Bayan McGillicuddy peronda, valizlerini taşıyan hamalı izliyordu. Kısa boylu ve toplu Bayan McGillicuddy soluk soluğa kalmıştı; hamalsa uzun boyluydu ve büyük adımlarla yürüyordu. Ayrıca yılbaşı alışverişinin sonucu olarak Bayan McGillicuddy’nin kolları çok sayıda paketle doluydu. Bu eşit olmayan kişiler arasındaki bir çeşit yarıştı; kısa bir süre sonra hamal peronun köşesinde kaybolmuştu bile. Bu arada Bayan McGillicuddy ise halen peron boyunca yürümeyi sürdürüyordu.
1 numaralı peron kalabalık değildi, tren henüz hareket etmişti. Arka taraftaki geniş alanda ise heyecanlı bir kalabalık, metro girişleri, emanet odası, çayhaneler, danışma, ilan panoları ve dış dünyayla tek bağlantı noktası olan giriş çıkışlar arasında koşuşturuyordu.
Bayan McGillicuddy paketleriyle iki yana yalpalaya yalpalaya sonunda üç numaralı perona ulaştı. Elindeki paketi yere koyup çantasını karıştırmaya başladı. Üniformalı sert bekçinin geçmesine izin vermesi için biletini arıyordu.
Birden boğuk, yüksek ancak anlaşılır bir ses duyuldu.
“Brackhampton, Milchester, Waverton, Carvil Junction, Roxeter ve Chadmouth’a gidecek 16.50 treni 3 no’lu peronda harekete hazırdır. Brackhampton ve Milchester’e gidecek yolcuların trenin arka tarafındaki vagonlara binmeleri rica olunur. Vanequay yolcuları Roxeter’de aktarma yapacaklardır.”
Bir takırtının ardından ses kesildi. Ve hemen ardından yeniden duyuldu. Bu kez, Birmingham ve Wolverhampton üzerinden 16.33’te gelmesi beklenen trenin 9 no’lu perona girdiği bildiriliyordu.
Bayan McGillicuddy biletini bularak, uzattı. Adam bileti zımbaladıktan sonra mırıldandı. “Sağdan arka tarafa lütfen…”
Bayan McGillicuddy peron boyunca ilerleyerek hamalı buldu. Adam üçüncü sınıf vagonun kapısında durmuş, sıkıntı içinde havalara bakınıyordu.
“Nihayet geldiniz, bayan!”
“Birinci sınıfta yolculuk edeceğim,” diyen Bayan McGillicuddy’nin bu sözleri üzerine hamal kadının erkeksi görünüşlü, gri-siyah beyaz kumlu tüvit tayyörünü küçümseyerek süzdükten sonra homurdandı.
“Bunu bana daha önce söylemeliydiniz.” Bayan McGillicuddy valizlerini verirken bunu belirtmiş olmasına rağmen, adamın sözlerini umursamayarak yanıt vermeye gerek görmedi. Zaten soluk soluğa kalmıştı.
Hamal valizi yeniden kompartımandan alarak, bitişik vagona taşıdı. Bu arada Bayan McGillicuddy boş vagondaki yerini almıştı bile. 16.50 treni genellikle pek kalabalık olmuyordu; birinci sınıfta yolculuk edenler çoğunlukla çok daha hızlı olan sabah ekspresini ya da 18.40 yemekli vagonu da olan treni yeğliyorlardı. Bayan McGillicuddy hamala bahşişini uzattı. Hamal düş kırıklığı içindeydi; büyük olasılıkla bu kadar bahşişin ancak üçüncü sınıfta yolculuk eden birine yakışacağı görüşündeydi. Bütün geceyi kuzeyden gelmek için yolda geçirdikten ve gün boyu alışveriş etmekle uğraştıktan sonra Bayan McGillicuddy rahat bir yolculuğun maliyetine severek katlanabilirdi, ama bol bahşiş vermek onun yapabileceği bir şey değildi.
Derin bir iç çekmenin ardından yumuşak koltuğa gömülerek, gazetesini açtı. Beş dakika sonra bir düdük sesi duyuldu ve tren hareket etti. Gazete Bayan McGillicuddy’nin elinden kaydı, başı yana düştü ve üç dakika sonra da uyuyakaldı. Otuz beş dakika sonra uyandığında ise dinçleşmişti. Uyuduğu sırada başından kayan şapkasını düzeltti, kendine çekidüzen verdikten sonra dik oturarak, pencereden hızla akıp giden, ancak pek seçilmeyen manzarayı seyre başladı. Hava neredeyse kararıyordu, sisli, puslu bir aralık akşamıydı. Noel’e tam beş gün vardı. Londra karanlık ve pusluydu; pencereden görünen doğa manzarası da aynı siliklikte olmakla birlikte, tren köy ya da istasyonlardan geçtikçe görünen ışık dizeleriyle zaman zaman aydınlanıyordu.
O sırada bir tren görevlisi hızla kompartımanın kapısını açarak, “Çay ister misiniz?” diye sordu. Bayan McGillicuddy alışveriş ettiği çok katlı mağazada çayını içmişti; o an için buna gereksinim duymuyordu. Tren görevlisi koridor boyunca ilerleyerek, düzenli aralıklarla aynı tekdüze soruyu yineledi. Bayan McGillicuddy yukarıda, bagaj yerinde duran paketlerini mutlulukla süzdü. Aldığı havlular gerçekten çok şık ve değerliydi; ayrıca tam da Margaret’in istediği gibiydiler. Robby için aldığı uzay silahı ve Jean’in tavşanından ise özellikle çok mutluydu. Kendisi için aldığı gece ceketi de çok yerinde bir alışveriş olmuştu, hem şık, hem modaya uygun ve de sıcak tutacak bir ceketti. Hector’un kazağı da öyle… Uygun armağanları seçmiş olmaktan mutluluk duyuyordu.
Huzur içinde yeniden pencereden dışarı bakmaya başladı. O anda yanlarından hızla geçen bir trenin etkisiyle şangırdayan pencere camları Bayan McGillicuddy’nin bir an için ürpermesine neden oldu. Tren bir makas değiştirip bir istasyona girdi.
Ve birden trenin hızı iyice yavaşladı; sinyal bekliyor olmalıydı. Birkaç saniye daha raylar üzerinde kaydıktan sonra tamamen durdu ve neden sonra yeniden hareket etti. Bu arada yanlarından Londra yönüne giden bir başka tren daha geçti, ancak bu biraz önceki kadar hızlı değildi. Tren yeniden hızlandı. Bu arada bitişikteki raydan onlarla aynı yöne gitmekte olan ikinci bir tren hızla yaklaştı. İki tren bir süre yan yana ilerlediler. Bir biri, bir diğeri öne geçiyordu. Bayan McGillicuddy pencereden diğer trenin kompartımanlarını seyrediyordu. Genellikle pencerelerdeki storlar çekilmişti; yalnızca arada bir açık pencerelerden diğer trenin yolcularını görme olanağı oluyordu. Diğer tren de oldukça tenhaydı; kompartımanlardan çoğu boştu.
Her iki tren de duracakmış gibi yavaşladıkları anda bitişikteki trenin kompartımanlarından birinin aniden storu açıldı. Bayan McGillicuddy artık kendinden yalnızca birkaç metre uzaktaki aydınlık birinci sınıf kompartımanın içini net olarak görebiliyordu.
Sonra hayretten nefesi kesildi ve ayağa kalkmak istedi.
Karşı trenin kompartımanında bir adam pencereye arkası dönük olarak ayakta duruyordu. Ellerini karşısında duran bir kadının boynuna dolamış, onu yavaş ve kararlı hareketlerle boğuyordu. Kadının gözleri yerlerinden fırlamış, yüzü acıyla kırışmış ve mosmor kesilmişti. Bayan McGillicuddy olduğu yerde donakalmıştı, bakışlarını karşı trenin kompartımanından ayıramıyordu. Bu arada karşıdaki kadın direnme gücünü kaybederek, adamın parmakları arasından kaydı ve yere yığıldı.
O sırada Bayan McGillicuddy’nin olduğu tren yavaşlarken diğer tren hızlandı. Ve birkaç saniye içinde gözden kayboldu.
Bayan McGillicuddy fark etmeden imdat frenine uzandıysa da birden tereddüt etti. Bu durumda treni durdurmanın ne anlamı olabilirdi ki? İçinde bulunduğu tuhaf durum ve yakın plandan gördüğü dehşet sahnesi karşısında felç olmuş gibiydi. Bir şeyler yapmalıydı. Ama ne?
O sırada kompartımanın kapısı açıldı ve kondüktör, “Biletler, lütfen!” dedi.
Bayan McGillicuddy heyecanla dönerek, konuşmaya girişti.
“Bir kadını boğdular. Biraz önce yanımızdan geçen trende. Gözlerimle gördüm.”
Kondüktör, ona kuşkuyla baktı. “Ne demek istediğinizi tam olarak anlayamadım, madam?”
“Bir adam bir kadını boğdu. Trende! Gözlerimle gördüm. Tam yanımızdan geçti.” Eliyle pencereyi işaret etti.
Kondüktör inanmışa benzemiyordu. “Boğdular mı?” diye sordu alaylı bir tonda.
“Evet, boğarak öldürüldü. Size gözlerimle gördüğümü söylüyorum. Hemen bir şeyler yapmalısınız.”
Kondüktör inanmayarak, özür dilercesine öksürdü.
“Madam, acaba bir an için uykuya dalmış olamaz mısınız, bu arada…” Karşısındakine saygıda kusur etmemiş olmak için,çekinerek konuşmasına ara verdi.
“Gerçekten de biraz kestirdim, ama düş gördüğümü sanıyorsanız, işte bunda yanılıyorsunuz. Size gözlerimle gördüğümü söylüyorum.”
Kondüktörün bakışları koltuğun üzerinde açık duran gazeteye takıldı. Açık sayfada boğulmuş bir genç kızın resmi vardı, aynı resimdeki kapıda ise elinde tabancayla karşısındaki çifti tehdit eden bir adam görünüyordu.
Kondüktör karşısındaki yaşlı kadını sakinleştirmek amacıyla kısık bir sesle açıklamaya çalıştı. “Acaba madam, heyecanlı bir macera okurken uyuyakalmış ve uyanırken de bunun etkisinde kalmış olamaz mı…”
Bayan McGillicuddy adamın sözünü kesti.
“Size kendi gözlerimle gördüğümü söylüyorum,” diye bağırdı. “En az sizin kadar ayıktım. Pencereden yanımızdan geçen trenin kompartımanının içine baktım ve orada bir adamın bir kadını boğduğunu gördüm. Artık sizden ne yapmayı düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum.”
“Öyleyse… madam…”
“Bir şeyler yapacak mısınız?”
Kondüktör sıkıntıyla içini çekerek, saatine baktı.
“Tam yedi dakika sonra Brackhampton İstasyonu’na ulaşacağız. Verdiğiniz bilgiyi orada yetkililere ileteceğim. Trenin hangi yöne gittiğini söylemiştiniz?”
“Bizimle aynı yöne elbette. Eğer bir başka tren bize göre ters yönde yanımızdan gelip geçseydi, böyle bir sahneyi görmemin mümkün olabileceğini mi sanıyorsunuz?”
Kondüktör Bayan McGillicuddy’i ondan hayal dünyası söz konusu olduğu sürece her şeyi görmesini beklermişçesine bakışlarla süzüyordu. Yine de saygılı davranmayı ihmal etmedi.
“Bana güvenebilirsiniz, madam!” dedi. “İfadenizi yetkililere ileteceğim. Sizden adınızı ve adresinizi rica edebilir miyim… yalnızca tedbir olarak…”
Bayan McGillicuddy hem birkaç gün için bulunacağı adresi, hem de İskoçya’daki ev adresini yazdırdı. Kondüktör her ikisini de not ettikten sonra görevini yapmış ve yolculuğun huzurunu kaçıracak çok önemli sorunu başarıyla ortadan kaldırmış olmanın getirdiği huzurla yaşlı kadının yanından ayrıldı.
Bayan McGillicuddy alnını kırıştırdı; durumdan pek hoşnut değildi. Acaba kondüktör yaptığı açıklamayı gerçekten yetkililere iletecek miydi? Yoksa yalnızca onu atlatmak için mi böyle söylemişti? Yolculuklarda yaşlı kadınların, inanç ve inatla, komünist eylemleri ortaya çıkardıklarını, katiller tarafından tehdit edildiklerini, uçan daireler ve gizemli uzay gemileri gördüklerini ve hiç gerçekleşmemiş cinayetlere tanık olduklarını birçok kez iddia ettiklerini biliyordu. Acaba adam onu da onlardan biri sanmış olabilir miydi?..
Trenin hızı azalmaya başladı, ufak yerleşim alanlarından geçiyorlardı. Sağda ve solda büyük bir şehrin ilk ışıkları görünüyordu.
Bayan McGillicuddy çantasını açarak, farklı bir şey bulamadığı için bir fatura çıkararak, tükenmez kalemle arkasına bir şeyler not etti. Sonra da bu notu çantasında tesadüfen bulduğu bir zarfın içine koyarak üzerine bir adres yazdı.
Tren kalabalık bir istasyonda durdu. Hoparlörlerden her zamanki alışılmış ses duyuldu.
“Saat 17.38’de Milchester, Waverton, Roxeter ve Chadmouth istasyonlarına hareket edecek olan tren 1 no’lu perona girmiş bulunmaktadır. Market Basing’e gidecek olan yolcuların 3 no’lu peronda bekleyen trene geçmeleri gerekmektedir. Carbury banliyösü 1 numaralı yan hatta beklemekte.”
Bayan McGillicuddy ilgi ve merakla perondakileri süzdü. Ne kadar çok yolcu ve ne kadar az hamal vardı. Neyse bir hamal görebilmişti. Otoriter bir tavırla seslendi.
“Bakar mısınız? Lütfen bu mektubu istasyon müdürüne götürür müsünüz?”Zarfla birlikte bir şilin bahşiş vermeyi de ihmal etmedi.
Daha sonra rahat bir soluk alarak arkasına yaslandı. Elinden geleni yapmış olmanın rahatlığını duyuyordu. Gerçi bir an için verdiği bir şilinden dolayı bir pişmanlık duydu ama… aslında bir altı peni de yeterli olabilirdi…
Birden yeniden gördüğü sahne gözlerinin önünde canlandı. Korkunçtu, gerçekten korkunçtu… aslında sinirleri sağlam, dayanıklı bir kadındı ama yine de dehşetle ürperiyordu. Bu ne tuhaf, ne gizemli bir olaydı, üstelik de bula bula onu, Elspeth McGillicuddy’i bulmuştu. Eğer karşısındaki kompartımanın storu birden açılmasa… Bu da kaderin bir cilvesiydi işte.
Kader, onun Elspeth McGillicuddy’nin bu cinayetin tanığı olmasını istemişti. Sıkıntıyla dudaklarını ısırdı.
Bağırtılar duyuldu, düdükler çaldı, kapılar gürültüyle kapandı. 17.38 treni yavaş bir tempoda Brackhampton İstasyonu’ndan ayrıldı. Bir saat beş dakika sonra ise Milchester’de durdu.
Bayan McGillicuddy valizlerini, paketlerini toparlayarak trenden indi. Peronda hamal bulmak için etrafına bakındı. Daha önceki yargısında haklı olduğunu düşündü: Yeterli hamal yoktu. Görünen hamallar da ya posta çuvallarını taşıyor ya da yük arabalarını sürüyorlardı. Bugünlerde yolcuların kendi eşyalarını kendilerinin taşımaları bekleniyor olmalıydı. Ama Bayan McGillicuddy’nin valizlerini, paketlerini ve şemsiyesini kendisinin taşıması olanaksızdı. Bekleyecekti. Neyse ki sonunda bir hamal bulmayı başardı.
“Taksiye mi?” diye sordu adam.
“Beni karşılamaya geleceklerdi.”
Milchester İstasyonu’nun dışına çıktıklarında kapıdan çıkanları dikkatle izleyen bir taksi yanlarına yaklaştı. Ve yerel bir şiveyle sordu.
“Bayan McGillicuddy değil mi? St. Mary Mead’e gideceksiniz, değil mi?”
Bayan McGillicuddy başını sallayarak söylenenleri onayladı. Hamal büyük bir bahşiş almamasına rağmen halinden memnun ayrıldı. Böylece araba Bayan McGillicuddy, valizleri ve paketleriyle gecenin karanlığında ilerlemeye başladı. Önlerinde dokuz millik bir yol vardı. Bayan McGillicuddy arabada dimdik oturuyordu; huzursuzdu, bir türlü rahatlayamıyordu. Duygularını ifade etmek için sabırsızlanıyordu. Sonunda taksi dar, alışıldık köy yolunda ilerleyerek amaçlanan yerde durdu. Bayan McGillicuddy arabadan inerek taşlı bahçe yolundan eve doğru ilerledi. Şoför valizleri ve paketleri yaşlıca bir hizmetçinin açtığı kapıdan içeri bıraktı. Bayan McGillicuddy ise antreyi geçerek, doğruca ev sahibinin onu beklediği, açık salon kapısına ilerledi. Ev sahibi yaşlı, zayıf, narin bir bayandı.
“Elspeth!”
“Jane!”
Sarılıp, öpüştüler ve Bayan McGillicuddy herhangi bir hal hatır sormaya ya da dolambaçlı söze gerek görmeden hemen konuya girdi.
“Oh, Jane!” diye haykırdı. “Bir cinayete tanık oldum!”
BÖLÜM 2
Annesinden ve büyükannesinden öğrendiği kurallara göre, gerçek bir hanımefendinin hiçbir şekilde paniğe kapılmaması ya da heyecanını, şaşkınlığını belirtmemesi gerekmesi nedeniyle Miss Marple arkadaşını yalnızca kaşlarını kaldırarak ilgiyle süzdükten sonra, hafifçe başını salladı ve konuşmaya başladı.
“Senin açından çok tatsız ve olağandışı bir olay, Elspeth! Bence olanları hemen anlatsan iyi olacak.”
Zaten Bayan McGillicuddy’nin yapmak istediği de buydu. Ev sahibinin ateşe biraz daha yaklaşma önerisini memnuniyetle kabul ederek, şöminenin karşısına oturdu ve eldivenlerini çıkarırken heyecanla anlatmaya başladı.
Miss Marple anlatılanları can kulağıyla dinliyordu. Sonunda Bayan McGillicuddy biraz soluklanmak için ara verdiğinde Miss Marple kararlılıkla söze karıştı.
“Sanırım şu anda en iyisi senin yukarı çıkarak, şapkanı çıkarıp elini yüzünü yıkayıp kendine gelmen olacak, sevgili dostum. Daha sonra da akşam yemeğine otururuz. Yemek sırasında bu konudan bahsetmememizi özellikle önermek istiyorum. Yemekten sonra konuyu ele alır, tüm bakış açılarından irdelemeye çalışırız.”
Bayan McGillicuddy de bu öneri konusunda hemfikirdi. İki hanım akşam yemeği sırasında değişik açılardan yaşam -tabi St. Mary Mead’den görülebildiği kadarıyla- konusunda derin bir sohbete daldılar. Miss Marple kilisedeki yeni orgcuya duyulan güvensizlikten, eczacının karısının karıştığı yeni skandaldan ve okuldaki öğretmenlerle köy yönetimi arasındaki gerginlikten bahsetti. Daha sonra iki hanım Miss Marple’ın ve Bayan McGillicuddy’nin bahçelerindeki çiçeklerden konuşmaya başladılar.
Masadan kalktıkları sırada Miss Marple anlatmayı sürdürüyordu. “Yediveren gülleri gerçekten gizemli, anlaşılmaz bitkiler,” diye açıkladı. “Ya çok gelişiyorlar ya da hiç. Ama bir tutarlarsa, öyle gelişiyorlar ki neredeyse ömürlük oluyorlar. Üstelik günümüzde o kadar gelişmiş, o kadar muhteşem türleri var ki.”
Yeniden şöminenin karşısına geçtiler. Miss Marple köşedeki büfeden iki ayaklı Waterford kristal kadeh ve başka bir dolaptan da bir şişe çıkardı.
“Bu akşam kahve içmemenin daha doğru olacağını düşünüyorum, Elspeth,” dedi gülümseyerek. “Zaten çok gerginsin (buna şaşmamak gerek!) ve bu durumda uyuman çok zor. Bundan dolayı sana bir kadeh çuhaçiçeği şarabımdan ve daha sonra da belki bir papatya çayı içmeni önereceğim.”
Bayan McGillicuddy’nin bu teklifi kabul etmesinin ardından Miss Marple şarap kadehini doldurup uzattı.
Bayan McGillicuddy kadehinden bir yudum aldı ve, “Jane,” diye söze başladı. “Umarım bütün bunları uydurduğumu ya da düş gördüğümü sanmıyorsun?”
“Kesinlikle hayır!” diye yanıtladı Miss Marple içtenlikle.
Bayan McGillicuddy rahat bir nefes alarak ekledi. “Trendeki kondüktör söylediğim tek bir sözcüğe bile inanmamışa benziyordu. Çok nazik davrandı ama yine de…”
“Korkarım bu şartlar altında bunu doğal karşılamalıyız, Elspeth. Bu tuhaf, aslına bakılırsa tamamen olağandışı bir öykü gibi görünüyor. Ayrıca sen onun için bir yabancısın. Bana gelince, ben, gördüğünü söylediğin her şeyi aynen gördüğünden kesinlikle eminim. Gerçi bütün bunlar olağandışı, ancak kesinlikle olanaksız değil. Bir defasında yanımızdan geçen trendeki bir ya da iki kompartımanda olanları nasıl yanımdaymışçasına canlı ve yakın gördüğümü çok iyi anımsıyorum. Küçük bir kız çocuğu oyuncak ayısıyla oynarken birden bunu kompartımanın köşesinde uyuklayan şişman bir adama fırlatmıştı. Adam korku ve öfkeyle yerinden sıçramış, kompartımandaki diğer yolcular pis pis sırıtmışlardı. Bütün bunlar bugün hâlâ gözümün önünde, hatta olaya karışanları bugün bile teker teker kıyafetlerine varana dek tanımlayabilirim.”
Bayan McGillicuddy memnuniyetle başını salladı.
“Aynen öyle.”
“Adamın sana sırtının dönük olduğunu söylüyorsun. Öyleyse yüzünü görmedin.”
“Hayır.”
“Peki ya kadın? Onu tanımlayabilir misin? Genç miydi yoksa yaşlı mı?”
“Oldukça genç. Otuz, otuz beş yaşlarında olduğunu sanıyorum. Daha kesin bir şey söyleyemeyeceğim.”
“Peki güzel miydi?”
“Bunu da bilemeyeceğim. Yüzü acıdan kasılmıştı ve…”
Miss Marple hemen sözünü kesti.
“Tabi, anlıyorum. Peki üzerindeki giysiler nasıldı?”
“Kürklüydü, açık renkli bir kürk manto giymişti. Şapkası yoktu. Sarı saçlıydı.”
“Peki adamla ilgili olarak dikkatini çeken, anımsadığın bir şey yok mu?”
Bayan McGillicuddy yanıt vermeden önce bir süre dikkatle düşündü.
“Uzun boylu biriydi… sanırım esmerdi. Kalın, yünlü bir palto giymişti, bu açıdan yapısı hakkında kesin bir şey söyleyemeyeceğim.” Sıkıntıyla başını öne eğerek ekledi. “Sanırımu teklifi kabul etmesinin ardından Miss Marple şarap kadehini doldurup uzattı.
Bayan McGillicuddy kadehinden bir yudum aldı ve, “Jane,” diye söze başladı. “Umarım bütün bunları uydurduğumu ya da düş gördüğümü sanmıyorsun?”
“Kesinlikle hayır!” diye yanıtladı Miss Marple içtenlikle.
Bayan McGillicuddy rahat bir nefes alarak ekledi. “Trendeki kondüktör söylediğim tek bir sözcüğe bile inanmamışa benziyordu. Çok nazik davrandı ama yine de…”
“Korkarım bu şartlar altında bunu doğal karşılamalıyız, Elspeth. Bu tuhaf, aslına bakılırsa tamamen olağandışı bir öykü gibi görünüyor. Ayrıca sen onun için bir yabancısın. Bana gelince, ben, gördüğünü söylediğin her şeyi aynen gördüğünden kesinlikle eminim. Gerçi bütün bunlar olağandışı, ancak kesinlikle olanaksız değil. Bir defasında yanımızdan geçen trendeki bir ya da iki kompartımanda olanları nasıl yanımdaymışçasına canlı ve yakın gördüğümü çok iyi anımsıyorum. Küçük bir kız çocuğu oyuncak ayısıyla oynarken birden bunu kompartımanın köşesinde uyuklayan şişman bir adama fırlatmıştı. Adam korku ve öfkeyle yerinden sıçramış, kompartımandaki diğer yolcular pis pis sırıtmışlardı. Bütün bunlar bugün hâlâ gözümün önünde, hatta olaya karışanları bugün bile teker teker kıyafetlerine varana dek tanımlayabilirim.”
Bayan McGillicuddy memnuniyetle başını salladı.
“Aynen öyle.”
“Adamın sana sırtının dönük olduğunu söylüyorsun. Öyleyse yüzünü görmedin.”
“Hayır.”
“Peki ya kadın? Onu tanımlayabilir misin? Genç miydi yoksa yaşlı mı?”
“Oldukça genç. Otuz, otuz beş yaşlarında olduğunu sanıyorum. Daha kesin bir şey söyleyemeyeceğim.”
“Peki güzel miydi?”
“Bunu da bilemeyeceğim. Yüzü acıdan kasılmıştı ve…”
Miss Marple hemen sözünü kesti.
“Tabi, anlıyorum. Peki üzerindeki giysiler nasıldı?”
“Kürklüydü, açık renkli bir kürk manto giymişti. Şapkası yoktu. Sarı saçlıydı.”
“Peki adamla ilgili olarak dikkatini çeken, anımsadığın bir şey yok mu?”
Bayan McGillicuddy yanıt vermeden önce bir süre dikkatle düşündü.
“Uzun boylu biriydi… sanırım esmerdi. Kalın, yünlü bir palto giymişti, bu açıdan yapısı hakkında kesin bir şey söyleyemeyeceğim.” Sıkıntıyla başını öne eğerek ekledi. “Sanırım pek fazla yardımcı olamadım.”
“Hiç yoktan iyi,” diyen Miss Marple kısa bir sessizlikten sonra ekledi. “Kızın gerçekten öldüğünden emin misin?”
“Kesinlikle eminim. Dili dışarı sarktı ve… bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum…”
“Elbette, haklısın, konuşmamalısın.” Miss Marple heyecanla atıldı. “Yarın sabah bu konuda daha çok şey biliyor olacağız.”
“Yarın sabah mı?”
“Elbette. Hiç kuşkusuz gazetede bununla ilgili bir haber çıkacaktır. Bu adam kadını boğup öldürdükten sonra, ceset ne oldu? Ne yapmış olabilir? Büyük olasılıkla treni ilk istasyonda terk etmiştir. Şey, tren koridorlu muydu?”
“Kompartımanlıydı.”
“Öyleyse uzağa giden trenlerden biri değildi. Sizinki gibi bu tren de Brackhampton’da durmuş olmalı. Diyelim ki adam cesedi bir köşeye sıkıştırıp cesetin yüzünün görülmemesi için kürk paltoyla yakasını iyice kapadıktan sonra Brackhampton’da trenden indi. Evet, bence böyle yapmış olmalı! Ama bu durumda da cesedin çok kısa bir süre sonra bulunmuş olması gerekirdi. Sanırım yarın sabah gazeteler trende boğularak öldürülmüş bir kadın cesedinin bulunduğu haberleriyle dolu olacak. Göreceğiz.”
II
Ama sabah gazetelerinde bu konuyla ilgili hiçbir haber yoktu.
Miss Marple ve Bayan McGillicuddy bundan emin olduktan sonra, sessizce kahvaltılarını ettiler. İkisi de düşünüyorlardı.
Kahvaltıdan sonra bahçede kısa bir gezinti yaptılar. Aslında bu her ikisi için de mükemmel bir zaman dilimi olabilirdi ama o sabah ikisi de bahçeyle tam anlamıyla ilgili değildi. Gerçi Miss Marple arka bahçesinde yetiştirdiği birkaç yeni ve özgün bitkiye dikkat çektiyse de bunu yaparken kafasının dağınık olduğu belliydi. Bayan McGillicuddy’ye gelince, her zaman âdeti olduğu üzere yeni elde ettiği ender bitkilerin listesini sayarak karşı atağa geçmeye bile yeltenmedi.
“Yine de bahçem olması gerektiği gibi değil,” diyen Miss Marple’ın düşünceleriyle başka yerde olduğu anlaşılıyordu. “Dr. Haydock eğilmemi ve diz çökmemi kesinlikle yasakladı… Eğilmeden, diz çökmeden ne yapılabilir ki?… Gerçi emektar Edwards hâlâ benimle, ama o da dik kafalının teki. Günlük işçilere gelince hepsinin kötü alışkanlıkları var; bardak bardak çay içip oyalanıyorlar… Gerçek anlamda çalışmayı isteyen yok.”
“Oh evet, biliyorum,” dedi Bayan McGillicuddy. “Gerçi eğilmem yasak değil ama, doğrusunu istersen yemeklerden sonra…Özellikle de kilo aldığımdan beri…” Dolgun hatlarına baktı. “Her eğildiğimde midemde yanma hissediyorum.”
Kısa bir sessizliğin ardından Bayan McGillicuddy birden, ani bir hareketle durarak, arkadaşına döndü. “Peki şimdi ne olacak?”
Bayan McGillicuddy’nin pek bir anlam taşımayan bu sözcüğü söylerken ki ses tonu Miss Marple’ın neyin sorulduğunu tam olarak anlamasına yetti.
“Bilmiyorum,” dedi.
İki kadın konuşmadan bakıştılar.
Miss Marple, “Sanırım polis merkezine gidip Müfettiş Cornish’e konu hakkında bilgi vermeliyiz,” dedi. “Zeki ve sabırlı bir insandır; ayrıca onu çok iyi tanıyorum, o da beni. Sanırım bizi dikkatle dinleyecek ve gereken bölümlere bilgi iletecektir.”
Böylece kırk beş dakika kadar sonra Miss Marple ve Bayan McGillicuddy otuz kırk yaşlarında, bakımlı, ciddi, kendilerini dikkatle dinleyen bir adamın karşısında oturmuş, olanları anlatıyorlardı.
Frank Cornish Miss Marple’ı içtenlikle, hatta büyük bir saygıyla karşıladı. İki bayanı hemen sandalyelere oturmaya davet ederek, sordu. “Sizin için ne yapabilirim, Miss Marple?”
“Sizden arkadaşım Bayan McGillicuddy’nin anlatacaklarını dinlemenizi rica edecektim.”
Müfettiş Cornish anlatılanları ilgiyle dinledi. Öykü bittiğinde birkaç dakika susup düşündükten sonra açıkladı.
“Bu gerçekten olağandışı bir öykü.” Bu arada belli etmeden Bayan McGillicuddy’i dikkatle incelemişti.
Gerçekten şaşırtıcıydı. Karşısındaki tüm yaşadıklarını ayrıntılarıyla net ve açık olarak anlatmayı başarabilen bir kadındı; anladığı kadarıyla kadının isterik bir yapısı ya da hayal dünyasında yaşar gibi bir havası da yoktu. Ayrıca Miss Marple’ın da arkadaşının öyküsüne kelimesi kelimesine inandığı anlaşılıyordu. Miss Marple’ı çok iyi tanıyordu. St. Mary Mead’deki herkes onun yumuşak ve heyecanlı görünümüne karşın aslında son derece dirayetli ve görmüş geçirmiş biri olduğunu bilirdi.
Hafifçe öksürdükten sonra konuşmaya başladı. “Tabi yanılmış da olabilirsiniz… Kesinlikle böyle olduğunu söylemek istemiyorum ama bunun da mümkün olabileceğini düşünmemiz gerek. Gördüğünüz iki kişi yalnızca hoyratça şakalaşıyor olabilirler; yapılanda kötü ya da vahşi bir amaç olmayabilir.”
“Ne gördüğümü çok iyi biliyorum,” dedi Bayan McGillicuddy ve yüzünü astı.
Ve bundan asla vazgeçmeyeceksin, diye düşündü Müfettiş Frank Cornish sıkıntıyla. Tuhaf ama öyle ya da böyle, korkarım bunda haklı da olabilirsin.Yüksek sesle fikrini açıkladı. “Demiryolları görevlilerine durumu açıklamışsınız; buraya gelerek gördüklerinizi bana da anlattınız. Doğrusu da bu. Konunun peşini bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz.”
Bir an sustu. Miss Marple memnuniyetle onaylayarak, hafifçe başını salladı. Bayan McGillicuddy pek o kadar mutlu olmasa da bir şey söylemedi. Müfettiş Cornish Miss Marple’a döndü. Onun önerilerine gerek duymasa da bu konudaki yorumunu bilmek istiyordu. “Diyelim ki her şey aynen sizin söylediğiniz gibi oldu,” diye söze girdi. “Sizce ceset ne oldu?”
“Bence yalnızca iki olasılık söz konusu olabilir,” diye Miss Marple bir an bile tereddüt etmeden söze girdi. “Aslında daha mantıklı görünen cesedin trende bırakılması. Ancak bu olasılığı tamamen bir yana bırakmamız gerekiyor. Böyle bir şey olsa aynı gün akşama kadar bir yolcu ya da hiç değilse son istasyonun görevlileri tarafından bulunurdu.”
Frank Cornish başıyla onayladı.
“Diğer olasılık ise katilin cesedi trenden dışarı, rayların arasına atmış olabileceği. Bu durumda halen rayların yakınında bir yerlerde, duruyor olabilir. Aslında bu olasılık da oldukça zayıf görünüyor ama… ne var ki katilin cesetten kurtulmasını sağlayacak başka bir yol da göremiyorum.”
“Kitaplarda sandıklara konulan cesetlerden bahsedildiğini okumuşsunuzdur,” diye Bayan McGillicuddy söze karıştı. “Ama günümüzde herkes sandık yerine, el çantaları ve valizlerle yolculuk etmeyi yeğliyor. Onlarla da ceset taşınması olanaksız.”
“Evet.” Cornish konuşmaya katıldı. “İkinizle de aynı fikirdeyim. Eğer bir ceset varsa, onun şimdi bulunduğunu ya da çok yakında bulunacağını kabul etmeliyiz. Sizi gelişmelerden haberdar edeceğimden emin olabilirsiniz. Ayrıca zaten konuyla ilgili bilgileri gazetelerden de öğreneceksiniz. Tabi bu vahşi saldırıya rağmen kadının sağ kalmış olabileceğini de düşünmemiz gerekir. Belki de kendisi trenden inip gitmiştir.”
“Birisinin yardımı olmadan bu olanaksız,” diye söze karıştı Miss Marple. “Eğer olsaydı da hiç kuşkusuz dikkat çekerdi. Hasta olduğunu söylediği bir kadını sürükleyen bir adam.”
“Haklısınız, böyle bir durum dikkat çeker,” dedi Cornish. “Tabi bir kompartımanda baygın halde, bilinçsiz ya da hasta bir kadın bulunup hastaneye götürüldüyse bu da kayıtlara geçmiştir. Sanırım kısa bir süre içinde bu konuda kesin bir bilgi alabileceğimizi söyleyebilirim.”
Ancak ne o gün, ne de ertesi gün bir haber alınamadı. İkinci günün akşamı Miss Marple Müfettiş Cornish’ten bir not aldı:
“İlgilenmemi istediğiniz konu hakkında harcanan tüm çabalara karşın herhangi bir sonuca ulaşmak mümkün olmadı. Şu ana kadar herhangi bir kadın cesedi bulunamadı. Hiçbir hastaneden tanımladığınız gibi bir kadının tedavi için başvurduğu bilgisi alınamadığı gibi, bir adamın desteğiyle istasyondan ayrılan şok geçirmiş, baygın ya da hasta bir kadının görüldüğü de saptanamadı. Eksiksiz bir inceleme yapıldığından emin olabilirsiniz. Bu durumda arkadaşınızın tanımladığı sahneyi gördüğünü, ancak bunun sandığı kadar vahim bir olay olmadığını düşünüyorum.”