Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun kitabıyla “birinin karısı olma hallerini” iştahlı bir üslupla anlatan, İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar kitabıyla günümüz varoşuna keskin ve gerçekçi bir bakış atan Hatice Meryem, bu defa annelik hallerini anlatıyor…
Mükemmel annelik, geleneksel annelik, modern annelik, kentte ve köyde annelik, tek başına annelik…
Bir mevki, bir mertebe, bir çaba olarak annelik…
Bir masumiyet formu olarak annelik…
Cinselliğe karşı bir zırh olarak annelik…
Ve annelerden kızlarına devrolan miras…
Hatice Meryem Aklımdaki Yılan’da yepyeni hikâyelerini edebiyatın ve mizahın kuvvetli tonuyla anlatıyor.
At Kürt Uçurtma Şenlik
I
Cuma gece yarısı işinin ehli dört cerrah sıcak yataklarından doğrulup sokaklara döküldüler; benim eve gelip gizlice ya- tak odama girdiler; kafatasımı ustalıkla kırıp içini irili ufak- lı taşla doldurdular ve yeniden dikiş atıp birbirlerini de gü- zelce tebrik ettikten sonra çekip gittiler. Sanki. Öyle bir baş ağrısıyla uyandım cumartesi sabahı. Gözüm ne uçurtma görecek haldeydi ne de şenlik. Yatağa gömülüp öğlene kadar uyumaktan başka bir arzum yoktu. Başımı yastığa ağır ameliyatlı biri gibi bıraktım. Açıklayabilirdim.
“Başım ağrıdan çatlıyor,” derdim. “Başka zaman gideriz,” derdim. Bozulacak olursa, “Allah’ın son uçurtma şenliği mi bu canım!” derdim. Baktım olmadı kaşlarımı çatar, gözlerimde şimşekler çaktırırdım.
Ya o? O ne yapardı?
Kararlılıkla susup yüzüme bakardı. Hem de beni ilk kez görüyormuş gibi! Bacak kadar boyuyla, isteklerini elde et-
menin bu en kestirme yolunu ne zaman, kimden öğrenmişti? Ama tabii kabahatin büyüğü bendeydi! O kadar abartılı konuşmuştum ki çocuğun iştahını şurup gibi açmıştım. Yok dev uçurtmalar olacakmış da, yok ejderha uçurtmaları gök- yüzünde fir fir dolanacakmış da… Tırnak kadar çocuğu önce heveslendir, sonra yarı yolda bırak! Vicdan sahibi bir yetiş- kinin yapacağı iş miydi bu? Böylesi bir insafsızlığı hak edecek ne yapmıştı yavrucak?
Hemen kalkmalıydım yataktan! Baş ağrısı dediğin neydi ki; geldiği gibi çekip giderdi. Verdiğim sözden dönmeme- liydim. Unutmamalıydım ki o sabah, yeryüzündeki anneler arasında, oğluna uçurtma gösterecek olanıydım ben! Kafam, bırak taşla dolmayı, kökünden kopsa sözümden dönmeyecek, vazifemi yerine getirecektim. Saate baktım. Gayet erkendi. Evde çıt yoktu. Demek uyanmamıştı. Çünkü her sabah o uyanır uyanmaz, koca bir ordu Allah Allah nidalarıyla odama dalar, kellemi kökünden koparıp bir tepsi içinde küçük şehzadeye sunardı. Hâlâ yerinde duran başımı birkaç dakikalığına yeniden yastığa biraktım ve düşündüm. Oğlum geçen yıl başlamıştı okula.
Yıl boyunca dersler, ödevler, boyundan büyük sorumluluklar altında ezildiğini gördükçe içim daralıp durmuştu. Tamam, uygarlığın eğitim üzerine kurulduğunu kendi kendime hatırlatmış ve teselli bulmaya çalışmıştım çalışmasına ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım, tüm uygarlığın derlenip toplanıp daha yedi yaşındaki oğlumun sırtında taşıdığı kendi ağırlığından da- ha ağır okul çantasına sığabileceğini bir türlü kafama sokamamıştım! Okullarda verilen eğitim hakkında, uluorta anlatamayacağım bazı düşüncelere sahiptim. Okul, sınıf, öğretmen üçlüsü aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyordu. Sanırım bu tür sinsi düşüncelerin yarattığı suçluluk duygusuyla veli toplantılarını hiç aksatmamış; iki elim kanda da olsa, bütün yıl kanlı ellerimle okula koşturup durmuştum.
Başlangıçta her şey yolundaydı. Oğretmeni oğlumdan memnundu. Onu zeki ve sevimli buluyordu. Hızlı öğrenen, çabuk kavrayan vesaire vesaire. Övüyor, yere göğe koyamıyordu. Küçük bir dahinin annesi olduğumu düşündürtüyordu bana bunlar. Diğer veliler arasında havamdan geçilmiyordu. Onu nasıl terbiye ettiğimi, hatta ne yedirdiğimi falan soruyorlardı. Son toplantıdaysa öğretmen fikrini değiştirmiş; oğlumu fazla hareketli ve hatta biraz da sorunlu bulduğunu herkesin içinde söyleyivermişti.
Mesela ders saatinde terliyormuş oğlumun avucu, bu yüzden kayıyormuş kalemi, el yazısının kargacık burgacık olması bir yana, yere düşen kalemi almak için sürekli eğiliyor- muş ve tabii kendisi de ne yapsın, çok kızıyormuş! “Olmuyor, olmuyor, olmuyor!” diyormuş.
Diğer veliler kınayan bakışlarla bana bakmış, sanki kendi çocukları sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi de “Aaa!” diyerek ayıplamışlardı. Öğretmen devam etmişti.
Bazen de ders ortasında fırlıyormuş oğlum yerinden; arkadaşlarının dikkatini dağıtan, sınıfın düzenini bozan ve tabii kendisinin otoritesini de sarsan bazı davranışlarda bulunuyormuş! Eh, tabii yakışıksız kaçıyormuş tüm bunlar! Dili varmıyormuş söylemeye ama, onu bir psikiyatra götürsem iyi olacakmış! Hiperaktif miymiş neymiş! Zamane çocukla- rında sık rastlanan feci bir hastalıkmış bu! Amerika’da her on çocuktan dokuzunda görülüyormuş ve eğer tedavi edil- mezse sonuçlarına katlanmak zorundaymışız!
Diğer veliler, sanki kendi çocukları cennetten çıkma melaikeymiş gibi tekrar etmişlerdi yine “Aaa!”. Ve öğretmen de devam etmişti yine.
Efendim suçluların, azılı katillerin, hırsızların, haydutla- rın hepsi çocukluğunda bu tür davranışlar sergileyenlerden çıkmıyor muymuş? Bilmiyor muymuşum ben bunu? Öyley- se neden ilk kez duyuyormuşum gibi şaşkın şaşkın bakıyor.
…