Abus…
Merhametin hor görüldüğü, iyiliğin suç olduğu, vicdanı kara şehir…
Ve öyle bir şehir ki; iklimi yumuşak, toprağı verimli, havası temiz, suyu berrak, kaynakları bol… Denizin kokusu üzerinde… Baharda açan pembe beyaz çiçeklerin kokusuyla birlikte…
Var mıdır dünyada böyle bir şehir?
Hayal ürünü müdür Abus yoksa gerçek midir?
Orasını okur kestirecek…
“Lakin dünya karanlığı da sever, yapamaz onsuz da neticede. Şarttır hatta… Ağlayan da gülen de daha samimidir gecede. Gizlenmek, gizlemek kolaylaşır. İnsan saklanmaya da ihtiyaç duyar, nihayetinde. Gözyaşlarını, çılgın kahkahalarını, dışarıya fışkıran hasedini, şerrini, yumuşaklığını, zavallılıklarını, şehvetini, tutkusunu… Muhafazalı bir kutuda sakladığı her hissini, tabiatının göstermek istemediği taraflarını isterse karanlıkta açığa çıkarır. Kutuyu karıştırıp ortaya dökmek daha kolaydır gecede. Karanlık, yalnızlığın da süsüdür. Günahlar içine gömülmeye ve unutulmaya bırakılır. Belki de o yüzden kararmıştır gece. Kim bilir? Her ne ise… Gündüzün ışığı ne kadar gerekliyse gecenin karası da ihtiyaçtır.
Abus şehrinin insanları da birazdan gecenin kollarına bırakacaklar kendilerini. Bazıları gevşeyerek, bazılarının iç sıkıntısı artmış bir hâlde, bazılarının ise içleri kıpır kıpır… Kimileri de bütün gün kendilerini sıkıp, her ne sebeple olduğunu onlar bilir, içlerinde tuttukları nefesi bırakmak için…”
Abus şehrinde akşam oluyor. Kızıl Top bugün de dünyanın bu yüzünde sergilediği rolünü bitirmek üzere… Sahneden çekilmesine saniyeler kaldı. Aslında o seyirci, Dünya onun etrafında döne döne dans ediyor. Tercih de tahayyül de sizin… Sahneye siyah perdenin çekilme vakti gelmiş ve Kızıl Top ayrılırken görevi; ışığından azıcık bağışladığı sessiz, mülayim ve ona hep sadık âşığına bırakıyor. O bu gece hilâl… En zarif hâliyle yavaş yavaş belirginleşiyor gökyüzünde… Şehirlerin üzerlerine geceleri serilen siyah örtü her zaman gerekli. Ama Kızıl Top’un zarif asistanının bu yırtıcı karanlığın zifirine gücü yetmese bile meydan okuması hem lüzumlu hem de takdire şayan bir durum. Öyle güzel bir kandil ki… İnsan var oldu olalı sevmiş onu. Yârenlik etmiş geceleri, konuşmasa da dinlemiş dertleri. Kimisi yüzünü ağlarken, kimisi gülerken görmüş onun. Hiç sadakatsizlik yapmamış insana. Canını hiç sıkmamış. Ne sıcaktan bunaltmış ne soğuktan dondurmuş. Bazen utanarak saklamış bir yanını, bazen yüzünün tüm güzelliğiyle görünmüş gökyüzünde. Ama insanı hiç yalnız bırakmamış… Lakin dünya karanlığı da sever, yapamaz onsuz da neticede. Şarttır hatta… Ağlayan da gülen de daha samimidir gecede. Gizlenmek, gizlemek kolaylaşır. İnsan saklanmaya da ihtiyaç duyar, nihayetinde.
Gözyaşlarını, çılgın kahkahalarını, dışarıya fışkıran hasedini, şerrini, yumuşaklığını, zavallılıklarını, şehvetini, tutkusunu… Muhafazalı bir kutuda sakladığı her hissini, tabiatının göstermek istemediği taraflarını isterse karanlıkta açığa çıkarır. Kutuyu karıştırıp ortaya dökmek daha kolaydır gecede. Karanlık yalnızlığın da süsüdür. Günahlar içine gömülmeye ve unutulmaya bırakılır. Belki de o yüzden kararmıştır gece. Kim bilir? Her ne ise… Gündüzün ışığı ne kadar gerekliyse gecenin karası da ihtiyaçtır. Abus şehrinin insanları da birazdan gecenin kollarına bırakacaklar kendilerini. Bazıları gevşeyerek, bazılarının iç sıkıntısı artmış bir hâlde, bazılarının ise içleri kıpır kıpır… Kimileri de bütün gün kendilerini sıkıp, her ne sebeple olduğunu onlar bilir, içlerinde tuttukları nefesi bırakmak için…
Akşamın karanlığında sokak lambası altına oturmuş belli ki evsiz bir kadın, üç yaşlarında, ağzı burnu kir pas içindeki kızını susturmaya çalışıyordu. Muhtemelen o akşam için evi bellediği binanın kaldırıma yakın pencerelerinden birinin pervazına, sahip olduğu üç beş eşyayı yığmıştı. Kirden rengi belli olmayan bir şiltenin üzerinde bazı yerleri delik bir battaniye ve küçük bir yastık duruyordu. Denizden gelen esinti yüzünden çocuğun üstünü o yırtık battaniye ile örtmeye çalışıyor ama mızmızlanmasına mâni olamıyordu. Deniz kenarındaydı Abus şehri. İklimi yumuşak, toprağı verimliydi. Dünyada insanın en rahat yaşayabileceği topraklardan birindeydi. Havası temiz, suyu berrak, kaynakları bol bir şehir…
Dünya bildiğimiz âlem de değil artık. Bir zamanlar sekiz milyardan fazla insan yaşayan yeryüzünde nüfus yarıya inmiş. Sıcak savaşlar, ekonomik savaşlar, biyolojik savaşlar, açlık, tabiatın hor kullanılması sonucu ortaya çıkan salgın hastalıklar; hırs, açgözlülük, kaynakların tükenme korkusunun terörle birleşmesiyle işlenen cinayetler, milyonlarca insanın kıyımına sebep olmuş. İnsanlar belki bencillikleri, belki hayata bakış açıları, sayılamayacak kadar çok bir sürü belkiden dolayı çocuk sahibi olmaktan kaçınmış. Böylece de nüfus eriyip gitmiş.
İdeolojik, ekonomik, hukuksal teorilerin çoğu çökmüş ya da tahrif olmuş. Bilerek ve kasıtlı olarak dinî, ahlaki, sanatsal ve estetik anlayışlara akla hayale gelmeyecek şekilde zarar verilmesi neticesinde de ortaya çıkan yeni insanlık… Dünya bir tuhaf, şaşırtıcı, akıl almaz bir hâlde… Sanki her şey paramparça olmuş da tekrar birleştirelim derken parçalar karışmış, birbiriyle uyumsuz hilkat garibesi fikirler, teoriler, anlayışlar ortaya çıkmış. Milletlerin birbirine girdiği, ülkelerin dağıldığı, her şehrin başlı başına bağımsız ve kendine ait bir idareyle yönetildiği yeni düzenlerin cari olduğu bir dünya…
Şehrin kalabalığının azaldığı saatler. Beş yaşlarındaki erkek çocuğunun elinden çekiştirerek yürüyen asık suratlı bir kadın, sokak lambasının altında ağzı burnu kir içindeki kız çocuğuyla oturan pejmürde kadını görünce nefretle o tarafa doğru tükürdü. Bu bir dilenci değildi. Çünkü bu şehirde insanların birbirinden bir şey istemesi gibi bir durum akıllara bile gelmezdi. Aşağılık ve zavallı görüntüsü, yüzüne tükürülmek için yeterli sebepti. Fakat ne olduysa annesinin tükürmesinin hemen ardından, oğlu; kadının elinden kurtulup fukaranın çocuğunun yanına gitti ve küçük kızın elini tutup gülümsedi. Olacak iş değildi bu! Baldıran Apartmanı’nın yakınlarında gerçekleşen bu sahneyi bıkkın ve bitap evine dönen Yersiz görmüştü. Abus şehrinde nadir görülen, ürkek ve nahif hâliyle her zaman insanların antipatisine maruz kalmış adamcağız, (hoş, kimse kimseye sempatisini de göstermezdi) garibanın kızının yanına kendi gitmiş gibi korkmuştu. Çocuk şimdi de kir pas içindeki kızın yanına çöküp elindeki şekeri ona verdi. Annesi olayı bir görenin olup olmadığını korku dolu gözlerle araştırırken oğlunu çekip almak için can havliyle üzerine atıldı. Çocuk o esnada daha da ileri gitmiş, evsiz kızı kendince ısıtmak için ona sıkı sıkı sarılmıştı. Yersiz olduğu yerde kalakaldı! O esnada Baldıran Apartmanı sakinlerinden evlerine dönmekte olan Kâbus ve on sekiz yaşındaki oğlu Sırlı da bu garip sahneyi hayretle seyre daldılar. Sırlı şehirde tebdili kıyafet gezen müfettiş var mı diye korkuyla etrafına bakınırken, kısa boylu tıknaz bir kadın pantolonunun arkasına sakladığı copu çıkartarak, karşı kaldırımdan hızlı adımlarla ve sırıtarak olay yerine geldi. “Ne güzel çocuk yetiştirmişsin sen böyle?
Vay! Okula gitmiyor mu senin bu veledin?” Çocuğun annesi telaşla: “Tabii ki gidiyor! Sadece bir an elimden kaçtı. Oyun oynadığını sanıyor, görmüyor musun?” derken, sesindeki endişeyi saklayamıyordu. “Yok ya! Geri zekâlı mı var lan senin karşında? Şu pisliğin bebesine şeker verdi, üstüne üstlük bir de sarıldı. Sen böyle mi çocuk yetiştiriyorsun? Sizin gibiler yüzünden ülke elden gidecek, düzen bozulacak şırfıntı! Evde babasıyla sarmaş dolaş sevgi nağmeleri mi söylüyorsunuz veledinize? Madem yetiştiremiyorsunuz, vereceksiniz bize!” Nereden çıktığı belli olmayan zırhlı iki polis de müfettiş kadının yanında bitivermişlerdi. Kadın polislere döndü: “Alın çocuğu! Teste tabi tutulacak.” Sonra çocuğun yüzü mosmor olmuş annesine bakıp haz duyduğu kötülüğünün gücüyle: “Testten geçemezse hangi şehre postalanır veledin, biliyorsun değil mi?” dedi. Yanındaki zırhlı polislerden biri yılışıkça sırıttı: “Homoların şehrine satar bunu hükûmet! Orası da dünyanın öbür ucunda, bir daha da ömrü billah göremez veledini. Hem baksana, anası da homo gibi yetiştiriyor zaten!” derken öbür polis kahkahayı patlattı.
Çocuğun annesi son bir ümitle müfettiş kadının ve polislerin üzerine yürüdü: “Hadi oradan! Siz onun nasıl küfrettiğini bir duyun da ondan sonra ağzınızı açın gerzekler!” Sonra hışımla dönüp yerde oturmuş aval aval bakan gariban kadını göstererek: “Şu pisliğin sıçan suratlı bebesini önce ele geçirip sonra canına okumak için yaklaştı benim oğlum onun yanına! Nerede sizde o zekâ!” diye bağırdı. “Hadi ya! Öyleyse söyle de çaksın sümüklünün ağzına bir tane!” Kadın bir an afalladı sonra oğluna doğru öfkeyle: “Vur ona!” diye bağırdı.
Çocuk önce annesine sonra da biraz önce şeker verdiği küçük kıza baktı: “Hayır, neden vuracakmışım?” Kadının sinirden yüzü gözü kan çanağına dönmüştü. Sabrının son raddesinde tekrar: “Vur, dedim! Vur!” diye haykırdı. Çocuk tam elini kaldıracakken küçük kız gülümsedi. Seyircilerin nefesini tuttuğu birkaç saniyelik bakışmanın ardından çocuk kıza gülümseyip elini indirdi. Orada bulunan, olayı seyreden herkes biliyordu olacakları; bu oğlan çocuğunun başına gelecekleri… Sorguya alınacak, zorlu testlerden geçecek. Geçemezse mi? İşte o zaman vay hâline! Müfettiş kadın umursamaz tavırlarla polislere eliyle çocuğu almalarını işaret etti: “Haydi gülüm! Haydi minnoş! Testten geçerse söylersin bu mavraları!” Sırlı, iki küçük çocuğu alıp kurtarmak iştiyakıyla onlara doğru hamle yapmaya yeltendiğinde annesi Kâbus, parmaklarını oğlunun koluna geçirdi ve buz gibi bakışlarıyla onu durdurdu.
“Sakın! Baksana, salak karı bebesini nasıl yetiştirmiş. Hak etti! Nesil böyle yetişirse bu şehir batar! Anla artık bunu ve sen de ayağını denk al!” Kadının artık oğlunun asiliğine ve edepsizliklerine canı tak etmişti. Tahammülü sıfır noktasında, tehdit etti: “O kuş beyinli baban ağır ceza hâkimi diye yırtarım sanıyorsun da böyle devam edersen gün gelir o bile kurtaramaz seni!” Sonra sadece kendi duyabileceği bir sesle mırıldanarak oğlunu sürükleyip evlerinin yakınlardaki marketin yolunu tuttu. “Benim neydi günahım, nerede yanlış yaptım da bu oğlan böyle utanmaz, böyle sefil oldu?” Çünkü iyilik yapmak Abus şehrinde utanmazlık, vicdan sızlaması ise bayağılıktı. Sırlı’nın midesi bulanıyordu.
O çocuk testi geçemezse homoların şehrine gönderirlerdi. Kalbi sıkışıyor, içindeki öfkeye hâkim olamıyordu. Eve gidip, annesinin dırdırını çekecek hiç hâli yoktu. Kadın aniden döndü: “Sen bugün okuldan sonra işe gitmedin mi?” Sırlı okuldan hariç zamanlarında ve hafta sonları bir lojistik firmasında vardiyalı olarak çalışıyordu. Ailesi varlıklı olmasına ve on dokuz yaşına kadar özellikle lise öğrenimi bitene dek ona bakmakla yükümlü olmasına rağmen çocukluğundan beri hiç boş durmamış, nerede iş bulduysa orada çalışmıştı. “Gittim tabii ki. Şimdi bir arkadaşımla buluşacağım.” Kadın daha ağzını açamadan oğlu sıvışıp deniz kenarına doğru yollandı. Annesi kontrolü kaybetmeyi yedirememiş ama yine de kuyruğu dik tutmaya çalışan bir insan tavrıyla mırıldandı: “Hah! Arkadaşmış! O da ne demekse!” Sırlı iç sıkıntısını, kendini bildi bileli bu şehrin ona yaşattığı acıyı hep denize boşaltmaya çalışırdı. Oradan beslenir, o derin ve anlamlı gülümsemesi yüzünde; bir gayret, bir ümit yine yoluna devam ederdi.
Oturdu tenhadaki bir banka. Cılız bir kedi ne hikmetse ayaklarına sürünmeye başladı. Çünkü o şehirde kediler, köpekler insanlardan kaçarlardı. Zavallılar bilirlerdi tabii her hâlükârda tekme yiyeceklerini. Ne cüretti böyle bu kedinin yaptığı! Sırlı korkusuzca kediyi kucağına aldı, birinin görme ihtimaline aldırmadan. Çantasının diplerinde öğlen yemeğinden kalma sandviçin yarısını bulup kucağına yayılmış olan kediyi beslemeye başladı. Bir yandan da tüylerini okşuyordu. Bu iğrenilesi şefkati, şehrin genel ahlak anlayışına mugayir aşağılık tavrı neyse ki gören yoktu! “Biliyor musun, kedi? Benim seni sevmem yasak bu şehirde. Ne beklentim var senden diye düşünür bu insanlar?” Denize gözlerini dikip kendi kendine güldü: “Hah şeker vermiş kıza! Bu dünya boğuyor beni! Özellikle de bu şehir! Hatta daha beterleri de var biliyor musun? Öyle şehirler, öyle ülkeler var ki dünyada, hepsi ayrı ayrı ciltlerce romana konu olabilecek kadar garip… Yani, bence garip. Başka türlüsünü de hiç duymadım ve görmedim doğrusu ama anlayamıyorum. Olan biten hiçbir şeyi anlayamıyorum ki zaten ben. Herkese göre rezil bir ahlaksızım! Nasıl bir ahlak anlayışıysa bu! Aklımı kaçırdığımı da düşünen çok ama onların istedikleri gibi olduğum zaman kalbim acıyor benim.” Çok uzaklara daldı kısık gözleri. Bir süre sustuktan sonra, kedinin karnını okşayarak devam etti: “Eskiden nasıldı acaba dünya? İnsanlar nasıldı? Bilmiyoruz. Okulda öğrettikleri, fikir ve anlayış olarak ilkel ve düzeysiz toplumlar yüzünden dünya batmış ve ahmakların elendiği akıllı ve güçlülerin kaldığı bir dünya kurulmuş. Hatta yapay zekâ ve robotlar insanları kontrol etmeye başlamışken insanoğlu hepsini yok etmiş. Eski dünya hakkında bilinen hiçbir şey yok. Geçen gün derste sordum da: ‘Binlerce yılın insanlığından kalan öyle az kaynak ve eser var ki… Neden kaybolmuş bunlar? Nerden bulabiliriz?’ dedim diye disipline verdiler beni…” Müstehzi sırıttı: “Atacaklar bu okuldan da beni yakında. Kimin umurunda be kedi? Ha öğretmen dedi ki sadece:
‘Tarih tekerrür etmesin, o eski acizlikten eser kalmasın!’ diyeymiş. Şimdi çok mükemmel insanlar yaşıyor dünyada! Bildiğin gibi değil! Mesela buraya çok uzak bu iğrenç Abus’un da zaman zaman ticari ilişki içinde olduğu bir şehir var.” Kalbi sıkıştı birkaç saniye. Sonra devam etti: “O şehirle, senin bile vicdanın lime lime olacağı bir alışveriş oluyor zaman zaman. Tüylerin ürperir… Hem de bizim devletimiz yapıyor bunu. Kimsesiz çocukları veya ailesinin Abus şehrinin katı kalbine uygun şekilde yetiştirmeyi beceremediğini düşündükleri çocukları o eşcinsellerin şehrine satıyorlar. Biraz önce o erkek çocuğunun annesini de oğlunu o şehre satmakla tehdit ettiler.” Sustu yine. Tiksinir gibi yüzünü buruşturdu. Orası hakkında duyduklarını düşündü. Doğru muydu bütün bunlar? Olabilir miydi? Kanunlar, yaptırımlar o kadar ağır! Ne ağırı?
İnsafsız hatta aşağılık! Hoşgörü ve vicdanın esamesinin okunmadığı bir yer… Hoş, vicdansızlık ve merhametsizlik söz konusu ise bizim şehrimiz de oradan çok aşağı kalmaz! Neyse… Kediye bakarak başladı tekrar konuşmaya: “Polislerin, o küçük erkek çocuğunu göndermek hatta satmaktan bahsettikleri o şehir var ya… İşte orada herkes eş cinsel biliyor musun?.. Nasıl anlatsam ki sana? Asla ve asla heteroseksüel hiçbir insanı kabul etmez, onlar. Kadın kadınla, erkek erkekle evlenir, aksi bir durum yani bir kadın ve erkek birlikteliği büyük ahlaksızlık! Eğer karşı cinsle birliktelik yaşayan bir ilişki durumuyla karşılaşılırsa o şehrin devleti öncelikle uyarı olarak o suçu(!) işleyen kadın ve erkeğin mallarına el koyuyor ve sonrasında ağır gözetim altında tutuyormuş. Kendi cinsiyle beraber olmak zorunlu! Bu sapkınlığı(!) devam ederse de uzun süreli hapis cezalarına çarptırılıyorlar ki sen de bilirsin, heteroseksüel bir insana yapılabilecek her türlü eziyete göz yumulan hapishane şartları! Eğer olur da sağ kalırsa ve hapishaneden çıkabilirse ve hâlâ bu sapkınlığını devam ettirirse şehir dışlarındaki ormanlara bırakıp ölüme terk ediyorlar. E, başka yer mi yok dünyada diyeceksin! Olsa sen de giderdin herhâlde buradan… Yok gibi bir şey, biliyorsun. Neyse ki bizim şehrimizde kadın erkek ilişkisi yaygın ve kimse kimsenin cinsel tercihini de umursamıyor. Bir de buna karışsalardı vay hâlimize! Ama şu çocuk satma işi yok mu?
Ah işte buna çıldıracak gibi oluyorum!” Başka bir şehre gitmek, oranın vatandaşlığını alabilmek, kabul edilebilmek milyonda bir ihtimaldi artık dünyada. Sırlı mırıldanmaya devam etti: “E, nasıl çocuk sahibi oluyor o şehirdeki insanlar? Sor tabii, haklısın. Şehirlerinin ve soylarının devam etmesi devam etmesi için doğal olarak çocuk sahibi olmaları gerek. E, bu şartlarda biyolojik olarak mümkün değil. Ne yapıyorlar peki?” Acı acı gülümsedi Sırlı. “Çocuk satın alıyorlar!” Sonra muhalif ve ciddi bir tavırla dikti gözlerini kediye: “Bu durumda yapabilecekleri tek şey evli çiftlerin diğer ülkelerden, şehirlerden insan yavrusu satın alması. Çok yüksek meblağlar karşılığında alıyorlar hem de. Hele yeni doğmuş bebekler çok daha pahalı! Tabii kimsesiz ya da istenmeyen çocukları satın alıyorlar. Verir misin çocuğunu sen! Ah kedicik! Daha ne şehirler var bilsen!” Sustu. Konuşacak mecali kalmamıştı. Denize daldı gözleri. Kurtarmaya çalıştı kendini bu kasvetli havadan. Ruhunu hep diri tutardı o. Öyle anları olurdu ki onun; bu berbat âlem, yaşadığı bu acayip şehir umurunda bile olmazdı. Evet, o bahsedilen şehir dünyanın bütün şehirlerinden çocuk satın alarak nüfusunu ayakta tutardı. Kadınların evliliklerinde durum daha kolaydı yine. Onlar, başka ülkeler den sperm bankaları ile irtibata geçip tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olabiliyorlardı ama bu çok da hoş görülen bir durum değildi. Bir kadın içinde başka bir adamın parçasını taşımaktan pek hoşlanmaz, ayrıca bu toplumda da uygunsuz ve hakir görülürdü. Şehirdeki diğer erkekler de o şehirde yaşayan başka bir kadına asla tüp bebek yoluyla da olsa bu kıymetli ifrazatlarından takdim etmezlerdi.
En âlâsı hazır bebek almak ve mümkünse bebeğin en fazla bir aylık olması idi. Ve bu alışverişin yapıldığı şehirler arasında maalesef Abus da vardı. Hâliyle ele geçirdikleri çocukları tamamen kendi eğilimleri doğrultusunda eğitirlerdi. Evlat edinilen çocuğun karşı cinse ilgi duymaması için ki -insan doğası gereği karşı cinse ilgi duyar- çok çetin şartlarda yetiştirilirdi. Kendi cinsine ilgi duymasını sağlamak için çocuğa her türlü ortam hazırlanır, gerekirse zorlanır, Allah muhafaza aksi bir durum namus şeref meselesi sayılırdı. Ve yine aksi hâlde çocukları, toplumun ayıbı olarak algılanır, ebeveynler başı yerde gezerdi. Akla hayale gelmeyecek davranışlar, bakış açıları dünyanın çeşitli yerlerinde türlü türlü hâllerde ortaya çıkıyordu. Neler neler! Renkli giyinmenin yasak olduğu şehirler… Renk günahtı, renk ayıptı. Siyah, beyaz, gri ve tonları kıyafetlerinde ve eşyalarında zorunluydu. Doğanın sadece yeşiline tahammül ederler, zavallı pembe beyaz çiçekleri hemen yok ederlerdi. Mecburiyetten meyve ve sebzenin renklerine katlanırlardı. Bu nefretin sebebi mi? Bu dünyada artık neyin bir sebebi vardı ki! Yine ne iş yaparsa yapsın günlük çalışma saatlerinin tam on iki saate ayarlandığı ve mesleği ne olursa olsun herkesin ay sonu aldığı paranın aynı miktar olduğu şehirler…
Çocuklar okullarda bilgi düzeyleri, zekâları, becerileri yönünde yetiştirilir. Her çocuk neredeyse mikroskop altında incelenir ve ona uygun mesleğe sevk edilirdi. Mezun olduğunda görevi ne ise işine başlar ve herkesle aynı miktarda maaş alırdı. Bu hiç değişmezdi. Her sokak, her ev birbirinin tıpatıp aynısıydı ama nedense şehrin ortasındaki tek bina olan ana merkez ve oradaki yöneticiler için durum farklıydı. Sistemi kuranlar ve yönetenler o binanın ağır kale kapıları kapandı mı zevk âlemlerine dalarlardı ve halk bunu bilse de hiçbir şey yapamazdı. Hele bir şehir vardı ki hastalanmayagör…
Ufak tefek hastalıklara göz yumulurdu tabii ama kronik, iyileşmesi mümkün olamayan hastalara hele de işe yaramayacağı düşünülen engellilere şehirde yer yoktu. Eğer denk gelir de mahkemede biraz daha insaflı bir hâkimin huzuruna çıkarlarsa en ağır ve en pis işlerde çalıştırılması mukabilinde şehirde kalmalarına belki izin verilirdi. Anlayışları farklı bütün tözlerin birbirine geçtiği şehirler ki hepsi başka âlem… Büyücülükle nam salanlar, uyuşturucusuz günleri geçmeyenler, yasağın olmadığı anarşinin arşa çıktığı şehirler, daha neler neler… Ama dünyada bir kural vardı ki o da hiçbir ülke birbirinin işine karışmazdı. Dünya bu nüfusa çok fazlaydı. Kaynaklar da yetip artıyordu. Tabii birkaç yüzyıl sonra yine neler yaşanırdı, o da bir muamma… Sarıldı kediye Sırlı. Kulağına fısıldayarak: “Bizim şehrimizin kuralı da vicdansızlık! Kötülük doğrudur, iyilik yanlış! Bu şehirde herkesin kalbi kalın kedi! Katı, acımaz kalpler! O yüzden sevmiyorlar seni de. Benim annemle babamın da öyle ya gerçi…” Acı acı güldü: “Hele babamın! Fırsatını bulsa sallandırır beni de darağacında ya… Neyse…” Gözlerinde hazin ve donuk bir bakışla, kucağındaki kediyi itinayla oturduğu yerin yanına bıraktı. Acele etmiyordu. Kalktı, elleri cebinde yürümeye başladı. Her zaman yaptığı gibi doğaçlama bir melodi icat etti ve mırıldanarak evinin yolunu tuttu. O hep ümitliydi. Bir gün elbet her şey değişecekti.
Yersiz, cılız vücudunda sivrilen kemikleri kambur durduğu için iyice ortaya çıkmış, başı yerde, apartmanın demir kapısını güçlükle iterken aynı anda Şöhret Bey de dışarı çıkıyordu. O üst katta, Şöhret Bey alt katta otururdu. Sekiz daireli idi Baldıran Apartmanı. Yaklaşık yirmi yıllık komşuydular ve Yersiz aynı zamanda Şöhret Bey’in şirketinin dışarıdan muhasebe işlerini yürütürdü. Yersiz kapıyı açmış adım atacakken Şöhret Bey onu itip, salınarak kapıdan çıktı. Bu esnada yüz yüze geldiler. Suratlarında en ufak bir kıpırdama, bir mimik görülmedi.
Donuk hatta ters bakışlarla karşılaşan gözler ve yan yana geçerken birbirlerine sürtünen kolların birkaç saniyelik temasının ardından ters yönlere doğru ilerlediler. Yersiz apartmanın yukarı katındaki evine çıktı, Şöhret Bey de namına yakışır lüks bir gece kulübüne doğru yollandı. Kendine güveni, çapkın bakışları, yürürken arkasında bıraktığı yoğun parfüm kokusu ve bedenini beğendiği bir kadını tavlama niyetiyle arabasına bindi. Mağrur bir gülümsemeyi daha sonra suratına yerleştirirdi. İşin o tarafı onun en profesyonel olduğu kısımdı. Altmış yaşlarında ama yaşından genç görünen ve öyle olması için varını yoğunu kullanan bu adam, tek kelimeyle kart zamparalar sınıfına dâhildi. Yersiz’le aralarında bir husumet mi vardı da böyle selamsız sabahsız geçmişlerdi? Yersiz onun muhasebecisi olduğu hâlde niye bir selamı, ufacık bir gülümsemeyi mahrum etmişlerdi birbirlerinden? Hayır… Bu durum çok doğaldı Abus şehrinde… Aksi olsa garip karşılanırdı… Zaten Yersiz geçen hafta da bu adama rezil olmuştu. İşlerine dalmış kahve içerken Şöhret, şirketinin hesaplarındaki bir karışıklık için kapısına gelmişti. Hesapları kontrol ederken ağzından yanlışlıkla: “Kahve içer misin?” sorusu çıkmıştı Yersiz’in. Şöhret de gözlerini kısarak, aklından, “Benden ne istiyor bu yılışık?” diye geçirip, ters ters bakarak “İşine bak sen!” diye azarlayıp çekip gitmişti. Abus’ta haklı olan Şöhret’ti. Verilen hediyenin, ısmarlanan bir yudum kahvenin bir sebebi olmalıydı. Veren niye verdiğini, alan da niye aldığını bilirdi. Elbet dünya bu hâllere zamanla gelmişti, uzun zamanlarla… Yersiz, evine girer girmez rahatladı. O, bütün gün insanlarla hemhâlken bir türlü alamadığı ferahlama nefesini, kendini sıkarak ciğerlerinde bekleten, evinde yalnız kalır kalmaz da o nefesi dışarı bırakanlardan… Zavallı adam! İş yerinde zalim ve hoyrat yanlarını olabildiğince açığa çıkarabilmek için yine bütün gün insanüstü bir gayret sarf etmişti. Hep düşünmüştür ve hep de düşünür.
“Neden bütün Abuslularda neredeyse doğal bir fıtrat olan haşin, saldırgan, kaba, baskın, kibirli olabilme yeteneklerinden hiç nasibini alamamış?” Hep bir açık verir, insanları kendine bıyık altından güldürürdü. Zafiyeti, bıktırıcı narinliği, hele o babalanmaya çalışırken içine girdiği gülünç hâlleri onun bu dünyaya hiçbir şekilde uyum sağlayamayacağının kati işaretiydi. Yersiz… Bu şehirde, ismiyle müsemma bir adam… Buradan gitmeyi hiç düşünmemiş mi? Başka bir yere, ülkeye, şehre gitmeyi? Daha mutlu ve sakin, daha kendi gibi davranabileceği bir yere…
Onunla aynı dili konuşan, aynı soydan, aynı dinden insanların olduğu bir yere -ki bu kavramlar artık dünyada önemini yitirmiştir- ama yine de en azından kendi dilini konuşan insanların bulunduğu başka bir şehre… Buradan gitmek! Akıllara bile gelmez böyle bir şey. Gelse bile ne değişir? Açıkçası kimse böyle bir teşebbüste bulunmaz, buna gerek de duymaz. Çok korkutucu, zor ve anlamsız bir istek… Ses istedi nedense evde. Yalnızlığının kıymetini daha çok anlayabilmek için televizyonda bir açık oturum programı aradı. Muhtemelen nefret edecekti duyduklarından ve sonuçta da sessizlikten ve tek başına olmaktan hoşnut olarak yatacaktı. Hah işte Ahver Ateş denilen şeytan durmaksızın konuşuyordu. Yakışıklı suratı, keskin bakışları, sivri dili devrin mükemmel insan profilinin bulunmaz timsaliydi. “Nesiller gittikçe güçlenecek. Bunu görüyorum ve istiyorum. Çocuklarınızın gözlerinde hırs ve alevi görene kadar eğitimlerine ara vermeyin. Beceremiyorsanız Abus şehrinin ellerine bırakacaksınız onları! ‘Dünyada toplumlar birbiriyle alakayı minimum düzeye indirdiği, hiçbir toplum diğerini merak bile etmediği bir dünyada yaşamak…’ Böyle diyorsanız içinizden, demeyin!
Dünyada iki kişi bile kalsa güçlü olan diğerini ezer! Yeterince toprak var. Dünya herkese yeter de demeyin! Evet, toprak istilası, asimilasyon derdi de kalmamış olabilir ama zengin olmak, kudretli olmak her zaman mühim. ‘Dünyada kaynaklar herkese bol bol yetecek kadar var,’ da diyebilirsiniz. Ama mesele onu en iyi şekilde kullanmak… Üretim ve sanayiye yönelim artmalı. Kimseye muhtaç değiliz ama onlar bize muhtaç olmalı. Dünyanın bütün madenlerini biz toplamalıyız.” Yersiz düşündü. “Bir zamanlar dünyada her ülkede kâğıt para kullanılırmış. Ne acayip! Ekonomik krizler arşa çıktığı zamanlar karşılığı olmadan basılan üzerleri sıfırlarla dolu kâğıt parçalarının israf ve ağırlıktan başka faydası yok ki…” Dünyada altın, gümüş, bakır gibi değerli madenlerden yapılan akçe usulü mevcut artık. Her şehir olabildiğince her ihtiyacını kendi bölgesinde, fabrikalarında üretiyor. Çok mecbur kalındığında ancak ki diğer şehirlerle katı ve sıkı politikalar nezaretinde ticaret yapılıyor. Milletler; şehirlere, eyaletlere ya da yüzölçümü bakımından ve kendilerini devlet olarak adlandırmayı tercih eden memleketlere bölünmüş. Kimi ismine şehir diyor, kimi ülke. Geçmişten kalma birçok şehrin yerinde zaten yeller esiyor. İnsanlarda; toprağına, vatanına, soyuna bağlılıktan, hürmetten ziyade bir şehre dâhil olup ona tutunma ihtiyacı, ortada başka bir deyişle arafta kalmama korkusu var. Bu neredeyse bütün milletlerde böyle… Artık özellikle toprak bakımından büyük ülkeler yok… Dünya terk edilmiş şehirler, kasabalar, köylerle dolu. Bir şehirden bir şehre veya kendini ülke diye adlandırıyorsa ülkeye giderken yolunuz üzerinde sık ağaçlı ormanlar, ıssız yollar, terk edilmiş köyler kasabalar hatta harabeye dönmüş bomboş şehirler görebilirsiniz. Ama insan görmeniz neredeyse imkânsızdır.
Gördükleriniz de zaten yabanileşmiş, ellerine geçirdiklerini vahşi hayvanlar gibi parçalayan, öldürmekten zevk alan insanlardan mamul çeteler. Bazı şehirler duvarlarla çevrilidir. Şehrin sınırları dışına olağanüstü bir durum olmazsa çıkılmaz. Zaten yönetimler de buna müsaade etmez. Her şehrin veya ülkenin sınırlarında duvarlar örülü olmasa bile sıkı hudut korumaları mevcuttur. Kimse kimsenin şehrine sorgusuz sualsiz giremez. İşin aslı kimse de başkasının şehrine gitmeyi pek istemez. Ancak çok mecbur kalınması, zaruri bir ihtiyaç hâli mevzubahis ise, bin bir prosedürle geçiş yapılır. Eyaletler, şehirler ya da ülkeler; hepsi başka başka, değişik, acayip toplumlar… Hepsi birer abuslar… İçine kapanık, haris, tutucu, bencil güruhlar… Bu asık suratlar şehrinde de ürpertici bir mâneviyatsızlık, soyunu sopunu inkâr etmese de hafife alma, burun kıvırma normalleşmiş bir anlayıştır. Canı hiç yemek istemiyordu ama rutini olduğu için televizyonu kapatmadan mutfağa gitti. Ahver Ateş mekanik ve etkileyici sesiyle evi inletmeye devam ediyordu. Dünden kalan patates yemeğini ısıttı. Sofrasını kurdu. Masanın başına oturdu. Eline çatalı aldı. Dirseğini masaya dayayarak alnını diğer eline yasladı. Sonra başladı çatalla tabaktaki yemeğin suyunda daireler çizmeye… Düşünüyordu. Acaba bu sefer becerebilmiş miydi, ağzının payını vermeyi?
İş yerindeki sekreter masasının başına gelip, elindeki dosyayı çekmiş, “Patron istiyor, hâlâ bitiremedin mi şunu be?” diye bir nevi azarlamıştı onu. Abus’ta nezaket söz konusu olamazdı ama Yersiz, şirkette hiyerarşik olarak kızın üstü konumundaydı. Cevabını vermişti ama bu sefer. “Eline koluna hâkim ol. Tepemin tasını attırma!” demişti, en sert bakışıyla. Kızın suratında müstehzi bir gülümseme yer etmiş, sonra kısa eteğiyle bütünleşmiş kalçalarını sallaya sallaya, elinde dosya patronun odasına girmişti. Masadan kalktı, yemeği tekrar tencereye boşalttı. Yarın aynı yemeği tekrar tabağa koyar, denerdi yemeyi… Balkona çıktı. Yan evden sadece bir gece lambasının ışığı sızıyordu. Güzeller güzeli Mürver, ne yapıyordu acaba? O da salonda onun gibi gezinip, yalnızlığını mı soluyordu yoksa? Ya da yine tuvalinin başında ağzını açmış bir ejderha resmi mi çiziyordu? “Muhtemelen,” diye düşündü. Mürver! Güzel Mürver! Ne konuşabilir ne duyabilir. Sadece bakar, görmek isterse… Ama herkese değil… Öyle bakar ki kalbinizi okur gibi, gözlerinden görünmez oklar fırlatır gibi… Olduğunuz yerde kalakalır, zahirî bâtıni bütün kusurlarınız ortaya çıkmış da saklayamıyor gibi ürkek sinersiniz. Ya da öyle bakar ki sanki orada yoksunuz. Hani yürüyüverse içinizden geçecek sanki, saydamlaşır vücudunuz. Yersiz kendini Mürver’in ismini yükses sesle tekrar ederken buldu. “Mürver… Mürver… Mürver’in annesi, neden saf hâlinde içinde hidrojen siyanür olan bir meyvenin adını vermiş kızına?” Sonra kendi sorusunu kendisi cevapladı. “Elbette, zehri gibi olsun kendisi de diye. Hâlbuki bilselerdi; mürver doğru kullanılırsa şifa da olur insana…” Ruhları okşamaktan ziyade kamçılamak evladır, Abus’ta. İsim ne kadar gizemli, alevli, heybetli, garabet ise o derece beğeni uyandırır.
Hüzünlü bir tebessüm belirdi yüzünde. Onun annesi babası ise bilmiş gibi akıbetini “Yersiz” koymuşlar ismini. Mürver, Yersiz’in hemen yan dairesinde oturur. Yersiz’e bakmış mıdır, şimdiye kadar? Yıllardır komşusu olan adamı görmüş müdür? Doğrusu Yersiz şüpheli. Hatta emin ona hiç bakmadığından. O hep bakar Mürver’e ama onun kendisinin farkında olup olmadığından hatta yan dairesinde oturup oturmadığını bildiğinden bile emin değil. Yalnız, sadece bir kere o, Mürver’e değil de apartmanda karşılaştıklarında elinde tuttuğu daha boyası kurumamış tabloya, o üzerinde ağzından alevler fışkıran ejderhanın canlanıp insanın üstüne saldıracakmış gibi resmedildiği tabloya bakakaldığında Mürver’e bakmamıştı. Ne yapsın? Alamamıştı gözlerini o ejderhanın göz alıcı korkunçluğundan. Sonra da hızlıca uzaklaşmıştı. Onun haricinde apartmanın işleri için ki maalesef kimsenin istemediği ve onun başına kalan apartman yönetimi de Yersiz’in göreviydi, bazen Mürver’in kapısını çalar, durumu izah ederdi. Donuk gözlerle dinler, daha doğrusu dudak okurdu Mürver.
Başıyla onaylarken yüzünde hiçbir mimik olmaz, konuşma bitince herkes gibi, doğal olanı yapar, bir teşekkür ibaresi göstermeden kapıyı suratına kapatırdı. Yersiz farklı mıydı? Hayır. O da apartmanın tamir ve ihtiyaçları için gerekenleri sıralar, ücreti beyan eder, hatta içten içe beğenilmek için sert ve kaba davranırdı. Malum; kibar olmak, hoşgörülü davranmak, teşekkür etmek, iltifatta bulunmak bir zafiyet hatta suçtur Abus’ta. Şöhret Bey servetinin sınırlarını aşan olağanüstü lüks arabasında; insanın ruhunu galeyana getiren asileştirip gaddarlaştıran bir şarkının sesini kulaklara ziyan bir şekilde açmış, gaza basıyordu. Toplumda belli bir yeri olan Şöhret Bey’in şehrin birçok yerinde erkek giyim mağazaları vardı. Maddi varlığı, asık suratı, insanları hakir gören tavırları sebebiyle de bir miktar itibar sahibiydi. Zaten haysiyet ve saygınlık da Abus’ta böyle elde edilirdi. Müziğin vahşeti arttıkça daha da gaza basıyor şimdi. Daha genç hissediyor kendini… Trafik ışığının olmadığı bir yerde yol vermiyor ana yoldan gelen bir arabaya. Hak onun olmadığı hâlde… Yola fırlayan bir kedi son anda ciyaklayarak kaçıyor tekerleklere teğet geçerek. Ve nihayet duruyor Şöhret Bey neon ışıklarının kırmızı gözler gibi parladığı bir gece kulübünün önünde… Arabadan inerken otuzlu yaşlarda bir adamın gücünü hissediyor tüm bedeninde. Arabanın anahtarını kapının önünde bekleyen iri yarı valeye fırlatıyor ve tükürür gibi bağırıyor suratına: “Doğru düzgün bir yere çek ufaklık! Bir şey olursa, yalatırım arabayı sana!” Valenin suratında iğrenç bir sırıtış… “Vereceğin paraya bağlı babalık! Fazlasını verirsen bakarız senin çıtıra… Kalıbına göre verirsin herhâlde mangırı, yoksa bilemem bir şey olur mu, olmaz mı?” Şöhret Bey aniden dönüp adamın burnunun dibine kadar girdi. Gözleri kanlandı: “Hele, ufacık bir şey olsun, yaşatır mıyım lan ben seni buralarda, uyuz köpek!” Vale işini kaybetme korkusuyla kesmek zorunda kaldı sesini. Nefreti yüzünden akarak baktı Şöhret Bey’e ve sonra sinsi bir sırıtışla yer değiştirdi yüzündeki ifade… Şöhret Bey kapıdan içeri girerken o da arabaya bindi. Cebinden çıkardığı çakıyı koltuğun döşemesinin görünmeyen kısmına takıp bir baştan bir başa yırttı. Kendi kendine: “Moruk fark edene kadar bunu, yıl geçer be! Hem ispat etsin de görelim!” dedi. Ve yaptığından büyük haz duyan delikanlı hain bir kahkahayla arabadan inip anahtarları elinde sallarken bir nebze de olsa hırsını almıştı artık.
…