Çocuklar için yazdığı kitaplarla Alman çocuk edebiyatında yeni bir çığır açan Erich Kästner, YokÜlke’nin göbeğinde Şilda kentinin tuhaf insanlarıyla tanıştırıyor okurunu: Olağanüstü kimselermiş bu Şildakentliler. Öyle ki, hangi işe el atsalar gerekenin tam tersini yaparlarmış. Söylenen her sözü tam tersinden anlamakta da üstlerine yokmuş! Zamanla ülkenin alay konusu haline gelmişler ama elbette bu işte bir iş varmış! “Gerçekte budala olmayan bir kimsenin budala görünebilmesi çok incelik isteyen bir iştir. Ama biz akıllı kişiler olduğumuz için bunu kolaylıkla başarabiliriz,” diyen Şildalıların sırrını öğrenmeye var mısın? Alman edebiyatının ödüllü yazarı Erich Kästner’den gülümseten bir macera!
İçindekiler
Açıkgöz Budalalar ……………………………………………………………9
Üç Köşeli Belediye Konağı………………………………………………18
Tuz Tarlası…………………………………………………………………….28
Şiirli Başkanlık Yarışı …………………………………………………… 34
İmparator Şildakent’te…………………………………………………..38
Düz Duvara Tırmanan İnek……………………………………………42
Göle Saklanan Kilise Çanı………………………………………………47
Sanık İskemlesinde Bir Istakoz……………………………………… 51
Üç Buçuk Atan Yürek……………………………………………………..56
Bir Günlük Öğrenim…………………………………………………….. 60
Şildakentlilerin Sonu …………………………………………………… 64
Açıkgöz Budalalar
Barutun bulunuşundan yüzyıllarca önce, daha insanlar Ortaçağ’da yaşarken YokÜlke’nin göbeğinde Şilda adlı bir kent varmış. Yeryüzünün neresindeymiş bu YokÜlke, Şilda nereye düşermiş, diyeceksiniz şimdi belki. Ama gerçekte önemli olan bu değil. Önemli olan, Şilda’da yaşayan insanlarmış. Olağanüstü kimselermiş bu Şildakentliler. Hangi işe el atsalar gerekenin tam tersini yaparlarmış. Üstelik, söylenen her sözü tam tersinden anlamakta üstlerine yokmuş. Sözgelişi, biri çıkıp da onlara, “Sizin kafanızda birer tahta eksik,” diyecek olsa Şildakentliler hemen ellerini bulmaya çalışırlarmış.
Sabrı taşan bir başkası, “Aklınız başınızdan beş on karış havada!” dese Şildakentliler gözlerini havaya diker, bir süre göğe baktıktan sonra, “Bir yanlışınız olmasın, havada hiçbir şey görünmüyor,” derlermiş. Bu kentten geçen kimi gezginler, budalalığın bu derecesi karşısında şaşırır kalırlarmış. Kimisi de gülmekten katılırmış. Gel zaman git zaman, bir gün gelmiş Şildakentlilerin budalalığına bütün ülke güler olmuş. Biri uzun bir yolculuktan dönecek olsa, daha adamcağız ayağındaki tozlu çizmeleri çıkarmaya kalmadan, herkes başına üşüşür sormaya başlarmış: “Şilda’da ne var ne yok? Hele anlat bakalım. Anlat!” O da yorgun argın, bir yandan birasını yudumlarken Şildakentlilerin son budalalığını anlatır, dinleyenler hep birden kasıklarını tuta tuta gülerlermiş. “Olacak şey değil,” diye bağrışırlarmış, bir yandan da, “olacak şey değil, budalalığın böylesi görülmemiştir!” derlermiş. Şimdi yeri gelmişken, size yüzyıllardır gizli kalmış bir noktayı açıklamam gerekiyor: İnsan böylesine budala olamaz!
Bundan da düpedüz, Şildakentlilerin hiç de öyle sanıldığı ölçüde budala olmadıkları ancak kendilerini budalalığa vurdukları sonucu çıkar! Budala olmakla kendini budalalığa vurmak arasında büyük bir fark vardır! Örneğin, iki kere ikinin dört ettiğini bilmeyen kimse budaladır, ne yapsanız kurtaramazsınız böyle bir kimseyi. Ama iki kere ikinin dört ettiğini bile bile beş eder diyen kişi, işi budalalığa vurmaktadır. Şildakentliler de böyle yapıyorlardı işte. Şimdi aranızda bulunan açıkgözler, bana bir soru sormak isteyeceklerdir. Evet? Neymiş soracakları bakalım? “Neden böyle budalalığa vuruyormuş Şildalılar kendilerini? Neden, ne diye? Ne geçiyormuş ellerine böyle yapmakla?” Yerinde bir soru. Ne geçiyormuş ellerine? Bütün bir ülkeyi kendine güldürmekten kim hoşlanır? Böyle bir şeyden hoşlanan, üstelik de bile bile hoşlanan kişi, budalalıkta bir fasulye sırığını bile gölgede bırakmaz mı? Şildakentliler dışında, böyle bir şeyden hoşlanan hiç kimse tanımıyorum. Onların durumunu anlayabilmeniz için de budalalıklarının içyüzünü açıklamam gerekir size. Biraz karışık bir öyküdür bu. Ama olanları değiştirmek benim elimde değil. İyi kulak verin anlatacaklarıma! Çok eskiden, budalalıkları dillere destan olmadan önce, Şildakentliler çalışkan, akıllı, uyanık, gözüpek insanlardı. Öteki insanların çoğundan daha akıllı, daha da açıkgözlerdi üstelik. Onların bu akıllılığı kısa zamanda yeryüzünün dört bir bucağından işitildi. Derken, kimin başı sıkışsa, hangi ülkede hangi kentte içinden çıkılmaz bir durumla karşılaşılsa, hemen elçiler gönderip akıl danışacak bir Şildakentli çağırmak en sağlam yol sayılmaya başladı. Bir gün geldi, haftada en az iki elçi, uzak zengin ülkelerden, krallardan, imparatorlardan, sultanlardan göz kamaştırıcı armağanlar getirerek Şilda’nın akıllı yurttaşlarından birini ya da ikisini, kendilerine bakan, belediye başkanı, yargıtay başkanı, bütçe uzmanı yapmak üzere çekip çekip götürmeye başladılar. Böylece bütün Şildakentliler birbiri ardına yabancı ülkelere giderek oralarda büyük bir ün, rütbeler, nişanlar, ödüller kazandılar, kendi yurtlarına da bol bol para gönderdiler. Oluk gibi akıyordu para Şilda’ya. Ardı arkası kesilmiyordu. Ün, para, onur güzel şeylerdir, iyi şeylerdir. Gelgelelim, bunlarla iş bitmiyor, Şilda günden güne geriliyordu. Bütün erkekler uzak yabancı ülkelere gidince çift sürmek, tarlaları ekmek, ekin biçmek gibi ağır ağır işler kadınlara kalmıştı. Atları kadınlar nallıyor, kasaplık hayvanları kadınlar kesiyordu. Çocukları okutmak, vergileri toplamak, yollara, alanlara taş döşemek, diş çekmek, buğday öğütmek, ayakkabıları pençelemek, ekmek pişirmek, koca ağaçları devirmek, kilisede vaaz vermek, samanlıkları onarmak, hırsızları tutuklamak, kilise çanlarını çalmak, tahta rendelemek, üzümlerden şarap yapmak, kuyu kazmak, çimenleri biçmek, damlara kiremit döşemek, akşamları da Kırmızı Öküz İçkievi’nde oturup bira içmek hep kadınların sırtına yıkıldı.
Kalkamadılar bunca işin altından! Hayvanlar kırıldı. Ekinler çürüdü. Kentin göbeğindeki pazaryerini ısırganlar bürüdü. Kilise kulesinin saati tam dört saat geri kaldı. Çocuklar arsızlaştı, bilgisiz, öğrenimsiz kaldılar. Çektikleri sıkıntıyla, üzüntüyle, döktükleri gözyaşlarıyla, zavallı kadıncağızlar çirkinleşti, gül renkleri soldu, günden güne kocamaya, kamburlaşmaya başladılar. En sonunda bu durum canlarına tak etti. Oturup kocalarına öfke dolu birer mektup yazarak olan bitenleri anlattılar, onlara en kısa zamanda yurda dönmeleri gerektiğini bildirdiler! Kocaları büyük korkuya kapıldı. Kralların, soylu beylerin, sultanların elini sıkarak, hepsini üzüntü içinde bırakıp, yeryüzünün dört bir bucağından, özel at arabalarıyla Şilda’ya doğru yola koyuldular. Vardıkları zaman da neye uğradıklarını şaşırdılar.
Şilda’yı tanınamaz bir durumda buldular. Gözlerine inanamıyorlardı. Bütün pencere camları kırık. Evlerin içinde döşemeler yosun tutmuş. Arabaların tekerlekleri yağsızlıktan gacır gucur. Çocuklar arsız arsız dillerini çıkarıyorlar. Rüzgâr damlardaki kiremitleri uçuruyor. “İşte sizin o dillere destan akıllılığınızın sonucu!” diye çıkıştı kadınlar öfkeyle. Adamlar bu azarı işitince ezildiler büzüldüler. Sonra hepsi de, tek kelime etmeden süklüm püklüm yataklarına çekildi. Birkaç gün sonra Kırmızı Öküz’de buluşup bira içtiler, birbirlerine dert yanarak düşünceli düşünceli kulaklarının ardını kaşıdılar. Kapının önünde gene uzak ülkelerden gelme beş elçi duruyor. Şildakentlilerden beşini götürmek istiyorlardı. “Geri çevirin şunların hepsini!” dedi Kırmızı Öküz İçkievi’nin sahibi. “Kendi aklımız bize gerekli şimdi. Önce kendi sorunlarımızı çözelim hele, yabancılarınki eksik kalsın.” Sonra pencereden başını uzatarak dışarıya seslendi: “Çok özür dileriz; ama hepimiz boğmacaya tutulmuş durumdayız! Sizlerle görüşemeyeceğiz!” Bunu işiten beş elçi atlarına atladıkları gibi arkalarına bile dönüp bakmadan dörtnala uzaklaştılar. Çünkü boğmaca, her çocuğun bildiği gibi bulaşıcı bir hastalıktır. Elçiler o korkuyla gidince biraz rahata kavuştu Şildakentliler. Kendilerine birer bira daha ısmarlayıp biralarının köpüğünü üfleyerek gene kara kara düşünmeye başladılar. Altıncı birayı mideye indirdikten sonra Domuz Çobanı, sakalını sıvazlayarak, “Buldum!” dedi. Bu çoban, uzun bir süre Piza Kenti’nde başmimar olarak çalışmış, oradaki ünlü Eğik Kule’yi yapmıştı. Bunun dışında aklı başında bir adam olarak tanınırdı. “Buldum!” dedi bir daha yerinden doğrularak. “Bütün bu başımıza gelenler akıllılığımız yüzünden. Şimdi kurtuluş yolunu budalalıkta aramalıyız. Aklımızla içine düştüğümüz bu durumdan bizi kurtarsa kurtarsa budalalık kurtarabilir.” Hepsi şaşkın şaşkın bakarken, Domuz Çobanı şunları da ekledi sözlerine:
….