Ankara 2001, SOTA & Yeni Türkiye Şahsiyeti ¦ 45

kümdarlık dönemini anlamak, bir bakıma bugünkü Türkiye’yi anlamak demektir” der. (Hatırlarsanız Necip Fazıl da “Abdül-hamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” diye yazmıştı.) Yine yazısının bir başka önemli paragrafında, Georgeon, Abdülha-mid’in, imparatorluk topraklarını yeniden fethe giriştiğini

söyler ki, bence bu, Abdülhamid hakkındaki literatürün en vurucu tespitleri arasına girmeyi hak etmektedir.

mparatorluğu yeniden fetih!.. Siyasî olarak fetih, fakat aynı zamanda haberleşme ve ulaşım olarak (telgraf direklerinin dikilmesini ve demiryol arı projelerini düşünün) yeniden fetih; dış politika ve diplomasi olarak yeniden fetih; imaj olarak yeniden fetih; ve bu yazıda üzerinde duracağımız, kültürel olarak yeniden fetih…

II. Abdülha-mid’in çoğunlukla gözlerden kaçan “derin” karakteri burada yatmaktadır bir bakıma.

Yazara göre Osmanlı toplumu ve kültürünü inceleyen yeni çalışmalar Abdülhamid döneminin hiç de iddia edildiği gibi karanlık bir dönem olmadığını, hatta aksine, Akdeniz’in doğu kıyılarında bulunan büyük liman şehirlerinde olduğu gibi bazı yerlerde “Bel e epoque”, yani rahat ve eğlenceli bir hayatın sürdüğü bir dönemin yaşandığını göstermektedir. Georgeon’un kanaati, Abdülhamid’in, eski Osmanlı geleneklerini çağa uyarlayan ve aynı anda çağdaş olmanın gerektirdiği bazı nitelikleri taşıyan ilginç bir devlet adamı portresi çizdiği merkezinde şekil enir.

Yalnız ilginç olan husus, Georgeon’un Fransızca metninin son cümlesinin, Türkçe metinde atlanmış

olmasıdır. Bu son cümlede, Abdülhamid’in “modernlik”ine örnek olarak, kendisinin nezaretinde yaptırılan Yıldız Sarayı’ndaki köşklerin mimari tarzlarının Topkapı Sarayı’ndan alınmış olmasına mukabil, bazı Yayınları, s. 409-424. Fransızca kaleme alman bu metnin dipnotlandırılmış ve kısmen değiştirilerek yazılmış olan Ti rkçesi, Yeni Türkiye Yayınları’ndan çıkan bir tür ‘ansiklopedi’ niteliğindeki Osmanlı’nın 2.

cildinde basılmıştır (Ankara 1999, s. 266-274). Kitabının çevirisi 2006 yılında Homer Kitabevi tarafından basılmıştır.

köşklerin süslemelerinin doğrudan doğruya Dünya Sergilerinden (Ezpositions universel es) devşirildiği, böylece Yıldız Sara-yı’nda geleneksel yerleşim mantığı ile Avrupai süsleme sanatları arasında bir kompozisyon oluşturulduğu ifade edilmektedir.2 Nitekim Abdülhamid’in üzerine örtülen asırlık örtüler açıldıkça, onun bugün bize göründüğünden çok farklı bir şahsiyet ve idareciliğe sahip olduğu daha iyi anlaşılacak, “gelenekçi” olduğu kadar “yenilikçi”3 yönü de, Tanzimat’tan itibaren itibarları hızla erozyona uğramakta olan geleneksel Osmanlı kurumlarını ihya ederken, yeni ve modern kurum ve uygulamalara da cesaretle girdiğim daha berrak bir şekilde görme imkânımız olacaktır.

Ve bu çift yönlü hareketin, yani otokrasi ve aydınlanmanın aynı anda başarılabileceğini, “Osmanlı muamması”nm modern çağın gereklerini karşılamaktan uzak kalan boşluklarını kapatmak için vakit kazanmak ve bu arada eksik ve gedikleri kapatmak gayretinin önemini daha iyi anlayabileceğiz. Bu çerçevede II. Abdülhamid’in, eğitim ve kültür alanlarında Tanzimat’ın bütün iddia ve tantanasına rağmen gerçekleştirmekte zaafa düştüğü ‘kültür ihtilali’ni IV. Mehmed’den sonraki en uzun süreli iktidar yıl arında başaran idareci olarak tarihin sayfalarında hak ettiği yeri almasının uzun sürmeyeceği ümidindeyim.

Abdülhamid dönemeci

Krizlerin keskinleştirdiği, olgunlaştırdığı ve belki de motive ettiği bir hükümdar. Yüzündeki her çizgide 33

taşkın mizaçlı yılın eseri okunuyor. Rusların eline düştü düşecek denilen bir dönemde ağır bedel er karşılığında korunan imparatorluk sınırları, ilk günlerde ard arda gelen komplo ve darbe girişimleri, suikastler.

2 Çiçek, agc, s. 424; krş. Osmanlı, II, s. 273.

3 Mesela bkz. Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, Oxford Paperback, 1968, s. 178 (“O, arzulu ve aktif bir modernleşmeciydi.”)

stanbul’un geçirdiği büyük deprem, Ermeni “patırdısı”, Yunanistan’a karşı girişilen Teselya Savaşı, Filistin üzerindeki Siyonist baskılar ve benzeri yüzlerce önemli olay ve bütün bunların karşısında mevcut sınırları korumaya çalışırken, imparatorluğun insi-ı amini sağlamaya ve yeni kadroların yetişmesi için vakit kazanmaya dayalı uzun vadeli bir strateji. Bunlar, Sultan Abdülha-mid’in 33 yıl süren uzun iktidar yıl arındaki zor dönemeçler.

Lewis’in “aktif modernleşmeci” dediği Abdülhamid’in eğilim, bilim ve kültür alanlarında giriştiği reform hamleleri, iddia c’ttiği gibi Küçük Said Paşa’dan mı kaynaklanmıştır yoksa Abdülhamid’in kendi şahsî ilgisinden ve, daha net söylemek gerekirse, “modernleşme projesi”nden mi neş’et etmiştir? Küçük Said Paşa’nın layihası, önemlidir önemli olmasına ama Abdülhamid’in bütün marifetini Said Paşa’nın kuyruğuna bir taş gibi bağlayıp sürükletmek insaflı bir hüküm olmasa gerektir. Maalesef Lewis, en hakkaniyetli olduğu noktalarda bile Abdülhamid hakkındaki önyargılarından uzaklaşamamakta ve “gerileme” (decline) döneminde işlerin hep kötüye gittiğini, istisna-i olarak Abdülhamid döneminde olduğu gibi bazı ilerleme hamleleri görüldüğünde de bunu Sultan’a değil de, başkalarının düşüncesine yorma gayretkeşliğine girdiğini gözlemliyoruz ki, üzerinde ibret alınarak durulması gereken önemli bir noktadır.4

Son yıl arda ngilizce Abdülhamid literatürüne anlamlı bir katkı, ABD’de görev yapan değerli sosyal bilimcimiz Kemal Karpat’m son çalışmasından geldi.

Karpat, Sultan Abdülhamid’i, dünya tarihinde toplumlarının kaderlerinde bu kadar kritik bir rol oynadıkları halde kendilerine hem içeriden, hem de dışarıdan bu derece kötüleyici ve küçümseyici yaklaşılan birkaç liderden biri olarak görür. Avrupa-4 Lewis, The Emcrgcnce…, s. 179 vd.

lıların onu Ermeni propagandaları neticesinde Kızıl Sultan, Batı medeniyetine karşı duran bir gerici ve özel ikle de kendilerini Müslümanları “medenileştirmek’Te görevli sayan Avrupa yönetiminin alfanı oyup tersine çevirmek için Panislamizmi ( slâm Birliği’ni) devreye sokan bir entrikacı olarak gördüklerini söyleyen Karpat, Abdülhamid’in Jön Türkler ve Cumhuriyet dönemlerinde de aşağı yukarı aynı suçlamalara maruz kaldığını (Arap dünyası hariç) belirtmekte ve aleyhine estirilen bu suçlama rüzgârının ancak 1950’lerden itibaren basın üzerindeki kontrolün gevşemesiyle dinebildiğini ve Abdülhamid yanlısı yayınların ancak bu tarihten sonra kendilerini rahatça ifade etmesine imkân tanındığını belirtmektedir.

Gerçekten de Nihal Atsız’m, babası smail Safa’nın Sivas’ta sürgündeyken ölmesinden Abdülhamid’i sorumlu tutan Peyami Safa’ya verdiği cevap, onun hakkını teslim sürecinde önemli bir merhale teşkil etmektedir.5 Yine 1940’ların ikinci yarısında Semih Mümtaz S.’nin yazdığı saray hatıraları, Abdülhamid hakkındaki ilk olumlu ve içeriden yayınlar arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir.6

Abdülhamid’in “modern” çehresi

Karpat’ın Abdülhamid’i, şaşırtıcı derecede çok yönlü ve zıt uçları birleştiren bir şahsiyettir. Saray tiyatrosuna Avrupalı trupları

5 Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, 4. baskı, stanbul 997, rfan Yayınevi, s. 85 vd. At-sız’ın Peyami Safa’ya karşı Abdülhamid’i savunduğu makalesi (“Abdülhamid Han (= Gök Sultan)”) Ocak dergisinin Mayıs 1956 tarihli sayısında çıkmıştır. Ancak çok önemli saydığım (Abdülhamid’in müdafaasına 5 sayfa ayırmıştır) bir başka makalesi olan “Osmanlı pâdişâhları”, Tarındağ dergisinin 10 ve 17 Temmuz 1942

tarihli 10. ve 11. sayılarında basılmıştır (bkz. Türk Tarihinde Meseleler, s. 99-104.) 6 Semih Mümtaz S., Evvel Zaman çinde, stanbul 1946, Türkiye Yayınevi; aynı yazar. Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler, stanbul 1948, Hilmi Kitabevi. Sağlığmd ayken Abdülhamid’i savunan en kayda değer metinlerden birisi Ahmed Midhat Efendi’nin 2 ciltlik Üss-i nkılâb’mm son cildidir.

davet eden bir Halife; en yakın adamlarından bir kaçı Banker Yorgo Zarifi, Başhekim Mavroyeni ve Macar Yahudisi olan dos-lıı Vambery’dir… Bu tabloya göre Abdülhamid, sadık ve güvenilir olmak şartıyla çevresindeki önemli görevlerin bazılarına Müslüman olmayanları getirmekte tereddüt etmemiş bir padişahtır. (Mesela Vambery, Padişah’m Avrupa basını ile ilişkilerini idare eden bir halkla ilişkiler müdürü olarak vazife yapmışın.) Her türlü maddî ilerlemeye taraftar bir padişahtır. Hem din-<l<ır, hem dünyevîdir.

Halifeliğin dünya Müslümanlarının sığı-n.ığı olduğunu savunan da, içerideki din adamlarını hizaya gelinmeyi başaran da Abdülhamid’dir. leride göreceğimiz gibi Avrupa müziğini tercih eder, tiyatrodan hoşlanır, gaz, elektrik, demiryolları, otomobil gibi modern yenilikler ilk defa onun zamanında imparatorluğun topraklarını ziyaret etmiştir. Türkiye’de fotoğrafçılığın yayılması, ona çok şey borçludur.

1893’ler-de çektirdiği 1,819 fotoğraftık dev fotoğraf koleksiyonu 51 al-luimde toplanmış olup halen stanbul Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır. Ayrıca bu albümlerin birer kopyalarını ABD ve ngiltere’ye kendisi göndermiştir.

statistik, Abdülhamid’in engin merak konuları arasındaydı ve bu yüzden, ilk Amerikan nüfus sayımını gerçekleştiren Sa-muel S. Cox, onun isteğiyle stanbul’a konsolos olarak tayin edilmiş ve padişaha gerekli enformasyon desteğini sağlamıştır. Darülfünun, Arkeoloji Müzesi ve modern kütüphanemizin altındaki imza da ondan başkasına ait değildir.

Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’ndaki şahsî koleksiyonu, l >08’deki Yıldız yağmasına rağmen hâlâ Türkiye’deki en değerli kütüphanelerden biridir. Her çeşitten 90-100 bin kitaptan mürekkep bu kütüphanede nadir Türkçe, Arapça ve Farsça yazmalar kadar tarih, edebiyat ve felsefeyle alakalı önemli Batılı eserler de bulunmaktadır. Kütüphanenin hâfız-ı kütübü S.ıbri Bey, yağmaya gelenleri, kapının önüne çıkarak ‘Cesedimi

çiğnemeden içeriye giremezsiniz’ diyerek püskürtmeyi başarmış bir kitap âşığıdır. (Kütüphanedeki nadir kitapları farklı kütüphanelere dağıtmayı amaçlayan 27 Mayısçılar, bu defa Sabrı Bey’in oğlu Nureddin Kalkandelen’in direnişiyle karşılaşmışlar ve 50 yıl arayla girişilen bu iki dağıtma operasyonu da Ab-‘-, dülhamid’in binbir itinayla topladığı koleksiyona zarar vermeyi başaramamıştır. Karpat Hoca, burada Cumhuriyet’in bilim ve ilerleme adı altındaki dogmatizminin Abdülhamid’in slamcı muhafazakârlığını arattığını, ironik bir tonda ilave etmektedir sözlerine.7

Karpat’ın bir diğer ilginç notu ise Chicago’da 1893 yılında düzenlenen Dünya Fuarı’na davet mektubu gelmesi üzerine Abdülhamid’in hükümete, fuara katılma emrini vermesidir. Ama hangi şartla?

Abdülhamid’in Oryantalizmin Osmanlı’ya bakışındaki tahkir ve tezyif edici bakışa nasıl bilinçli bir şekilde direndiğini bu şarttan anlıyoruz. Onun TRT’nin son Eurovision şarkı yarışmasında yaptığı gibi Oryantalizmin bize layık gördüğü imajı gönüllü olarak giymek ve Mevlevi “göstericileri”ni artık manası iyice fersudeleşmiş birer rakkas (ve rakkase) gibi takdim ederek puan toplamaya çalışmak tavrından iğrendiğini görüyoruz. Nitekim fuarda slâmın sembolü olan bir caminin yanı sıra Osmanlı ürünlerinin satıldığı bir kapalı çarşı maketinin yapılmasını istemiştir. Mevlevi dervişlerinin sema gösterisi teklifine ve camide namaz kılan Müslüman konu mankenlerinin ‘sergilenmesi’ teklifine ise karşı çıkmıştır. Cami, kimlik göstergesi olarak vardır ama Osmanlılar sadece seyirlik bir nesne değil, harıl harıl çalışıp üreten kanlı canlı birer öznedir bu mantığa göre. Böylece Sultan II. Abdülhamid’in 1893’lerde Mevlevilerin sema gösterisi karşısında gösterdiği şuurlu direniş, 2006 Türkiye’sinde eski ” slamcı”, yeni “Muhafazakâr Demokrat” yönetim tara-7 Kemal H. Karpat, The Politkizution ofisinin, Oxford University Press, 2001, s. 169.

tından Mevlevi ekibinin Avrupa’ya bir şirinlik muskası şeklinde sunulması laubaliliğine gelip dayanmış

bulunmaktadır.8

ngiliz’in elini öpmeyen çocuk

Paradoksal gibi görünen bir başka nokta da, Abdülhamid’in hem Tanzimat reformlarının en kararlı devamcısı olması, hem de Tanzimat’ı yeniden “tanzim” etmeye girişmiş bir Sultan portresi çiz-mesidir.

1826’dan beri hızla halktan kopma temayülüne giren Tanzimat hareketi, bir elit-bürokrat-asker zümresi yaratmış ve bu zümrenin reformları, giderek meşruiyet tabanını kaybetmeye başlamıştır. şte Abdülhamid’in önündeki muğlak zemin bu noktadan başlamaktadır.

Abdülhamid bir yandan eğitim, bilim, yargı gibi alanlarda Tanzimat reformlarının ısrarlı bir takipçisi olurken, halktan giderek uzaklaşma temayülüne giren elit-bürokrat egemenliğini 1881 sonlarında kırmayı başarır ve hızla yönetimin halkla bozulan diyalogunu tamir etmeye yönelir. Dinî semboller üzerinden yeni bir meşruiyet halkası oluşturur ve Osmanlılık ideolojisi etrafında yeni bir programı uygulamaya geçirir ki, bu hareket, Tunuslu Hayreddin Paşa gibi teorisyenleri olsa bile muhtemelen büyük ölçüde dönemi ve Abdülhamid’in şahsî biyografisi tarafından şekil endirilmiş bulunmaktadır. Kendi biyografisi, yani Tanzimat’tan beri yaşanan ve Osmanlı’yı kahretmek için yeterli olan o Kırım Harbi ve sonrasındaki acı yıl ar.

Daha 11 yaşındayken yaşadığı Kırım Harbi yıl arı… Üsküdar’da onbinlere varan ngiliz askerinin halkın araşma saldığı ürküntü, Büyükdere taraflarına kamp kuran Fransızların Beyoğlu yöresindeki umumi ahlaka mugayir davranışları… Sultan’m

s Sultan Abdülhamid’in Oryantalizme bakışı için bkz. Selim Deringil, lktidarm Sembol eri ve deoloji: II.

Abdülhamid Dönemi (1876-1909), Çev.: Gül Çağalı Güven, stanbul 2002, YKY, s. 162 vd.

payitahtında açılan eğlence yerlerinde “relax” olan ngiliz ve Fransız subayları… Halife Abdülmecid’in göz yummak zorunda kaldığı bir çok menfur olay ve bu olayları uzaktan gözlemleyen yeni yetme bir şehzade.

Zamanın ngiltere Büyükelçisi Lord Stratford Canning bir gün saraya geldiği zaman babası Abdülmecid, saygılı bir şehzade olduğunu göstermek üzere Abdülhamid’den Büyükelçi’nin elini öpmesini ister. Ne var ki, Abdülhamid, babasının ısrarına rağmen zamanın süpergücü olan ngiltere’nin kurt diplomatının elini öpmemiştir. Bu olay, ngilizlere güvenmeme şeklinde ortaya çıkacak olan müstakbel siyasetinin ilk işaretini vermesi bakımından önemlidir.

Ardından Sultan Abdülaziz’le beraber çıktıkları 1864 yılındaki Mısır9 ve 1867 yılındaki Avrupa seyahatleri.

Paris Sergisi’ni ziyaret, Londra, Brüksel, 200 yıl kadar önce atalarının önünden döndükleri Viyana ve bir zamanların Osmanlı beldeleri Bu din ve Peşte’yi kucaklayan Budapeşte… Anlaşılan, gezi boyunca çeşitli ülkeler arasında karşılaştırmalar yapmış, Avrupa’nın teknik ve örgütsel üstünlüğü karşısında Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu geriliğinin sebeplerini daha berrak olarak düşünmek imkânını bulmuştur.10

Böylece Tunuslu Hayreddin’den Henri Layard’a ve Galatasaray Mektebi Müdürü Ali Suavi’den Küçük Said Paşa’ya kadar devrindeki birçok aydının takdim ettikleri ıslahat layihaları, onun kafasında kıvama eriyor ve gelecekte dışarıda “denge politikası” ve “zaman kazanma stratejisi”, içeride ise altyapı yatırımları ve eğitim hamleleri şeklinde karşımıza çıkan karmaşık

9 Bkz. Vahdettin Engin, Sultan Abdülhamid ve istanbul’u, stanbul 2001, Simurg Yayınlan, s. 16.

10 Engin Akarlı, “II. Abdülhamid: Hayatı ve iktidarı”, Osmanlı, cilt: II, Ankara, 1999, Yeni Türkiye Yayınlan, s. 254.

ve bir o kadar da ilginç sürecin sınırlarını çiziyordu. Bu zengin ve hep bıçak sırtında yürüyen şahsî ve siyasî arka plandan Sultan Abdülhamid’in kışkırtıcı ipuçlara sahip kültürel boyutu sürgün verecektir.

Yazımızın bundan sonraki kısmında üç olay etrafında Abdülhamid’in kültürel boyutu, yani bir entelektüel olarak Abdülha-mid üzerinde duracak, böylece devrini olduğu kadar günümüzdeki sünnet düğünlerinin tarihi gibi günlük hayatımıza ait bir ayrıntıyı da belirlemiş bulunan11 bu kendi kendini yetiştirmiş aydın padişahın kültür tarihimiz açısından öneminin altını biraz daha çizmiş olacağımı umuyorum.

Pasteur’e yardım gönderen Halife

Pasteur, kuduz aşısını 1885 yılında uygulamaya koymuştur. Sultan Abdülhamid, haberdar olur olmaz stanbul’da bir Kuduz Hastanesi (Dâri ‘l-Kclb Tcdavihanesi) açılması için harekete geçmiş ve hastane iki yıl içerisinde inşa edilmiştir. Aynı zamanda “Evliya” lakabıyla tanınan ilk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr.

Hüseyin Remzi Bey (1839-1896) -ki Türkçe tıp eğitiminin gerçekleştirilmesinde büyük emeği geçmiştir-1886 yılında, kuduz aşısının bulunuşundan hemen bir yıl sonra Zoiros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hulki beylerle birlikte Paris’e gönderilerek Pasteur Ens-titüsü’nde çalışmış, döndükten sonra da Kuduz Hastanesi’nde görev yapmıştır. Pasteur’ün yanında yapbğı çalışmalar hemen semeresini vermiş ve

Hüseyin Remzi Bey, 1888-89’da Kuduz Aşısı adlı bir kitap yazarak hem Paris’de gördüklerini anlatmış, hem de aşı hakkında ülkemizde ilk bilimsel bilgileri vermiştir.

11 Günümüzde sünnet düğünlerinin il a da Ağustos’un sonuna doğru yapılmasında, Abdülhamid’in, cülus yıldönümü olan 19 Ağustos’a rastlayan hafta sünnet olan çocuklara gönderdiği çeyrek altının payı küçümsenmemelidir. Bkz. Burhan Felek, Hayal Belde Üsküdar, stanbul 1988, Felek Yayıncılık, s. 121.

Hüseyin Remzi Bey’in anlattıklarına göre Pasteur’le ilk görüşmeleri Abdülhamid’in Pasteur Enstitüsü adına gönderdiği 10 bin altın Frank para armağanı ve Pasteur’ün şahsına da Mecidî Nişanı ve madalya ünlü bilim adamına takdim edilmiştir. Pasteur de Osmanlı misafirlerini gayet iyi karşılamıştır. Hüseyin ” -. Remzi Bey’in bu gerçekten de oldukça “erken” sayılabilecek çalışması, Süheyl Ünver’in verdiği bilgilere bakılırsa, Pasteur’ün damadı Rene Val ery-Radol’nun kitabından daha önce çıkmıştır ve bu yönüyle eser, Pasteur hakkında sağlığında çıkan “ilk inceleme” unvanını taşımaktadır. Kitap, aynı zamanda dönemin bilimsel ortamı, Pasteur ve ona karşı çıkanların görüşleri ve aşının uygulama şekil eri hakkında da bilgiler vermektedir.12

Suriye Katoliklerinden ve Saraya yakın çevreden Said Naum Duhani’nin verdiği bilgilerden Abdülhamid’in Pasteur ile bizzat mektuplaştığını ve bu büyük tıp adamına “Mon Cher Monsieur Pasteur” (Azizim Mösyö Pastör) diye hitap ettiğini öğreniyoruz. Aynı kaynağa göre “antipnömokoksik serum”, Abdülhamid’in âlicenaplığına bir cemile olmak üzere “Amerikalı doktorlar tarafından “Abdülhamid serumu” diye adlandırılmış, hatta 1941’de stanbul’da gösterime giren Untamed adlı Paramount Pictures şirketinin filminde aktörlerden birisi bu serumun ismini “Sultan Abdulhamid’s serum” diye telaffuz etmiştir.13

Tıp Tarihi Enstitüsü’nün Sultan Abdülhamid’in Pasteur Ens-titüsü’ne gönderdiği üç kişilik ekipteki Zoiros Paşa’nın varisle-n Aykut Kazancıgil, Osmanlılar’da Bilim ve Teknoloji, 2. baskı, stanbul, 2000, Ufuk Kitapları, s. 286-287; ayrıca bkz. Aydın Talay, Eserleri z>e Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid, stanbul 1991, Risale Yayınları, s.

267-268 ve Hazırlayanlar: Gülbün Mesara, Aykut Kazancıgil, Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Üııver Bibliyografi/ası, stanbul 1998, şaret Yayınları, s. 166.

13 Said Naum Duhani, “Beyoğlu Pera iken: 5- Diğer simalar”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 7, Ağustos 1968, s. 35-36. Duhani, Pasteur’ün güvendiği yardımcılarından Dr. M. Nicol e’ü stanbul’a gönderdiğini ve maaşlı olarak yıl arca Osmanlı hastanelerinde çalıştığını bildiriyor.

miden satın aldığı evrak ve kitaplar arasında çıkan belgeler de I onumuz açısından özel bir önem taşımaktadır. Belgeler içeri-¦iııde iki mektup dikkat çekicidir. Bunlar Pasteur’ün kendi el ya-ısı ile Zoiros Paşa’ya yazılmıştır, ayrıca Pasteur’ün kartvizitleri ile Enstitü’de muhafaza edilmektedir. Pasteur’ün her iki

“bilim-¦t’l” mektubu da Türk tababetinin Abdülhamid döneminde dünyadaki gelişmelerin ne kadar yakından, adeta sıcağı sıcağına takip edildiğini gösteren değerli belgeler olarak incelenmeyi beklemektedir.

(Rahmetli Süheyl Ünver hocanın çok hoşlandığı o kültürel sürprizlerden birisi daha!)14

Bahsi kapatmadan önce belirtelim ki, Abdülhamid’in tababe-le olan alakası Pasteur’le sınırlı kalmamış, verem mikrobunu ve bir süre sonra da tüberkülin ilacını bulan Dr. Robert Koch’un da ilk kapısını çalanlar arasında Sultan’ın gönderdiği Osmanlı dok-lorları yer almıştır. Bu defa Berlin’e, Koch’un yanma gönderilen heyette, genç yaşta ölen Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye öğretmenlerinden Hüseyin Hulki Bey de bulunmuştur. (Pasteur’ü ziyaret edenlerden biri de oydu hatırlarsanız.) Hüseyin Hulki Bey Berlin Hatıraları (1889) adlı kitabında Koch’la konuşmalarını, Koch’un lepra (cüzzam) ile tüberküloz (verem) arasındaki ilişkiye dair sözlerini, Berlin’de ziyaret ettikleri çeşitli tıbbî merkezler ile tabipleri de anlatmaktadır.

Ziyaretleri sırasında Dr. Koch, Türk heyetini 20 metre genişliğinde sade ve 4 sandalye ve 4 ayaklı bir masadan başka mobilya bulunmayan bir odada karşılamış, kapıya kadar gelerek heyettekilerin el erini ayrı ayrı sıkmış, hatta sandalyelerden birini bizzat taşıyarak heyete verdiği değeri bel i etmiştir. Dr. Koch, Abdülhamid’in ihsan ettiği birinci rütbe Osmanlı nişanı

” Süheyl Ünver, ” stanbul’da Lemis Pasteur’ün iki mühim mektubu ve kartvizitleri”, Ü Tıp Fakültesi Mecmuası, sayı: 2 (1964), s. 99-104’den zikreden: Mesara, Kazancıgil, Sayar, age, s. 296.

takdim edilince teşekkür etmiş ve ilacın stanbul’daki lepra hastaları üzerinde tecrübe edilmesini ve neticelerin kendisine bildirilmesini istemiştir. Hüseyin Hulki Bey de Dr. Koch’a, deri ve frengi kliniğine lepralılarm müracaat ettiğini, ilacın bu hastalar üzerinde denenerek neticelerinin kendisine bildirileceğini ifade etmiştir.15

Abdülhamid döneminin Türk basını açısından olduğu kadar Türk kitap yayıncılığı açısından da en verimli yıl ar olduğu Ber-nard Lewis tarafından ‘bile’ ortaya konulmuş bulunmaktadır. Buna göre Abdülhamid iktidarının ilk 14 yılında (1876-1890) basılan 4 bin kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili olup 1000

civarında bilim ve fenle ilgili ve ondan biraz daha fazla edebi kitap neşredilmiştir. Geri kalan yayınlar ya kanun, tüzük, yönetmelik gibi resmi yayınlardır ya da dilbilgisi, sözlük ve okuma kitaplarıdır. Edebî eserler, Abdülhamid dönemi yayıncılığında ilk sırayı işgal etmekte, onun hemen ardından popülerleştirilmiş

bilimsel kitaplar gelmektedir. Edebiyat ve bilim… Abdülhamid döneminde dikkatleri politikadan

çelmelenen Türk aydınının yöneldiği bu iki alan, kinci Meşrutiyet döneminin, hatta Cumhuri-yet’in ilk yıl arının Türk aydınında oluşacak kültürel karakterin müjdecisi gibidir.

Abdülhamid’in devrin edebiyatçıları ile ilişkileri Namık Kemal’den ibaret değildir. Aynı zamanda Mizancı Murad, Ah-med Midhat Efendi ve Mual im Naci gibi kendisiyle çalışmayı kabul eden dönemin zirve edibleri de vardır. Bunlardan Mual im Naci, vefatından 2 yıl önce, 1892’de Sultan Abdülhamid tarafından vak’anüvis tayin edilmiş ve eski padişahların tarihini yazmaya memur edilmiştir. Tamamlanamamış ve henüz ele alınıp işlenmemiş bulunan bu notlar Ankara’da Dil ve Tarih-15 Süheyl Ünver, “Dr. Hüseyin Hulki Almanya’da”, Dirim, sayı: 3 (1950), s. 105-107’den zikreden: Mesara, Kazanctgil, Sayar, age, s. 185.

Şahsiyeti ¦ 57

“Türk düşmanı” Hugo’ya hayran Türk Padişahı! .

Victor Hugo, çeşitli şi r ve yazılarında, özellikle Les Orientales’âe Türkler ve Osmanlılar aleyhine çeşitli beyanlarda bulunmuş olsa da l Türkiye’de 1862’de basılan Sefil er çevirisi Hikâye-i Mağdurîn’den beri Türk aydını ve okurunun yoğun ilgisine mahzar olmuştur. Öyle ki I öldüğü yıl (1885), Hugo’nun Türk basınında tavan yaptığı yıl arın başlangıcı olmuş ve hakkında yüzlerce haber, telgraf ve yazı çıkmış- I tır. Dahası, Türk edebiyatında ilk defa bir yabancı yazarın ölümü üzerine onun hakkında iki tane mersiye kaleme alınmıştır. Bu, Hugo’dan öncede, ondan sonra da bir yazara gösterilen en yoğun ve sıcak ilgi olarak hatırlanacaktır edebiyat tarihimizde.

Victor Hugo’nun ölümü üzerine çekilen ve basında çıkan taziye telgraflarının en ilginçlerinden birisi, elbette Sultan Abdülhamid’e ait olanıdır. Bizzat Padişah tarafından Hugo’nun ailesine çekilen bu taziye telgrafı, şairin ölümünden yaklaşık 10 gün sonra, yani 3 Haziran 1885’de Tarîk gazetesinde çıkmıştır.

Abdülhamid’in Hugo’ya ilgisinin bir taziye telgrafından ve resmi bir gösterişten ibaret olduğunu zannediyorsanız aldanıyorsunuz. Yukarıda temas ettiğimiz meşhur kütüphanesinde Hugo’nun iki romanının Padişah için yapılmış Türkçe çevirilerinin yazma nüshaları bulunduğunu, Zeynep Kerman,

“Türk edebiyatında Victor Hugo” adlı bibliyografyasında haber vermektedir. Bu romanlardan Bug-Jargal tercümesi. 1890-91 tarihlidir ve Mabeyn-i Hümayun mütercimlerinden Rıza Bey’e aittir (Üniversite Kütüphanesi T.Y. 7490, 110 sayfa). Kütüphanedeki diğer yazma çeviri ise L’Homme qui r/f nin Türkçesi- 1

dir ve Gülen Adam adını taşımaktadır ancak tarihsizdir. Çevireni ve- ‘ rilmeyen bu eser de bugün Üniversite Kütüphanesi’nde 7456 numarayla kayıtlı olup tam 640 sayfa hacmindedir.’6

16 Zeynep Kerman, “Türkiye’de Victor Hugo: 1862-1980 yıl an arasında Türk edebiyatında Victor Hugo”, Hazırlayan: Tuğrul nal, Ölümünün 100. Yılında Türkiye’de Victor Hugo, Ankara 1985, Türk-Fransız Kültür Derneği Yayınları, s. 279-80, 286, 287 ve 292.

58 ¦ Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı

Coğrafya Fakültesi’nde ve stanbul Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır.17

Abdülhamid’in Türkçe konusundaki hassasiyeti

Kendi görüşünü hükümete doğrudan doğruya ilettiği Hususi radeler, padişahların şahsî fikir ve tavırlarını öğrenmek bakımından son derece değerli belgelerdir. Hususi radeler arasında bulunan 3 belge, bu defa bize Sultan Abdülhamid’in Türkçe konusundaki hassasiyetini bütün açıklığıyla göstermekte ve günümüz için de manidar mesajlar taşımaktadır.

25 Temmuz 1894 tarihli belgede Avrupa devletlerinin yalnız ülkelerinde değil, işgal ettikleri topraklarda dahi kendi dil erini öğrenmeyi mecbur tuttuklarından bahsedilmekte ve aynı devletlerin dil erini yayına faaliyetlerine Osmanlı ülkesinde de devam ettikleri vurgulanmaktadır. Gayrimüslim teba arasında devam eden bu faaliyetlere mani olmak için çareler arayan Abdül-hamid’i, bu iradede, Hıristiyan okul arındaki talebeye ciddi olarak Türkçe öğretilmesinin temini hususunda Maarif Nezareti’ni sıkıştırırken görürüz. Bu okul arda Türkçe derslerinin ciddiye alınmasını istemekte ve imtihanlar sırasında Maarif Nezare-ti’nden bir gözlemci bulundurularak Türkçeyi yeterince öğrenip öğrenmediklerinin tespit edilmesini, nizamname gereği bu okul arın diğer zamanlar da teftiş edilmesini ve öğrencilerine Türkçe öğretmeyenlerin kapatılmasını emretmektedir.

15 Şubat 1895 tarihli iradesinde ise Abdülhamid’in otel ere verilen isimlere dikkat edilmesi uyarısında bulunduğunu görüyoruz. Örnek olarak bu iradenin sadeleştirilmiş metnini aşağıya alıyorum: 17 Süheyl ÜtTver, “Mual im Naci zamanlarının birer müzesi olan Bursa türbelerinde”, Türk Yurdu, sayı: 289 (1960), s. 45-46’dan zikreden: Me-sara, Kazancıgil, Sayar, age, s. 261.

Geçen sene Tarabya’da ve bu sene Beyoğlu’nda açılmış olan iki otelden birincisi Summer Palas ve ikincisi Pera Palas olarak isimlendirilmiş bulunmaktadır. Palas kelimesi saray manasına geldiğinden ve bu tür mekânların böyle bir isimle vasıflandı rılması ileride bir takım sakıncaların meydana gelmesine sebep olacağından, isimlerin değiştirilmesi için lazım gelenlerin yapılması Padişahımız, efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.

30 Haziran 1896’da gönderilen bir Hususi rade’de ise stanbul limanına eşya boşaltacak gemilerin yanaşacağı yerlere asılmak üzere Rıhtım Şirketi tarafından hazırlanan bayrağın ortasına Fransızca değil, Türkçe olarak “Osmanlı Rıhtım Şirketi” ibaresinin yazılması emredilmiştir.

Keza II. Abdülhamid 19 Mayıs 1894’de Manastır dadisi’ne, Maarif Vekili Zühtü Paşa’ya hitaben gönderdiği bir genelgede “mekteplerde Türk çocuklarına Türkçenin iyi öğretilmesine dikkat edilmesini, sade ve temiz Türkçeye ehemmiyet verilmesini” istemiş ve açık bir Türkçe kul anmanın faydalarını uzun uzun anlatmış, alışılmamış Arapça ve Farsça kelimeler yerine halk dilinde yaşayan Türkçenin kul anılmasını emretmiştir.11’

Sultan Abdülhamid dönemindeki resmi yazışmaların ağdalı dilinin kısmen sadeleşmesi bir tesadüf olmayıp onun bilinçli Türkçeleşme yolundaki vurgusunun eseriydi. Nitekim 1900 yılında Muzafferiddün Şah’a Azerbaycan okullarındaki Türk dili yasağının kaldırılmasını rica etmiş olması, onun bu gayretinin yalnız Osmanlı sınırları içindeki okul arla sınırlı kalmadığının, slâm ve Türk âlemlerini de kültürel nüfuz ala-

ıs Vahdettin Engin, age, s. 125-127.

‘ ‘ Nermiıı Pekin, “Sultan II. Abdülhamid ve Türkçenin sadeleşmesi”, Tercüman, 3 Mart 1980’den nakleden Nail Uçar, “Hatıralarla Sultan Abdülhamid-2”, Türk Edebiyatı, Sayı: 150, Nisan 1986, s. 23. Ayrıca bkz.

Nihad Sami Banarlı, “Sultan Hamid’in Türkçeciliği”, Hayat Tarih Mecmuası, Aralık 1967, s. 5-9.

nı olarak gördüğünün en büyük delil erinden birisi olarak karşımıza çıkar.20

Sonuç olarak, Abdülhamid’in “Tanzimat’ın Tanzimat’ı” diyebileceğimiz yeni reform projesinde edebiyat, bilim ve dil, yani Türkçe üzerindeki vurgunun ağır bastığını, engin ilgisinin Pasteur ve Koch’dan Sir Conan Doyle ve Victor Hugo’ya kadar uzandığını ve Türkçenin korunması ve sadeleşmesi konusunda özel bir hassasiyet sahibi olduğunu söyleyebiliriz.

Yazımızı noktalama görevini ise ise bir Fransız araştırmacısına verelim; François Georgeon’a:

… Abdülhamid’in tarih önünde aklanmasi yeni bir olaydır… Yıldız Sarayı’na ait arşivi dikkatli ve derinlemesine incelediğimiz zaman Abdülhamid’in kurumları, eğitimi ve adaletin işleyişini ıslah etmek için ne kadar çok uğraştığı ortaya çıkar. Bu arşiv çalışmalarının sayesinde reform harekâtının 1876 yılında sekteye uğramadığı, aksine zaman zaman hız bile kazandığı ve dolayısıyla Abdülhamid’i aslında Tanzimat hareketinin yenilikçi ve reformcu devamcısı gibi değerlendirmek gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Hatta Abdülhamid’in getirdiği bazı yenilikler vardı; Osmanlı devletinin olumsuz “imajını”

silmek ya da devletin taşra politikasını esnekleştirmek gibi… Şimdiye kadar rejimi, eserleri ve kişiliği ile ilgili ışığa çıkan tarihi gerçekleri değeayan ve aynı anda çağdaş olmanın gerektirdiği bazı nitelikleri taşıyan, ilginç bir devlet adamı portresi çizdiğini görürüz.

20 Abdülkadir Özcan’ın verdiği bu bilgi, Mehmet Tosun’un yayma hazırladığı 23. Yüzyılda Sultan II.

Abdülhamid’e Bakış ( stanbul 2003) adlı derlemede yer almaktadır (s. 14).

I Ur halk adamı

Mil et birbirini kırıp geçireceğine bırakırı beni öldürsün.

OSMANLI TAR H N N son büyük zaferlerinden birisi, Teselya’da Yunanistan’a karşı kazanılmıştır (1897).

Yunanlılar C Girit’te ve yeni çizilen sınır boylarında işgale kalkışınca Osmanlı ordusu 15 Şubat 1897’de bir

“çeyrek seferberlik” ilan etli.2 Osmanlı ordusu büyük devletlerin gözlerinin önünde Atina kapılarına dayandı. Bu uluslararası camianın o zamanlar Osmanlılardan asla beklemediği cüretkâr bir hareketti ve Düvel-i Muazzama sefirleri bu ani hücum karşısında donup kalmıştı. Hiç hesap etmedikleri bir şey olmuş

ve Gazi Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri neredeyse Atina sınırına kadar olan toprakları istila etmişti.

Beklenebileceği gibi büyük güçler harekete geçerek ateşkes ilan ettirdiler; ardından yapılan görüşmelerle Osmanlı ordusunun, Yunanistan’dan tazminat almak şartıyla geri çekilmesi 1 “Galip Paşa’nın Hatıraları: 4”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 9, Ekim 1966, s. 82.

Dikkat edin, tam seferberlik değil; çünkü Yunan ordusunu kendi dengi olarak görmüyordu devrin Osmanlı Erkân-ı Harbiyesi.

sağlandı (Lozan’da bu kadar yürekli olamadığımız için Yunanistan’dan muhakkak almamız gereken tazminattan dahi vazgeçmiştik).

1897 yılında Sultan II. Abdülhamid’in Yunanistan’a se-

Savaş yalnız sınırlarda olmaz. Savaş bir mil etin topyekün ateşe girmesidir. Eğer bu bü tünlük sağlanmamışsa zafer tesadüfi, yenilgi kaderdir.

Sultan Abdülhamid

ferberlik ilan edip de savaş açıldıktan sonra neler yaptığına bir bakalım: Bu sefer esnasında şehzadeler, ordunun en ileri hattında görev almışlardı. Sultan Abdülhamid, Serasker Rıza Paşa’nın ve diğer üst düzey komutanların ısrarıyla savaşa girmeyi kabul etmişti. Çünkü ona göre, Savaş yalnız sınırlarda olmaz. Savaş bir mil etin topyekün ateşe girmesidir. Eğer bu bütünlük sağlanmamışsa zafer tesadüfi, yenilgi kaderdir.3

Ama karar verilmiştir bir kere; padişah ve halife olarak ordunun başında o vardır. Fatma Pesend Hanım’m hatıralarında yazdığı dikkat çekici bir başka parçayı buraya almak istiyorum: Saraylı hanımlar askerler için sargı bezleri hazırlıyor, çamaşır biçip dikiyor, yatak çarşaflan yapıyorlardı.

Uyku durak yoktu. [Bizim daima zevk u sefa içinde olduğunu düşündüğümüz harem, gece gündüz askerlere çamaşır, çarşaf vs. yetiştirmeye çalışan bir atölye konumundadır o günlerde.] Bunlar bir köşeye çekilip birkaç saat kestiriyor, sonra yine işe sarılıyorlardı. kinci haznedar Zülfet Kalfa, dikiş dikenleri kontrol ediyor, arabalar dolusu getirilen kumaşları dağıtıp verilen model ere göre dikilmesini sağlıyordu.

Padişah her gün sırayla bir hastahaneye gidip, yaralıları ziyaret edip 3 Yukarıdaki sözleri eşi Fatma Pesend Hanım’a söylemiştir.

hatırlarını soruyor; ihtiyaçlarını öğrenip, sağlanması için gerekenlere emir veriyordu. Herkes savaştaydı; köylüsü de, padişahı da.

Yunanlılar bu gücün karşısında yenilmişler, bu gücün karşısında dünyanın parmağı ağzında kalmıştı.

Gecesi gündüzüne, gündüzü gecesine karışan sultan her işle, herkesle tek tek ilgileniyor, hatta hastaların ateşlerine bakıp, derecelerinin alınmasını isteyecek kadar ayrıntılara giriyordu. Şehit ailelerinin durumu incelenerek kimsesizler saraya alınıp yerleştirildi. Gazilere maaş bağlandı. Bütün bunların aksamaması için herkes canla, başla, pir aşkına hizmet veriyordu. Ama herkes her işe erişti ve kimse bakımsız kalmadı.

steklerini soran padişaha askerler hep bir ağızdan “Padişahım çok yaşa” diye karşılık verdiklerinden hünkâr sinirleniyor, “Bunların benim sağlığımdan başka şeylere de ihtiyacı olmalı, bunu kimden öğreneceğiz?” diye titizleniyordu. Sonunda bunlardan birinin her nasılsa savaşta bacağının koptuğuna değil, saatinin kırıldığına üzüldüğünü söylemesi Sultan’ı ağlatmış ve o akşam hastanedeki bütün askerlere birer saat hediye etmişti. Verdiği hediye kendisini tatmin etmiyordu.

Düşündü, taşındı, sonunda savaşta bacağını kaybeden bu yiğide kendi eliyle bir baston yaptı, hediye etti.

Marangozlukla ilgili şeylere yatkınlığı vardı ama şimdiye kadar hiç baston yapmamıştı; [yaptığı] ilk ve son baston bu oldu. Ve bu güzel davranış ev ev söylendi durdu stanbul mahallelerinde.4

Doğurmakla çocuğun senin

mi olacak sanmıştın? Ne

hayal! Sarayda doğan çocuk,

sarayındır, yani milletin!

(II. Abdülhamid’in annesi

Perestû Sultam’m Fatma

Pesend hanıma uyarısı)

4 smet Bozdağ, Harem Penceresinden Sultan Abdilhamid, 2. baskı, stanbul 1995, Emre Yayınları, s. 65-66.1902 yılmda stanbul’a gelerek sağlık kurumlarını gezen ve şehrin hastaneleri hakkında bir kitap yazan Chicagolu doktor Nicholas Senn, Yıldız Sara-yı’ntn bahçesinde 1897 Yunan Harbi’nden kalma sakat veya hasta askerlerin tedavi edildiği barakaları gördüğünü nakletmektedir. Yani savaştan 5 yıl sonra bile Yıldız Sarayı’nın bahçesinde 200 kadar hastaya hizmet verilmekteydi. Bkz. Hasan Fevzi Ba-tırel, “Yüzlerini utanç kaplamalı”, Tarih ve Medeniyet, Sayı: 41, Ağustos 1997, s. 39.

Örnek bir Padişah eşi: Fatma Pesend Hanım

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Osmanlı topraklarının üçte biri Rusya’nın işgaline uğramıştır.

Kıbrıs da Ruslara gözdağı olsun diye ngilizler tarafından işgal edilmiştir. Kurtlar puslu havayı severmiş.

Ne kadar doğru… Bu ağır bunalım ortamında iki Fransız banker (Lorando ve Tubini) Abdülaziz’e verdikleri borçları geri alamayınca Fransa hükümetini harekete geçirirler. Fransa da Midil i adasına el koyar ve Osmanlı Devleti bu iki bankere olan borcunu ödeyinceye ka dar da adayı boşaltmayacağını bildirir.

Fransa’nın verdiği süre 1901 Kasım’mda bitiyordur. Bu tarihe kadar Osmanlı hazinesi 500 bin altın olan borcunu ödeyemediği takdirde Midil i, kayıp topraklarımıza eklenecek, sınırlarımız bir adım daha geriye çekilmiş olacaktır. Vaktiyle hesapsız kitapsız alman ve âtıl yatırımlara giden borç, faizleriyle üstelik tam 750 bin altına yükselmiş durumdadır.

Sultan Abdülhamid işte bu daglaşan borcu ödeyememenin sıkıntısı içerisinde kıvranmaktadır. Onun bu sıkıntısı, tabiatıyla haremde kadınlar arasındaki fısıltı trafiğine dahil olmuştur. Fatma Pesend Ha mm ve saraydaki kalfasının, onun yaşadığı sıkıntının farkında olduklarını biliyoruz.

Fatma Pesend Hanım, günün birinde kocasının huzuruna gelerek, “Acaba cihan Padişahını bu kadar kaygılandıran şeyin ne olduğu bana söylenemez mi?” deyince, Abdülhamid, “Bilmiyor musun? Midilli meselesi. Ne yapacağımı daha kestiremedim” cevabını verir. Fatma Hanım’ın karşılığı ise şu olur: “Ben de bunun için geldim. Siz ve ben bir aileyiz. Ailede dertler de, mutluluklar da ortaktır.” Bu söze Abdülhamid,

“Ne demek istediğini anlıyorum ama, teşekkür ederim” diye cevap verir, hanımının parasını devlet işlerine karıştırmak istemez bel i ki. Ama Fatma Hanım ısrarlıdır: “Ben size sıkıntınıza sebep olan paranın hiç değilse bir bölümün verebilirim… Belki de tamamını.” Fatma Pesend Hanım zengin bir ailenin kızıydı.

Babasından kalma hatırı sayılır bir mirasa konmuştu. Abdülhamid bu parayı nasıl geri Şahsiyeti ¦ 65

1 ödeyeceğini düşünür: Fatma Pesend Hanım’ın cevabı müthiştir: “Bu devlete benim borcum yok mu, dersiniz! Geri isteyen kim?” Öyle ya, bu devlet sayesinde yetişmiş, onun sayesinde bu nimetlere erişmiş, saraya kadar girmiştir. Devlete olan borcunu ödemek istemektedir. Beklediği fırsat ayağına gelmiştir bir bakıma…

Abdülhamid çok uğraşır hanımını vazgeçirmek için. “Çok gençsin… Önünde uzun yıllar var… Benim fazla bir miras bırakacak durumda olmadığımı senin bilmen lazım… Hayatın insanın önüne ne dökeceği bel i olmaz…” der. Fakat Fatma Pesend Hanım, parayı özellikle vermek istediğini söyler. Çok duygulanır Sultan Abdülhamid ve parayı alır. Faizleriyle birlikte 750 bin altına yükselmiş olan borcu pazarlıklar sonucu 502

bin altına indirtir. Büyük bölümünü hanımından aldığı parayla tamamladığı bu borcu ödeyerek Midil i adasını Fransız işgalinden kurtarmayı başarır.

Şahsî servetiyle devlete olan borcunu ödediğini düşünen ve bundan gurur duyan bir saraylı olarak hayırlayad edilmeyi hak ediyor Fatma Pesend Hanımefendi.5

Görüyoruz ki, Sultan Abdülhamid, halkıyla bütünleşmeye kararlı, onlara güvenen ve yardımcı olmak için etrafını seferber rdebilen bir padişahtı. Halk onu anlamıştı. Bunu biliyordu. Fakat entelektüel erin kendisini anlamayışlarına üzüldüğünü sık sık ifade etmiştir. Anlaşılması zor bir pozisyondaydı. Kabul. Ama galiba biraz da kabahat kendisindeydi. Saraya kapanmıştı ve görünmeden varolmanın formüllerini arıyordu.

Kendisi önemli değildi onun gözünde; ve varlığını bir sis gibi salmıştı loplumun damarlarına. Bu garip sis, portresinin sağlıklı bir şekilde algılanmasına da engel oluyordu ister istemez.

Velhasıl, siyasî ve kültürel tarihimiz açısından Sultan Abdülhamid, sonradan ayrışacak ve keskinleşecek bir büyük yol

kavşağında bütün ihtişamıyla hâlâ duruyor ve bizden anlaşılmayı bekliyor.

Abdülhamid’i çağındaki diğer yöneticilerden ayırd eden şey neydi? Onu, modern tarihimizin seyri içinde benzersiz kılan ve bugüne kadar yaşatan etkenler nelerdi? Yoksa o hâlâ hazmedemediğimiz bilgi ve fikirleri taşıyan bir “saatli bomba” özel iğine mi sahipti?

Hanımı Fatma Pesend Sultan’ın bütün masrafı Hazine-i Hassa’dan, yani padişahın şahsî tahsisatından ödenen 1897 Yunan Harbi sırasında sarayın durumunu anlatan satırları, bugünkü yöneticilere ibret numuneleri taşımaktadır:

“Harem” denilince maalesef zihnimizde oryantalist tasavvurun tesiriyle tamamen pasif, herhangi bir eğitimden nasibini almamış, iradeleri el erinde olmayan esirelerin, hatta özne olamayan bir takım hatun kişilerin bulunduğu daire anlaşılıyor. Halbuki bu kadınlardan her birinin kendilerine göre bir dünya anlayışı, padişaha ve devlete bakışı, hatta iktidar hırsı vardı. Al ah’tan ki, Ayşe ve Şadiye Osmanoğlu gibi kızlarının hatıratları yanında eşlerinden Fatma Pesend Hanım’ın hatıraları yayınlanmış bulunuyor da Abdülhamid devrinde haremin perdesini bir parça aralayabiliyoruz.

Yalnız son derece ilginç bir tarafı var Fatma Pesend Hanım’ın hatıralarının: Sultan Abdülhamid ve hareminin devlete ve mil ete bakışlarını öğretiyor. Böylece, harem mensuplarının, bırakın bir punduna getirip ceplerini, koyunlarını doldurmayı, öz mallarını dahi devlet için nasıl bir kalemde gözden çıkarabildiklerini görme imkânını buluyoruz.

Bir ailesinden kendisine miras kalmış parayı vatan ve millet uğruna gözünü kırpmadan harcayan hanımları düşünün, bir de mil etten ve devletten ne kopartabilirim diye hesap kitap yapanları. Hadi çahp çırptıklarına bir şey demiyoruz ama bu ikinciler,

k.ılkıp da birincilere ‘hain’ dahil demediklerini bırakmıyorlar mı, işte sigortalarım asıl o zaman atıyor.

Hastaneleri gezip yaralılarla ilgilendiğini söylemiştik Sul-l.ın’ın. Savaş sırasında bir gün bacağını kaybetmiş bir askerin I Kilinden çok müteessir olan Padişah, bu gaziye acısını unutturmak istemiş.

Marangozluk da elinden geldiği için gazinin yürürken işine yarayacak bir baston yapmış ve kendi eliyle getirip ona hediye etmiş. Rivayete göre bu güzel davranış yıl ar yılı stanbul mahallelerinde bir efsane

gibi söylenmiş durmuş/’ Nitekim I894’de vuku bulan büyük stanbul depreminde nasıl bir gönül ü önder olarak toplumun önüne geçtiğini ve halkın yaralarının kırılması için bizzat kendi cebinden yardımlar yaptığını, halka “Yanınızdayım!” mesajı vermek için çırpındığını binlerce belge üzerinden görme şansımız var.

Depremden sonra II. Abdülhamid’in fahrî reisliğinde bir yarıl im komisyonu kurulmuş, ilk yardımı da Padişahın kendisi yapmış (1000 lira). Şelızadeler ve diğer geçmiş padişahlar için ‘ 00 lira daha yardım yapan Abdülhamid, ileriki günlerde 5000 lira daha yardımda bulunmuştur. lginç olan nokta, bu son yardımın 2000 lirasının “eğitim gören öğrencilere” verilmesi şartının getirilmiş olmasıdır.

Bir Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in deprem sonrasında Afyon’a yaptığı ziyarette otomobilinden dışarı çıkamayışı-111 düşünün, bir de Sultan Abdülhamid’i hastanede yataktan yalağa koştururken gözünüzün önüne getirin…

Ve hangisi Cumhuriyet, hangisi Saltanat siz karar verin.

h smet Bozdağ, age, s. 65-66.

‘ Hazırlayanlar: Mehmet Genç-Mehmet Mazak, stanbul Depremleri: Fotoğraf ve Belgelerde 1894

Depremi, stanbul 2000, GDAŞ Yayınları, s. 47.

II. Abdülhamid’in insan yüzü

Ah beyefendi, siz bilmiyorsunuz,

tanımıyorsunuz. Pederim gibi merhametli,

akıl ı bir padişah ne gelmiş, ne gelecek!…

Zamanla anlayacaksınız ya…1

Şehzade Abdürrahim Efendi, 1909

SULTAN ABDÜLHAM D, sandığımızdan çok daha zengin tayflara sahip bir insan. Bir taraftan Afganistan, Çin ve Japonya’ya slamı tebliğ için heyetler gönderiyor (Japonya’daki Ertuğrul faciasını unutmak mümkün mü?); diğer taraftan da Ruslarla sanatkârca bir diplomasi oyunu oynuyor. Siyasî tarafı ise başlı başına uzmanlık alanı olabilecek kadar geniş bir konudur ki, ileride geleceğiz ona da.

Sultan Abdülhamid’in beni heyecanlandıran yönlerinden biri de insan tarafıdır. nsan olarak Abdülhamid, sarayın dışından göründüğünün tersine, son derece yumuşak huylu, halim selim, konuştuğu zaman hikmetli konuşan, karşısındaki insan düşmanı dahi olsa onu etkileme kabiliyetine sahip bir kişilik olarak çıkar karşımıza.

‘Galip Paşa’nın hatıraları 4″, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 9, Ekim 1966, s. 83.

Şahsiyeti ¦ 69

Onu yakından görmüş ve sözde dostluğunu kazanmış olan Yahudi asıllı casus-Türkolog Arminius Vambery, Sultan hakkın-.l.ı şunları anlatıyor:

Sultan Doğuda rastlanan en kibar, en şefkatli, nazik ve değerbilir prenslerden biridir. Aşın derecede mütevazı ve gösterişsiz davranışı, yumuşak sesi, uysal ve hatta yumuşak bakışı bir elçiye güçlü bir padişah, 30 milyon insanın hakiminden çok, zaval ı bir ikinci sınıf efendi intibaını verir.2

Abdülhamid Han o kadar mahviyetkâr bir insandır ki, kendisiyle görüşmeye gelen insanların, meğer ki nefret edeler, onun karizmatik şahsiyeti yanında tevazusuyla karşılaştıklarında bulun defans sistemleri çözülüyordu. II. Meşrutiyet’in ilanını müteakip yeniden toplanan Meclis-i Mebusan’ın açılışına Padişah’in da teşrif etmesi, pek ‘azılı’ çok muhalifini heyecana boğmuştu; bu arada Jön Türklerin Paris’teki liderlerinden olup o sırada Meclis Başkanı bulunan Ahmed Rıza Bey’i onun elini öpmeye iten saik de insanlar üzerinde uyandırdığı bu saygı olmalıdır (bir başka mebus ise yere kapanarak ayaklarını öpme girişiminde bulunmuştu!).

Son derece zeki, çabuk kavrayışlı ve hazırcevap olmasına rağmen ancak uzun ve derin bir düşünme sürecinin ardından ve karşısındakinin görüşlerini iyice anladıktan sonra kendi fikrini açıklayan, sonuna kadar ihtiyatlı bir şahsiyet vardır karşımızda. Hatta pek çok konuda devrin devlet ve ilim adamlarından rapor ve görüş ister, onlardan gelen değerlendirmeler arasından tercihini yapardı. Bunu kendisi de hatıralarında söylemiştir zaten:

Ben hiçbir vakit haşa müstebitlik etmedim. Mutlaka kendi fikrimin de kabul olunmasını istemedim. Cumhur da olsa

2 Mim Kemâl Öke, Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve ngiliz Ajanı Yahudi Vambcry, 2. baskı, sanbul 1998, rfan Yayımcılık.

tabi dir ki kendi fikrini vükelâsına bildirecek… Benim fikrim bu meselede şu merkezdedir.. Siz de müzakere edin.. Kabul ederseniz icra edersiniz.. Bir mahzur varsa tabiî icra edilemez demeğe hakkı vardır. Ben de bu hakkı isti’malden başka bir şey yapmadım.3

Ayrıca kuvvetli bir istihbarat örgütü kurmuştur. Boğaz’dan önemli bir zâtın (devlet adamı, yazar, şair ve

sanatçının) geçtiğini haber alınca onu saraya getirtmek için birilerim yol ar ve ne Bît Sultan’m günlük hayatı

Semih Mümtaz S. diye bildiğimiz eski istanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Reşid Mümtaz Paşa’nm oğlu (Reşid Mümtaz Paşa da Mustafa Reşid Paşa’nm kendi ismini verdiği bir yetiştirmesidir) 1946 yılında Evvel Zaman çinde adlı ufak bir kitap yazmıştu. Kendisi bir paşa ailesinden geldiği için küçük yaştan itibaren sarayda bulunmuş olup Sultan Hamid’in insanî yönünü, en sağlıklı müşahede edenlerden biridir.

Kitabından bazı örnekleri aktaralım.

Abdülhamid’in en büyük özel iklerinden birisi iyi giyinmesiymiş. nsanların karşısına temiz, muntazam ve iyi bir kıyafetle çıkarmış. Fakat kanepe üzerinde diz üstü oturduğunda ve namaz sırasında elbiseleri sık sık kmşır, insanların karşısına da böyle kırışık elbiselerle çıkmayı uygun bulmadığı için günde 2-3 defa elbiselerini değiştirir-miş. Sultan Abdülhamıd daima ceket giyiyor ve düğmelerini daima boynuna kadar ilikli tutuyor. Ziya Şakir’e bakılırsa, ölüm döşeğin-deyken elbisesini çıkarmamış, kimsenin karşısına gömleğiyle dahi çıkmamıştır.4

3 M. Metin Hülagü, Sultan U. Abdülhamid’in Sürgün Günleri: Hususi Doktoru Atıf Hüseyin Bey’in Hatıratı, stanbul 2003,Pan Yayıncılık, s. 224.

4 Aktaran: Ziya Şakir, Sultnn Hamid’in Son Günleri, stanbul, 1943, Mual im Fuat Gü-cüyener Anadolu Türk Kitap Deposu, s. 261 (“Bu haliyle de, henüz sokaktan gelmiş Ceketinin mendil cebine incecik bir kordonla saatini koyar, mendilini ise daima sol kolunun içine sıkıştınrmış. Boyun bağları daima ve mutlaka çoraplarının rengine uygun olup her zaman beyaz gömlek gîyermiş. Yerli kumaştan yapılma elbiseleri tercih ediyor; etra-. fmda Avrupa malı giyinmekle iftihar eden vezirlere paşalara, “Ben | sizin kadar lüks giyemiyorum, benimki halis Hereke malı” diyerek onları da yerli mal kul anmaya teşvik ediyormuş.5 Sarayda başı açık geziyor ancak namaz kılarken takke giyiyormuş.

sraf haramdır; prensiplerinden birisi de buydu. Abdülaziz’in o şatafatlı ve ağır borçlara batmış hazinesini, büyük kısmı bir vaziyette i ittihatçılara teslim etmesi de bu sıkı prensibinden kaynaklanıyor.6 Kendi alışverişini yapan ağalara tek tek hangi malı kaç kuruşa aldıklarını soruyor, hatta ‘Daha ucuza alamaz miydin?’ diye sorguya çekip sarayın mutfak harcamalarını dahi bizzat kontrol ediyormuş. Haremde hanımları ve haznedarlarından başkasıyla gö-rüşmüyormuş. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde halayıkların, haznedarların, bekâr sultan ve şehzadelerin koşup eğlenmelerinden hoşlanıyor ve hatta aralarına girip muziplik yapıyor ve şakalaşı-yormuş kendileriyle.

de, biraz istirahat etmek için elbisesiyle yatağına uzanmış yorgun bir insana benziyordu”) Ayrıca bkz.

Hülagü, a$c, s. 345. Atıf Bey, öldükten sonra elbisesini ancak kesmek suretiyle üzerinden çıkartabildiklerini söyler. Nitekim Fatih Sultan Mehmed de son seferi sırasında Gebze’de vefat edince, kaftanı kesilerek üzerinden çıkartılmıştır ki, bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bu kol arı kesik haliyle teşhirdedir. ‘ Bu kumaşları diken resmî terzisinin, zamanın Avrupa moda dünyasının başını çekenlerden Hollanda uyruklu Jean Botter olduğunu hatırlatalım. Bkz. Afife Batur, “Bot-ler apartmanı”, Dünden Bugüne stanbul Ansiklopedisi, dit 2, stanbul 1993, s. 312-314.

‘ Abdulhamid bütçeleri ve dış baskılar hakkında Engin Deniz Akarlı’nın basılmamış doktora tezine bakınız:

“The Problems of External Pressures, Povver Struggles, and Budgetary Deficite in Ottoman Politics under Abdulhamid II (1876-1909): Origins and Solutions”, Princeton Üniversitesi 1976. Şevket Kâmil Akar’m yakınlarda yaptığı doktora tezi daha teknik olmakla birlikte Abdulhamid dönemi bütçelerini sağlıklı bir şekilde incelemek için gerekli malzemeyi sunmaktadır: “1876-1877/1908-1909 Mali Yılı Bütçelerine Göre Abdulhamid Dönemi Maliye Politikası” (Doktora Tezi) stanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ktisat Tarihi Bilim Dalı, 1998.

yapıp ederler, onu saraya getirtirlermiş. Davetli kendisinin ağırlanmaya layık olmadığını anlatmaya çalışsa da, padişah iltifatlarda bulunur, hediyeler verir ve bir nişan takarmış göğsüne. ‘Siz değil mi ki, bizim topraklarımızdan geçtiniz, ileride çoluk çocuğunuza, etrafınıza gösterirsiniz; siz güçlü kalemi olan birisiniz, gördüklerinizi anlarsanız bizim için yeterli’ dermiş. Bunlar toplumlarının önündeki insanlar; onlar aracılığıyla kamuoylarına ülkesi hakkında olumlu mesajlar vermeye çalışmıştır.

Haremde kadın olarak hanımları ve hazinedarlarından başkasıyla görüşmezdi. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde halayıkların, hazinedarların, bekâr sultan ve şehzadelerin koşup eğlenmesinden hoşlanır, hatta bazan aralarına girerek muziplikler yapar, şakalaşırdı. Temizliğe çok düşkün olduğu için daima elinde gezdirdiği AtkinsoH marka kolonya şişesini bir kaç saat içerisinde sürer, bitirirdi. Kilercibaşı Hüseyin Efendi’nin dediği doğruysa, iştahı da yerindedir; sıcakların bastırdığı günlerden birinde tam iki sürahi suyu afiyetle içmiştir!

Bir başka ilginç hadiseyi daha zikrediyor Semih Mümtaz.

Bir gün Abdülhamid, Başvekili Ahmed Vefik Paşa’yı çağırır ve gece sarayda kalmasını “emreder”. Paşa bu emr-i vâkiye hayır diyemez. Sarayda kalır kalmasına ama gözüne bir türlü uyku girmez. Çünkü yatak, ipekler içindedir: çarşaf ve yastık yüzleri ipektendir, yorganlar ipekli ve sırmalıdır. Yatakta ne zaman bir yandan öbür yana dönmeye kalksa bir hışırtıdır gider. Elini oynatsa “fııış” diye bir ses duyar. Gece boyunca bir o yana, bir bu yana döner durur. Sabahı zor eder. Ve ertesi gün evine gidip derin bir uyku çeker.

Benzer İçerikler

Oblomov-İvan Gonçarov

yakutlu

Balkanlar’da İslam Medeniyeti-1. Milletlerarası Sempozyumu Tebliğleri, Sofya, 21-23 Nisan 2000 Online Kitap Oku

yakutlu

DUYULMAYAN ANLAM ÇIĞLIĞI-VIKTOR E. FRANKL

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy