Ah’lı Geçmiş | Yıldız Ertan


Ayakta uyutulmuş olmanın yorgunluğu çöktü üzerime. Tuvaletin mermerine uzandım. Aynalar üzerime saçıldı az önce, neden hatırlamıyorum. Çirkinmişim, sevilince güzelleştim sanıyordum. Aşksızlıkla, sevgisizlikle erittiler beni. Uzun, ince kalıplara döktüler. Malzemelerimi çaldılar hep. Çaldıklarını kendilerine kattılar. Ben eksilirken onlar tamamlandı. Nasıl güzellerdir şimdi, nasıl da tamdırlar. Kahkahaları Japon bahçesindeki kuş sesleri gibi. Nefesleri denizden esen tatlı meltem. Gözyaşları bile güzeldir onların, mutludur gözyaşları… 

Ah’lı Geçmiş sahici, bıçak gibi keskin bir metin. Aşk, aldatılmak, yalnızlık, öteki üzerinden kendini anlama çabalarımız hakkında eşsiz ve sıra dışı bir kitap. Yıldız Ertan bu kitapla sadece aşka, ilişkilere, kendin olma haline yakın mercekle bakmakla kalmıyor, zıpır bir mizahla yüzümüze gülümsemeler kondurmayı da başarıyor.

+18 aldatılması 

Sen ondan bana geliyordun, ben senden ona gidemez miyim? Aklımın buğulu günlerinde kapısında bitiyordum. Kapıyı açınca küçücük gözleri aydınlanır, ağzı hep uyku kokardı. Gece gitmezdim ona. Güneş perdelerin arasından aydınlatınca günahları kaçar gibi uzaklaşırdım soğuk yatağımdan ve okuldan ilk kez kaçmış çocuklar gibi ne yapamayacağını bilememenin kaygısıyla biterdim kapısında. Konuşmazdık. Yürürdü doğruca odasına.

Penceresiz evler gibiydi ya yüreği, odasını da öyle seçmişti sanki. Keskin bir rutubet kokusu eşliğinde, babaannemin o ağır, is kokan yorganları gibi serilirdi çıplak bedenime. Yavaş yavaş severdi beni. Ilık ılık öperdi. Az önce durmuş yağmurun kokusu gibi işlerdi içime. Acelesizce, sevgiyle kaynardık birbirimize. Kapalı gözlerinde süzülen kirpiklerini izlerdim. Kim bilir neler geçerdi perdelerinin önünden? Gözleri kadar kara dünler mi, yoksa yüreğinde saklı o saflığın, gözbebeklerindeki ak rengin vurduğu beyaz günler mi? Saçlarını severdim o gidip gelirken ırmaklarımda. İnce uzun bir teknesi vardı. Kaç kez alabora olmuştu bilinmez; hangi ırmaklarda, denizlerde, okyanuslarda, derelerde yol almıştı hiç sormadım. Anlatmayı sevmezdi. Sormayı bilmezdi. Neden ona geldiğimi merak eder miydi hiç? Kıyıya vurduğumuzda öylece sarılırdık birbirimize. Anlamsızca, tatlı tatlı güldüğümüz günler konuşmak isterdim. İçimdeki yarım kalmış cümleleri tamamlamasını dilerdim. Ben kördüm, o sağırdı. Engelli sevişmelere gebeydik ama tamdık. Susardık, görmezdik. Öç alır gibi sevişmezdi benimle. Ödül gibiydi. Bir babanın işlenen bir suçtan sonra şefkatle doğruları anlatması gibiydi.

Naifti. Oysa ben hep bir gece ya da bazen saatler öncesinde savrulduğum fırtınalardan sağ çıkıp kavuşurdum ona. Aklımdaki şeytanları bir başkasının yatağına atar gibi giderdim. Belimin kıvrımlarını bilmezdi. Bir gün bile arkamda durmadığındandır belki de. Bir başkası hunharca severken beni, vururken yerden yere, bağlarken ellerimi, gözlerimi, yakarken canımı ve yine de tüm bunları sevgiyle yaparken, o hiçbirini bilmeden, belki de hiç hissetmeden… Koşarken nefes nefese kalıp da bir yudum aldığım su gibiydi sanki. Aldatmak… İnsan aldanırdı. İnanırdı çünkü. Kurgularının, şüphelerinin en derininde inanmak vardı. Âcizdik. Gerçekleri bilsek bile bir başkasının ağzından duyup kapısından gönderilene kadar beklerdik. Beklerdik ki aldatılmış olmamayı dilerdik. Aldatmak… Aldatmak en çok insanın aldanmasıydı. Bitmiş bir ilişkiyi tam ortasından bölüp atmak için kullanılan bir silahtı bazen. Rutin hayatlarımıza heyecan katmak için yaşanılan. Hayvani duygularımızı bastırmadığımız zamanlar gün yüzüne çıkan ve çıktığına pişman olunan. Ve az da olsa yara bandıydı aldatmak. Kanayan yaralara pansuman yapmak. Her aşk, doktorumuz olamaz elbette. Hastabakıcılar, hemşirelerle idare ederiz.

Kaza süsü verilmiş ilişki hastalıklarında bilirkişi raporu isteriz. Elle muayene, gözle muayene… Ruhumuzun akıntısı varsa açarlar kadınlığımızı, spekulumlarını sokarlar içimize. Neyimiz var neyimiz yok dökerler ortaya. Aldatmak insanın ruhu… Kendine verdiği en güçlü ceza. “Aşk” adı altında yapılan bir savaş. “Hormonsal” başlığının altına atılan bir imza. Aldatmak kader, aldatmak keder. Gelir gelmez suya girmesinden bilirdim kirlendiğini. Kasıklarında tanımadığım şehirlerin yağmurları, beraber yüzmediğimiz denizlerin tuzu olurdu, bilirdim. Duş başlığından sodyum hipoklorit aksa bir nebze temizlenirdi vicdanı, bunu dilerdi, bilirim.

Sadece maskesini akıtırdı kaynar suda. Rahatlamış ve içi boşalmış iliklerini yayardı omuzlarıma. Beni severdi, bensiz yapamaz gibiydi. Ama merak etmeden duramazdı açıldığı denizlerde kaybolmanın nasıl bir şey olduğunu. Boğulmak nasıl bir duyguydu, farklı kıyılara vurmak ne demekti, sorgulardı. Aldatırdı kendini. Aldanırdı. Hem mutlu hem mutsuz nasıl olunur en iyi o bilirdi. Ben bilirdim ama istemezdim gidip balçıklarda boğulmayı. Bataklıklardan kalkıp gelmiştim, dönemezdim. Aldatmak… Alışkanlığından kopmak istememenin verdiği korku. Heyecanın bittiğini dile dökememe cesaretsizliği. Oysa burada başlıyor insanın kendini aldatması. Sevgiye dair tüm korkularını ve cesaretsizliklerini bir başka tene gömülerek kırdığının farkında değil insan.

Korkan ve cesareti olmayan, gitmek istediğini dile getiremeyen bir başkasının bedenine sığınırken aslında tüm bu duyguları yerle bir ediyor, farkında değil. Korkan, cesaret edemez yasak olana. Sevişmek hem ceza hem ödül gibiydi. En büyük kavgaların sonunda, en mutlu anların ortasında peyda olurdu çıplaklığımız. İlişkimize dair ne kadar açık varsa doldururduk. Birbirimizin yüzüne söyleyemediklerimiz tekmelerle, tokatlarla saçılırdı ortaya.

Bir tür rahatlama, bir tür hatırlatma. Poposunu beğendiğimiz kadınlar, âdemelmalarına gözümüzün kaydığı adamlar aramıza girerdi. Kulaklarımızın duymadıklarını sevişirken dillerimiz söylerdi. Başkalarını severdik, onları arzular ve becerirdik. Damarları boyunlarından fışkıran adamlar gizli saklı izlerdi bizi o odada. Nasıl becerildiğimi, nasıl becerdiğini. Yatağımız yerinden oynar, mahalle net duysun diye sevişmelerimizi pencereye daha çok yaklaşırdı. Camiden gelen “haydi” çağırısını “sevişin” demeçlerimiz bastırırdı. İbadet gibi, alnım beyaz çarşaflara değdiğinde seks tanrıma domaltırdım bedenimi. Bağışlayıcı elleriyle sıkardı boynumu. “Ölüm de var” derdi ısırılmış dudaklarımı öperken, “Ve yaşamayı sana ben bahşettim” der gibiydi. Güvenli seks cinsel yolla bulaşan hastalıklardan, hamile kalmaktan korunmak değildi bizim için.

Birbirimize inanmamız demekti. Sarılıp uyuduğumuzda arkamızdakinin bizi bıçaklamayacağına güvenmek demekti. Yalandan orgazm çığlıkları atmadığımızdan emin olmaktı. Görev olarak değil, yanarak sevişmekti. Ne zaman tutuşursak tutuşalım diğerinin söndüreceğini bilmek demekti. Güvenli seks bizim için inanmaktı. Kimsenin yatağımıza bizsiz girmeyeceğini bilmekti. Bir olmaktı. Kadının penisi, erkeğin vajinası vardı. Arzuladıklarımızın bizi ayırmak yerine ortamıza gelip bizi birleştirmesiydi güvenli seks. Benim kalçalarım onun ABS fren sistemi, onun penisi benim vitesimdi. Güvenli yol tutuşumuzun temeli birbirimizi bilmemizden geliyordu.

Ah ne kadar ayıp tüm bu ilahi seks bileşeni. Ne kötü cinselliğin temel öğelerini yazmak değil mi? Asıl ayıp olan, kendimize ettiğimiz ihanetlerimiz. Bittiğini bile bile söyleyemediklerimiz. Söyleyemeyip başkalarının kuytularına sıkıştırdıklarımız. Aldatmak ayıp, en büyük günahlardan biri: yaşananların ortasına bile isteye bomba bırakmak, en yüksek, en kudretli, en masum duyguları vahşice katletmek, insanı değil ama duygularını öldürmek. Sen onu aldatırsın bir başkası için, o başkası da seni aldatır bir başkası için. Kural bu… Kimin yatağına atarsan ateşini, onun ahı kül eder bildiklerini. Geceden suya ıslasan da vicdanını, yumuşamaz, akmaz kirleri. Başkalarından zorla aldığın gözyaşları bulaşmıştır kaderine. Affetmek yetmez. Tövbeler yetmez. Kutsala leke sürmüşsündür artık, çok sevilsen de yetmez. Aldatmak… Bir fikir kıvılcımıyla düşer yola ve tutuştuğu yerden yakar dokunulanları. Aşk potanda erittiklerinin ahı kalır elinde. Katar önüne seni korkular, kaygılar. Sonsuza dek sürecek olanı ararsın. Ama geri dönüşü yoktur yıktıklarının. Bu üçlü oyun içinde en çok sen kanarsın. Yaptığını, en çok sen yaşarsın. O taptığın bedenler değil, gerçek sevgi aslolan. Aşk bittiğinde sarılıp uyuyacağın bir sevgi…

Seni dünlemek 

Öylece duruyorsun. Saçlarına vuran ışıktan sekip göğsüme dayanan sevdanı avuçlarımın arasında yuvarlıyorum. Saf bir enerji parmak uçlarıma doğru süzülüyor ve sen o beyaz koltukta gittikçe saydamlaşırken ben seni dünlüyorum. Dünlemek evet. Seni bugün ya da yarın değil, dün gibi seviyorum. “Hâlâ seviyorum” demiyorum. Sevgi azalır, azalarak yiter gelecek bir zamanda ve “hâlâ seviyorum” demek en kötüsüdür. İlk zamanları anımsa. Nasıl da koşar adım gelirdin bana. Yanında olamadığım günler sabaha kadarki konuşmalarımız, özlemelere dayanamayıp sabahın ilk ışıklarıyla Beşiktaş’ta buluşmalarımız. Gözlerindeki o ışıltı adeta bir yaz akşamı. Hafif serin, hafif yakıcı. Ve sonbaharın gelecek olmasının kaygısı. Elini kaldırdın az önce. İnce belli çay bardağına sardın parmaklarını, bardakta kaldı parmak izlerin ve buruk bir tatla gülümsedin. Tarçın koktu tüm bahçeler, süzgecinden geçirdiğin tüm insanlar yok oldu o bahçelerde tek yudumunla beraber.

Boğazından süzülen o da mıtılmış üzüm suyu gibi aktın can sağlığıma, sadece orada öylece duruşunla. Şimdi kalkıp gitsen seninle beraber gelir bu ev. Ben öylece kalırım sokağın ortasında, kabası atılmış betonarme evlerin sessizliği gibi. Gözlerin… Sinirlendiğinde kızıl dumanların estiği o acı mavi gözler kükrer biriktirdiğin nefreti. Ne çok acı var gözlerinin derininde, kaç yıllık hüsran biriktirdin. Kör olsaydın da görmeseydin. Bana bak… Buraya, tam karşında durana! Üflesen uçacak, üflesen içinden cin çıkacak olana. Nasıl da uzadı saçlarım ellerinin gezintisi kısa sürmesin diye, boyum bile uzadı yanında dik duracağım diye, ellerim nasıl da yumuşak sen tutuyorsun diye.

Bana bak: senleşene, senin için var olana ve ayakları geri gitmek nedir bilmeyene. Buradayım! Kırıp dökerken sevdamı, savururken sitemlerini, tonlarken en keskin sözlerini, gitmelerini, unutmalarını…. Nasıl da duruyorum tam karşında. Nasıl da eğilmiyor başım. İşte ben o halıları bu yüzden kaldırdım. Güneşe mi dönelim? Yakıp kavuralım mı kendimizi? Yoksa denizlere mi dökelim birbirimizi? Oysa uzanmak ne güzel yeni serilmiş çarşaflara, açık pencereden dizkapaklarımızın arkasına vuran hafif esintiyle, birbirimize değmeden ama yan yana. Kirpiklerini kırpıştırırsın, tel tel dökülür saçların alnına, burun deliklerin bir açılır bir kapanır, tüylerin ürperir ansızın, hafif sesler tınlar dudaklarının arasından, ben de öylece izlerim seni kim bilir ne kadar zaman. Gitmelerin anlamsızlaştığı o noktaya kadar beklesek ya. İyice tüketsek ne varsa birbirimizde. Emsek kanımızı, birbirimize dair fikirlerimizi yerle yeksan etsek. Kırılmayacak kalp kalmasa, gurur murur hak getirse.

Açsak hayatlarımızın şifrelerimizi ve kimse bakmaya bile tenezzül etmese. Gidene dönüp bakmasak, gidişini bile fark etmesek, hangi yollardan geçtiğini düşünmeyecek kadar unutsak bu sevdayı. Bir başkası olmamı istediğin o gecelerin sonunda kendime sarılıp uyuyorum. İçimde açılan boşluklara bağırıyorum, yakındığım tüm dertler eninde sonunda yankılanıyor, kurtulamıyorum. Pişmanlıklarım, üzüntülerim, küskünlüklerim kafamda kocaman bir çalkantı. Uyku ile uyanıklık arasında yaşadığım o günlerde arafa mı düştüm bilmiyorum.

Arada kalmışlığım ve sakinliğim, yoklayıp giden korkularım, anlık heyecanlarım, sıradan üzüntülerim. Bazen abartacak bir şey bile bulamıyorum. Sonunda kendime dönüyorum ve tüm yolların sonu sana çıkıyor. Çünkü gözlerin… Öylece duruyorsun şu an karşımda. Var mıyım yok muyum ben bile bilmiyorum. Sıcak bir ter damlası kayıyor şakaklarından boynuna doğru. Kaşındırıyor seni bu akışlar, az sonra kalkacaksın biliyorum ve duşun altında soğuk suya bırakacaksın zihnini. Gözlerin benden geçecek mi öngöremiyorum, daha bir var oluyorum şimdi, bu masada. Oturduğum tahta sandalyeyle beraber kökleniyorum terk etmeyeceğin bu evde. Denizlere kadar uzanıyor mazimiz ve dağlara kadar komşuyuz gelecekte. Paralel doğruların kesiştiği sessizliğimiz bir son bulacak mı bugün yarın? Bir cevap bulabilecek miyim niçinlerime? Orada, o dakika bulunduğun vakit, aklının bir köşesinden geçersem eğer, o köşede bekledim mi seni bir düşün. Beklerken doldumu gözlerim, sen bana saklaman gereken sözleri ona savururken? Ş harfiyle beraber ağzından savruldu mu minik tükürüğün masaya? Ve bir büyü gibi sarıldı mı onun da saçlarına? Gitmek istediğimiz o yerlerden dönüyorum şimdi sana. Bana bak, beni bul ve beni sar. Köklerimle sarıldığım bu anlara bağlandım. Beni tut, beni öp ve anlat.

Anladığım kadar var olurum buralarda. Kafama bıraktığın bu minik sorularla, beni yak, beni yık ama bırakma. Cevaplarını öğrenmek istediğim soruların peşinden sürüklenirsem beni çağır, beni ara ve yüreğinde göster yolumu. Tırnaklarımızla kazıdığımız bu çözülmez haritanın peşinden binmeyelim o hayalet sürücülerin araçlarına. Beni yakala, beni uçur ve sürükle peşinden. Sanırım beni gördün. Spot ışıkları açıldı gökyüzünün. Merhaba sevgilim, ben de seni bekliyordum. Kafamda kurduklarımla sana masallar yazıyordum. Her mutluluğun içinde neden bunca keder var? Tüm güzelliklerin içinde bunca hüzün ne arar? Mesela kirpiklerin bütün günün ağırlığını nasıl böyle ahenkle taşıyor? Karnında çocuğunu taşıyan bir kadınınki gibi sevgim, tüm hormonlarım değişiyor ve patlayacak kadar şişiyor. Barındırdığı hayat ölümü de vaat ediyor.

Mutluluk, huzur, heyecan şöyle dursun, acı, tedirginlik ve nefret nasıl orada öylece bekliyor? Saç uçlarımdan tırnak uçlarıma kadar kırgın oluyorum bazı sabahlar. Her kırgınlık kendisine bölünüyor, aklımın odalarında toplanıyor. Hangi kapıyı açsam, hangi yola çıksam, hangi denizi aşsam, hangi yıldıza tutunsam sen çıkıyorsun karşıma. Sözlerini bilmediğim şarkılar gibi gelişigüzel tutturuyorum adını. İçimden içim akıyor. Seninle beraber bunca kalabalıkken, nasıl bu kadar yalnız bırakabiliyorsun beni? Şimdi o adımları kime sayıyorsun kim bilir. Ben yan odada uyurken parmakların kimleri arıyor o ekranda, pişmanlıkla kimleri siliyor kim bilir.

Bir sonumuz var mı yazılmamış olan? Bir şiir tuttun mu sen bizim için? Kaç sevda eder senin olmam? Bana gelmen, beni sevmen, beni sarman kaç dünya eder? Açtığın kollarını kendine mi saracaksın ben yokken? Ben olmasam diyorum, kaç gece özler? Kaç kadın örter geçmişimizi? Kimlere doğururum o istemediklerimizi? Nasıl da acıyla kıvrıldı kazayakların. Bembeyaz tenin nasıl da pembeleşti. Göğsünün ortasında bir duvar. Duvara bir yazı yaz benim için. Gülümse sevgilim. Gülümse ki aydınlansın ışıksız kalan yerlerim. Işığın yok etsin gölgemi, kör edercesine yansısın retinamda. Gülümse ki sevgilim, gitsen de döneceğini bileyim. Ordasın, gülüyorsun denizin kıyısında. Akdeniz iklimi gibi yayıl hayatıma. Ne soğuk ne de kış görsün kalbim senden yana. Olduğun yerde kal ve bana bak, beni gör, beni tut. Doğum lekem ol, yapış yakama.

Benzer İçerikler

Madam Bovary – Gustav Flaubert

yakutlu

Tahta At | Bahadır Yenişehirlioğlu

yakutlu

Pembe ve Yusuf | Canan Tan

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy