Aleksey Tolstoy – Azap Yolları

Sokaklarını ıhlamur ağaçlarının gölgelediği bir taşra kasabasından Petersburg’a inen bir kişi, bütün dikkatiyle etrafına bakınır, manevi bir coşkunlukla karışık umutsuzluk duygusuna kaptırırdı kendini.

Birbirine dik, sisli caddelerde, pencereleri karanlık, giriş kapılarında kapıcıların uyukladığı büyük binaların önünde dolaşır. Uzun uzun, Neva ırmağının bol sulu donuk yüzeyini, köprülerin mavimtırak renk verdiği dolaylarını, gece olmadan yakılan sokak lambalarını, sarayların yüksek sütunlarını, Piyer ile Pol katedralinin göğe sipsivri yükselen kulesini, karanlık dalgalara dalan cılız kayıkları, taş rıhtımlara bağlanmış, ıslak odun yüklü mavnaları seyreder. Yanından geçenlerin solgun, tasalı yüzlerini, şehri kaplayan sisin buğuladığı gözlerini inceden inceye süzer; bütün bunları gördükten, içine iyice sindirdikten sonra, iyi düşünceli bir adamsa, başını kalkık yakasının içine daha çok sokar; kötü düşünceli bir adamsa, bu durgun güzelliği paramparça edip koparmak için şöyle olanca hızıyla vurmanın ne de güzel olacağını düşünür.

Daha I. Piyer zamanında, hâlâ kendi adını taşıyan köprünün yanında duran Trinite kilisesinin bekçisi, çan kulesinden inerken, alacakaranlıkta, pek zayıf bir kadın kılığında bir hayalet görmüştü. Hayaletin uzun uzun saçları vardı. Çok korkmuştu adamcağız. Sonra içkili bir lokantaya gitmiş: “Petersburg felâkete doğru gidiyor!” diye bağırmıştı. Bu da onun, tutuklanıp sorguya çekilmesine, merhametsizce kamçılanmasına malolmuştu.

Herhalde o zamandan sonra Petersburg’un cinli perili bir şehir olduğu düşüncesi yayılmıştı. Gün oluyor, görgü tanıkları, şeytanın, Vasilievski adasının bir sokağından araba ile geçtiğini görüyorlar; gün oluyor, bir gece yarısı, İmparatorun bronz heykeli, suların kabarması ve fırtınanın en civcivli zamanında, kaldırımlarda gezmek için granit kaidesinden sökülüyordu. Gün oluyor, bir hortlak –ölmüş bir papaz örneğin– bir belediye üyesinin arabasının kapı penceresine yüzünü dayıyordu. Bunun gibi sayısız hikâye, şehirde ağızdan ağıza dolaşıyordu.

Birkaç gün önce şair Aleksey Alekseyeviç Besanof, bir gece lüks bir araba ile adalara giden yol üzerindeki eğri köprüden geçerken, uçsuz bucaksız gökte, bulutlar arasından sıyrılan boşlukta bir yıldız görmüştü; gözyaşları arasında yıldızı seyrederken, arabayı çeken atın, sokak lambalarının fanuslarının, arkasında uyuyan Petersburg’un bir düşten, şarap, aşk ve can sıkıntısıyla buğulanmış beyninde doğan bir sayıklamadan başka bir şey olmadığını düşünmüştü.

İki yüz yıl bir düş gibi akıp gitmişti. Dünyanın bir ucunda,

bataklıklarla fundalıkların arasında kurulmuş olan Petersburg, bugün sınırsız bir otorite ile şan-şeref hayal ediyordu. Böylesi kâbus görüntülerini, saraylardaki devrimler, imparatorların öldürülmesi, kanlı işkencelerle parlak başarılar izliyordu; zayıf karakterli kadınlar kendilerinde ilâhi bir kudret vehmediyor; henüz sıcak ve bozulmuş yataklarında halkın mukadderatı tayin ediliyordu. Elleri topraktan yanmış genç ve sağlam yapılı delikanlılar geliyor, iktidarı, hükümdarlık yatağını, bizansvari şatafatı paylaşmak için hükümdarlık merdivenlerini çekinmeden çıkıyorlardı.

Komşu ülkeler, bu kapris çılgınlıklarını ürkek gözlerle seyrediyorlardı. Rus halkı ürküntü ve hüzünle başkentin sayıklamalarını dinliyordu. Memleket kana bulanıyor, gene de Petersburg’un hayaletlerini doyuramıyordu.

Başkent çalkantılı, hararetsiz, bıkkın bir uyurgezerin yaşantısını sürdürüyordu. Fosforışıllı yaz geceleri, çılgın ve tadına doyulmaz oluyordu; kış geceleri ise uykusuz… oyun masaları, yeşil çuhalar üzerinde çınlayan altınlar, müzik, pencerelerin ardında dönen çiftler, olanca hızıyla giden troykalar, çigan müzikleri, gün doğarken yapılan düellolar, buz gibi esen rüzgârın ıslığında, kulakları yırtan bandonun eşliğinde, İmparatorun, korku salan, bizansvari bakışları altında yapılan askeri resmi geçitler…

İşte böyle yaşıyordu Petersburg.

Son on yıl içinde, büyük büyük iş kurumları, akıl almaz bir çabuklukla kurulmuştu. Söylendiğine göre, milyonlarla ifade edilen servetler havadan çıkıveriyordu ortaya. Camla çimentodan yapılmış bankalar, müzikholler, kapalı paten salonları, şatafatlı gece kulüpleri kuruluyordu. Bu gece kulüplerinde müşteriler müzikten, hayalleri yansıtan aynalardan, yarı çıplak kadınlardan, gözleri kamaştıran ışıklardan, kafaları buğulandıran şampanyadan şaşkına dönüyorlardı. Alelacele kumarhaneler, umumhaneler, tiyatrolar, sinemalar, lunaparklar açılıyordu. Mühendislerle maliyeciler, Petersburg’un yakınında, o güne dek kimselerin oturmadığı bir ada üzerinde, akla durgunluk verecek, lüks bir başkent kurmak için tasarılar hazırlıyorlardı.

Bir intihar salgını şehri kırıp geçiriyordu. Yargı salonları isterik kadınlarla dolup taşıyordu. Hayal güçlerini tahrik edecek kanlı davaları doymazcasına izliyorlardı. Lüks de, kadın da kolayca ulaşılabilir şeylerdi. Ahlâksızlık her tarafa yayılıyordu. Salgın bir hastalık gibi saraya dek uzanmıştı.

Cahil bir mujik, çılgın bakışlar, az görülür bir erkeklik gücüyle saraya girdi, imparator tahtına kadar ulaştı ve alay ede ede Rusya’yı hor kullanmaya, maskaraya çevirmeye başladı.

Her büyük şehir gibi Petersburg da, yoğun, hareketli hayatını yaşıyordu. Merkezdeki bir güç, bu hararetli yaşantıyı yönetiyordu. Böyle olmakla birlikte, bu güç, şehir ruhu denebilecek olan duyguyla kaynaşmış değildi. Merkezdeki güç, düzeni, sükûnu ve uygun bir ahlâkı kurmayı amaç ediniyordu; şehir ruhu ise bu gücü yıkmayı amaç

edinmişti. Yıkma eğilimi her yerde vardı. Meşhur Şaşka Sakelman’ın muazzam borsa oyunları, öldürücü zehrini içine sindirmişti. Çelik fabrikası işçisinin karamsar öfkesi ile “Kırmızı Çıngıraklar”ın sanatla düzenlenmiş mahzeninde sabahın saat dördünden sonra, bir masaya oturmuş rağbetteki kadın şairin zırva düşlerinde de aynı zehir vardı. Bu yıkılışla boğuşmak zorunda olanlar, kendileri de farkında olmadan, onu daha da arttırmak, daha da ağırlaştırmak için her şeyi yapıyorlardı.

Bu öyle bir dönemdi ki gerçek ve temiz duygular, temiz aşklar, adi ve modası geçmiş şeyler diye görülüyordu. Kimseler sevmiyordu, ama herkes hayatın zevkini çıkarma susuzluğu içindeydi. Böylesine zehirlenenler tuzlu ne varsa hepsini, bağırsaklarını parçalayan ne varsa hepsini doymak bilmeden içiyorlardı.

Genç kızlar bekaretlerini, evli kadınlarsa sadakatlerini silip atmışlardı kafalarından. Yıkıcı fikirlerin reklamcısı olmak, iyi beğeninin belirtisi gibi kabul ediliyordu. Sinir zayıflığı, ince bir ruh belirtisi olmuştu sanki. Bir mevsimde hiç yoktan ortaya çıkan moda yazarların öğütledikleri de bundan başka bir şey değildi. İnsanlar da yavan görünmek korkusuyla kendilerini safahat ve kötülüklere kaptırıyorlardı.

İşte 1914 yılındaki Petersburg böyle bir yaşantı içindeydi.

Uykusuz geçen gecelerle tükenmiş, sıkıntısını aşksız sevişme, para ile şarapta, nefsine düşkünlükte, can çekişmenin ezgisinde, tangonun nağmelerinde boğarak, korkunç ve mukadder günü beklercesine yaşıyordu. Olacakları önceden haber veren belirtiler eksik değildi: Yepyeni, hemencecik kavranması güç bir şeyler, aralık bulduğu her yerde ortaya çıkıveriyordu.

II

 

 

— … Hiçbir şeyi hatırlamak istemiyoruz. Yeter artık(!) diyoruz. Dönün sırtınızı geçmişe! Ne bıraktım arkamda? Milo Venüsünü mü? N’olmuş yani? Yenir mi o? Yoksa çıplak kafada saç mı bitirir? Gerçekten bu taş yığınına muhtacım. Ya sanat, sanat n’olacak! Hâlâ böylesi formüllerle mi coşuyorsunuz? Çevrenize, önünüze, ayaklarınıza bakınız. Amerikan pabucu giymişsiniz! Yaşasın Amerikan pabuçları! Sanat dediğin işte şu: Kırmızı bir otomobil, kavuçuk tekerlekler, yirmi litre benzin ve saatte yüz kilometre sürat: Uzayı yutmak için beni yalnız bu isteklendiriyor. Sanat dediğin işte bu: Başında güneş gibi parlayan çok güzel bir silindir şapka bulunan şık bir delikanlıyı gösteren on altı metre boyundaki bir afiş. Bir terzidir bu, bir sanatkâr, günün dahisi! Ben hayatı yutmak istiyorum, sizse bana, sadece gücünü yitirmiş insanlara yarayacak olan bir damla şekerli su sunuyorsunuz…

Daracık salonun dip tarafından alkışlar ve kahkahalar yükseldi. Sıraların ardında üniversiteli gençler sıkış tepiş oturmuşlardı. Sergey Sergeyeviç Sapojkof adındaki konuşmacı, nemli dudakları ile gülümseyerek çıkık burnunun üzerine, durmadan zıplayan gözlüğünü oturttu, meşe kürsünün basamaklarını neşeli bir tavırla indi.

Beş kollu şamdanın aydınlattığı yandaki iki masada, “Felsefe Toplantıları” kurumunun üyeleri oturuyordu. Aralarında kurumun başkanı ilahiyat profesörü Antonovski, o günkü raportör tarihçi Veliaminof, filozof Borski ile kurnaz yazar Sokunin vardı.

“Felsefe Toplantıları” kurumu o kış, tanınmamış, ama çeneleri kuvvetli gençlerin hücumlarını desteklemek zorunda kalmıştı. Gençler tanınmış yazarlara, seçkin filozoflara kıyasıya saldırıyorlardı. Kullandıkları sözler öylesine cüretli, öylesine telkin doluydu ki, kurumun Fontanka rıhtımındaki binası, halka açık toplantıların yapıldığı Cumartesi günleri ağzına kadar doluyordu.

O gün de öyle olmuştu. Sapojkof, ardı arkası kesilmeyen alkışlar arasında kalabalığın arasında kaybolunca, kürsüye, kısa boylu, başı yamuk ve ustura ile traş edilmiş, çocuksu yüzlü, sarı benizli, elmacık kemikleri çıkık bir adam çıktı. Akundin’di bu. Toplantılara daha yeni gelmeye başlamıştı, ama bilhassa arka sıralardaki dinleyiciler arasında muazzam bir başarı sağlamıştı.

“Kim bu adam? Nereden gelmiş?” diye sorulduğunda, bilenler, ne anlama geldiği anlaşılmayan bir gülümsemeyle karşılık veriyorlardı.

Asıl adı Akundin değildi; yabancı bir diyardan gelmişti ve yerinde sözler ediyordu.

Akundin küçük sakalı

nı sıvazlayarak, sessizleşen salona baktı; ince dudaklarında alaycı bir gülümseme ile konuşmasına başladı.

Koltukların üçüncü sırasında, orta yolun başında, bel ve göğüs kısmı dar, siyah bir elbise giymiş genç bir kız oturuyordu. Çenesini küçücük yumruğuna dayamıştı. Kulaklarının üzerine kaldırılmış kül rengini andırır ipek gibi sarı saçları, ensesinin üzerinde bir tarakla tutturulup topuz yapılmıştı. Ciddi bir ifadeyle, kıpırdamadan yeşil masada oturanları seyrediyordu. Bazen bakışları mumların alevine takılıyordu.

Akundin, meşe kürsüye vurup da: “Dünya ekonomisi kilisenin kubbesine demir yumruğunu ilk kez indirdi,” diye bağırınca genç kız yavaşça irkilip içini çekti, kızarmış çenesinin altından yumruğunu çekip ağzına mayhoş bir şeker attı.

Akundin konuşmasına devam ediyordu:

— … Ya sizler, Tanrı’nın yeryüzündeki bulanık hükümdarlığını hayal edip duruyorsunuz hâlâ. Ona gelince, bütün gayretine rağmen uykusuna devam ediyor. Ya; ne de olsa uyanacak ve Ballaam’ın eşeği gibi konuşacağını umut ediyorsunuz. Evet, uyanacak uyanmasına, ama onu uykusundan uyandıran ne şairlerinizin tatlı sözleri, ne de buhurdanlık dumanları olacak. Sadece fabrika düdükleri uyandıracak halkı derin uyuşukluğundan. Ya da; balta girmemiş ormanlarınıza bataklıklarınıza güveniyorsunuz herhalde. Orada da yarım yüzyıl uyunabilir, inanın. Ama buna ilerinin mutlu çağı adını vermeyin. Bu gelen değil, gidendir. Burada, Petersburg’da, bu muhteşem salonda Rus mujiği yaratıldı. Onun adına yüzlerce kitap, opera yazıldı. Bu küçük oyunun oluk gibi akacak kanla sonuçlanmasından korkarım…

Sözün burasında başkan konuşmacıyı susturdu. Arkundin’in dudaklarında solgun bir gülümseme belirdi. Ceketinin cebinden büyük bir medil çıkardı, sevimli bir hareketle yüzünü, başını sildi. Salonun dibinde sesler yükseliyordu:

— Bırakın konuşsun!

— Ayıptır, sözü kesilir mi konuşanın!

— Alay etmek bu herkesle!

— Hey oradakiler, susun!

— Sen de sussana!

Akundin tekrar konuşmaya başladı:

— … Rus mujiği, düşüncelerin uygulama noktasıdır. Evet. Ama bu düşünceler, yüzyıllık ideale, ilkel adalet anlayışına, bütün insanlığın ortak anlayışına sıkı sıkı bağlı değilse, o zaman bu düşünceler kayanın üzerine dökülen tohumdan farksızdır. Ve daha uzun süre Rus mujiğine, karnı zil çalan, emeğiyle iliği çekilmiş bir adam gözüyle bakılmayacak ve eskiden bir Bey’in uydurduğu Mesih’e inanç özelliğinden yoksun bırakılamayacak ve böylece iki kutup feci bir şekilde yaşamaya devam edecek: Çalışma odalarının alacakaranlığında doğan ulu düşünceleriniz bir yanda, tanımak istemediğiniz millet öteki yanda…

Burada biz sizi derinlemesine eleştirmiyoruz bile. İnsanlık fantezisi denen korkunç kargaşalığı burada sıralamakla vakit geçirmek çok gülünç olurdu. Elbette bunu yapmayacağız! Şunu söylüyoruz size: Henüz vakit geçmemişken, kurtuluşunuzu bulunuz. Çünkü düşüncelerinizle hazineleriniz, tarihin çöplüğüne merhametsizce atılacak…

Siyah elbiseli genç kız, meşe kürsü üzerinden söylenen sözler üzerinde düşünmeye hazır değildi. Bütün bu sözlerle tartışmalar ona çok önemli ve anlamlı görünüyordu, ama bu adamların söylemedikleri en önemli şey daha başka bir şey olmalıydı…

O sırada yeşil çuha masanın arkasında yeni bir kişi belirdi –yavaş hareketlerle başkanın yanına oturdu, sağdakileri soldakileri başıyla selamladı, kızarmış elini, karın nemlendirdiği kumral saçlarının üzerinde gezdirdi ve ellerini masanın altına soktuktan sonra, siyah elbisesinin içindeki gövdesini dikleştirdi. Mat, ince yüzlüydü. Yay gibi kaşlarının altında derin, gri gözleri görülüyordu. Saçları dalga dalga dökülüyordu. Aleksey Alekseyeviç Besanof, bu haliyle haftalık bir derginin son sayısında yayınlanan resmini andırıyordu.

Genç kız o andan itibaren, iğrendirici bir güzelliği aksettiren bu yüzden başka bir yere bakmaz olmuştu. Rüzgârlı Petersburg gecelerinde sık sık rüyalarına giren bu yabancı yüze bir nevi dehşetle bakıyordu habire.

Başını yanındakine hafifçe eğmiş, işte gülümsüyor. Saf bir gülüş bu, ama dar burun deliklerinin birleştiği yerde, bir kadınınkini andıran kaşlarında, bu yüzde beliren yumuşak güçte, kalleşlik, gurur ve genç kızın henüz tam olarak niteleyemediği, ama her şeyden çok yüreğini hoplatan bir şeyler vardı.

Kırmızı yüzlü, sakallı, altın çerçeveli gözlüklü, iri kafasını çevreleyen beyaz kabarık saçları ile raportör Veliaminof kürsüye çıkmış, Akundin’e karşılık veriyordu:

— Haklısınız, hem de dağlardan aşağı sürüklenen sel gibi. Uzun süredir korkunç yüzyılın gelişini bekliyor, gerçeğimizin zafere ulaşacağı inancını taşıyoruz. Ayaklanmış ögeyi siz yoluna sokacaksınız, biz değil. Ama iyice biliyoruz ki, en üstün adaletin elde edilmesi için, fabrika düdükleri ile insanları davetiniz, bir harabeler yığınından, şaşkın insanların dolaştığı bir kargaşalıktan başka bir şey olmayacak. “Susadım” diyecek, çünkü artık içindeki kutsal inancın zerresi kalmayacak.

Veliaminof, kalem gibi uzun parmağını kaldırdı, gözlükleri üzerinden dinleyicilere sert sert baktı:

— Dikkat edin, diye devam etti, bir cennet hayal ediyorsunuz. Bu cennet adına insanı bir makine –adam, bir numara, bir numara– adam haline getirmek istiyorsunuz. İşte bu korkunç cennette yeni bir devrim, hepsinden çok daha korkunç bir devrim, düşünce devrimini patlatmakla tehdit ediyor.

Akundin, oturduğu yerden soğuk bir şekilde:

Numara-adam, idealizmdir de aynı zamanda, diye söz attı.

Veliaminof, masaya dayadığı ellerini çekti. Şamdanların ışığı dazlak kafasını parlatıyordu. Dünyayı batıracak olan günahtan, başa gelecek korkunç cezadan söz etti.

Oturuma ara verildiği zaman genç kız büfeye gitti. Kapının yanında ayakta durdu. Asık suratında kimseyi umursamaz bir ifade vardı. Birçok avukat, eşleriyle bir kenarda çay içiyor, herkesin sesini bastıracak şekilde bağıra bağıra konuşuyorlardı. Sobanın yanında şöhretli yazar Çernobilin yabanmersini reçeli ile balık yiyor, sarhoş gözlerle gelene geçene kötü kötü bakıyordu. Orta yaşlı iki yazar kadın, kirli boyunları, saçlarındaki iri kurdeleleriyle, kasanın yanında sandviç yiyorlardı. Papazlar, sivillerin arasına karışmıyor, bir kenarda ağırbaşlı duruyorlardı. Uzun redingotunun altından ellerini arkasına bağlamış olan eleştirmeci Çirva, çalımlı bir biçimde dağıtılmış saçlarıyla, birinin yanına gelmesini bekleyerek ayaklarının ucunda sallanıp duruyordu.

Veliaminof içeri girdi. Yazar hanımlardan biri ona doğru seğirtti, koluna yapıştı. Öteki yazar hanım, çiğnemeyi bıraktı, eteğine dökülen kırıntıları silkeledi, başını önüne eğip gözlerini faltaşı gibi açtı. Besanof, sağı solu hafif bir baş eğmesiyle selamlayarak kadının yanına geldi.

Siyahlı genç kız, yazar kadının korsesinde sıkışıyormuşçasına, derisinin gerildiğini hissetti. Besanof, kayıtsız tavırlarla kadına bir şeyler söylüyordu gülerek. Kadın tombul ellerini çırparak bir kahkaha attı, gözlerinin akı görüne görüne.

Genç kız zayıf omuzlarını silkip büfeden çıktı. Arkasından biri seslendi. Çok esmer, kadife ceketli zayıf bir adam kızın yanına sokulmak için kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sevincinden burnunu kaşıyor, başıyla neşeli işaretler yapıyordu. Elini tuttu sonunda kızın. Avuçları nemliydi, alnına dökülen saçları gibi. Uzun ve nemli siyah gözleri tatlı bir şefkatle genç kıza bakıyordu. Aleksandır İvanoviç Jirof’du bu adam:

— Ne arıyorsun burada, Daria Dimitrievna?

— Siz ne arıyorsanız onu…

Elini adamın elinden çekti, manşonunun içine sokup mendiliyle sildi.

Adam hafifçe gülümsedi, kıza daha bir şefkatle baktı.

— İhtimal bu kez de Sapojkof sizi hayal kırıklığına uğratmıştır. Bugün bir peygamber gibi konuştu. Sizi sinirlendiren, sertliği, ifade orijinalliği olsa gerek. Hepimiz açıkça söylemeye cesaret edemiyoruz, ama bizim de gizliden gizliye arzuladığımız bu değil mi? O ise çekinmeden söylüyor. Dinleyin hele:

Genciz hepimiz, genç

Salt bildiğimiz: Açlık.

Ne sokacağız dişimizin kovuğuna?

Rüzgâr…

Alışılan bir şiir değil bu, yeni, gözü pek. Yeni bir şeylerin her taraftan fışkırdığını fark etmiyor musunuz, Daria Dimitrievna? Yepyeni, gözü pek, susamış, hayrımıza bir şey! Bu yüzden, örneğin Akundin çok akla yakın; ama nasıl da biliyor çiviyi oturtmasını! Böylesi bir iki kış daha geçsin, bütün bina ek yerlerinden çatırdayacak. Ama ne iyi alacak!

Tatlı tatlı gülüp, alçak sesle konuşuyordu. Daşa, adamın sonsuz bir coşkunluğun etkisindeymişcesine ufak bir ürpertiyle titrediğini hissediyordu. Sözünü tamamlamasını beklemeden, başını hafifçe eğip selamladı ve vestiyere doğru yürüdü.

Asık suratlı kapıcı, Daşa’nın uzattığı markaya hiç dikkat etmeden kürklü ceket ve lastik çizme yığını arasında dolaşıp duruyordu. Uzun süre beklemek zorunda kaldı. Sert bir hava cereyanı, holün açılır kapanır kapısından gelip bacaklarının arasında esiyordu. Kapının önünde, ıslak mavi kaftanları içinde, iri yapılı şen arabacılar duruyordu. Neşeli ve küstah bir ifadeyle, içerden çıkanlara kendi arabalarını teklif ediyorlardı:

— Benim arabama binin ekselans, hızlı gider!

— Peski’ye değil mi? Bahse girerim ki oraya gideceksiniz!

Birden, Daşa arkasında Besanof’un soğuk sesini duydu:

— Kapıcı, kürkümü, şapkamı, bastonumu ver!

Daşa sırtında bir ürpertinin dolaştığını hissetti. Sert bir hareketle başını çevirdi, Besanof’un gözlerinin içine baktı. Besanof, kızın bakışlarını olağan bir şeymiş gibi karşıladı, ama hemen ardından kirpikleri kırpıştı; gri gözleri buğulandı, direnci kırılmışcasına sıcacık oldu. Daşa kalbinin hızlı hızlı çarptığını hissediyordu.

Kıza doğru eğilip:

— Yanılmıyorsam, dedi; ablanızın evinde tanışmıştık, değil mi?

Daşa hemen karşılık verdi, densizliğini düşünmeden:

— Evet, dedi; tanışmıştık.

Kapıcının elinden mantosunu kapıp çıkış kapısına doğru koştu. Dışarda buz gibi, nemli bir rüzgâr yüzüne yağmur damlalarını serpti, eteğini havalandırdı. Daşa gözlerine kadar kürk yakasını kaldırdı. Yanından geçmek isteyen bir gölge:

— Ah! O güzel gözler? dedi.

Daşa, ıslak asfaltın üzerinde, elektrik ışıklarının yer yer uzandığı caddede hızlı adımlarla ilerliyordu. Birden açılan bir lokanta kapısından, kemanların çaldığı bir valsin hıçkırıkları sokağa döküldü. Ve Daşa dönmeden, kalın kürkünün içinde mırıldandı:Oh! Kolay değil bu, kolay değil, kolay değil!

Antrede mantosunu çözen Daşa hizmetçiye:

— Evde kimse yok tabii? diye sordu.

Yüzüne bol pudra sürdüğü, elmacık kemikleri çıkık olduğu için Büyük Moğol adını taktıkları hizmetçi Luşa aynaya bakarak, tiz bir sesle hanımın evde olmadığını, ama beyin çalışma odasında olduğunu, yarım saat sonra yemeğini yiyeceğini söyledi.

Daşa salona geçti, piyanonun önünde oturdu, bacak bacak üstüne attı, ellerini de dizlerinin üzerinde kenetledi.

Eniştesi Nikolay İvanoviç evdeydi demek. O halde ablası ile araları açıktır. Şimdi somurtup şikayet edecek. Saat henüz on bir; sabahın saat üçüne, uykusu gelinceye kadar Daşa’nın yapacak bir işi yok. Okusa? Ama neyi? Zaten içinden okumak de gelmiyor. Oturup böylece düşünse, o daha kötü; zahmetine değmeyecek. Bazen yaşamak gerçekten çekiciliğini yitiriyor.

Derin derin içini çekti, piyanonun kapağını kaldırdı, yan dönüp tek eliyle Skriyabin’in notalarını sökmeye başladı. Bazen on dokuz yaşın bunaltıcı çağında insan iyice, sıkılır, hele bu bir genç kızsa. Doğal, saçma bir namusluluk duygusu, bakir can sıkıntınızı gidermek için emrinize amade olanların gözünde sizi haddinden fazla ciddi gösterir.

Daha bir yıl önce hukuk öğrenimini yapmak için Samara’dan Petersburg’a gelmişti. Ablası Ekaterina Dimitrievna Smokovnikova’nın yanında kalıyordu. Ablasının kocası oldukça tanınmış bir avukattı. Ferah, hareketli bir hayat sürüyorlardı.

Daşa ablasından beş yaş küçüktü. Ekaterina Dimitrievna evlendiği zaman küçük bir çocuktu. Son yıllarda ayrı yaşamışlardı birbirlerinden. Şimdi yeni ilişkiler kurulmuştu aralarında. Daşa hayrandı ablasına. Ekaterina Dimitrievna da Daşa’yı candan bir şefkatle seviyordu.

İlk zamanlar Daşa ablasını taklit ediyordu. Güzelliğine, zevkine, davranışlarının inceliğine, adabına hayrandı. Daşa, Katya’nın erkek arkadaşlarının yanında şaşırıyordu. Aralarından bazılarına, mahcupluk nedeniyle saygısızca sözler ettiği oluyordu.

Ekaterina Dimitrievna, evinin, zevk ve yenilik yönünden örnek bir ev olması için olanca gayretini sarfediyordu. Bu yenilikler kimselerin bilmediği türden yeniliklerdi. Resim sergilerini hiç kaçırmıyor, fütürist tabloları satın alıyordu. Bir yıldır kocasıyla bu konuda çok sert tartışmalar yapmıştı. Nikolay İvanoviç klasik resimden

hoşlanıyordu. Ekaterina Dimitrievna, kadın yaradılışının atılganlığıyla olsa gerek, eskiye bağlı görünmektense, yeni sanata gönül vermeye karar vermişti.

Daşa da salonun duvarlarına asılmış bu garip tabloları seviyordu. Tablolardaki keskin hatlı, geometrik şekilli yüzlü, sayısız kolu bacağı olan bu kişileri, yarım baş ağrısı gibi donuk renkleri, kısaca bütün bu hayasız şiiri seyrederken, büyük bir ağırlığın tahayyülünü aştığını acı acı düşünürdü bazen.

Salı günleri, Smokovnikof’ların evinde, mobilyası ada ağacından yapılmış yemek salonunda neşeli ve gürültücü bir topluluk akşam yemeği için toplanırdı. Bu toplulukta kadın meraklısı ve edebi akımları dikkatle izleyen, güzel konuşan avukatlar; iç ve dış politika konusunda uzman iki üç gazeteci; edebi bir felâketi hazırlayan sinirli eleştirmeci Çirva vardı. Bazen, erkenden, yan odada bıraktıkları pardesülerinin cebinden şiir defterlerinin ucu görünen genç şairler de geliyordu. Bazen tam yemek saatinde birkaç şöhret salondan içeri giriyordu. Ev sahibi hanımın elini öpmek için ağır ağır ilerliyor, sonra kendinden emin bir tavırla koltuğa yerleşiyordu. Bazen de sofraya oturulduktan sonra, yan odada bir ziyaretçinin gürültüsü ile kar çizmelerini çıkardığı duyuluyordu. Yumuşak bir ses: “Selamlar, ey Büyük Moğol” diyor, az sonra da ukalâ-aşığın, sarkık yanaklı, yeni traş olmuş yüzü ile ev sahibi hanımın elini öpmek için eğildiği görülüyordu.

— Eliniz, Katiuşa!

Daşa’ya göre, bu yemeklerin başlıca kişisi ablasıydı. Daşa, sevimli, iyi, ince yapılı Ekaterina Dimitrievna’ya yeteri kadar gönülden davranmayanlara bilhassa çok kızıyordu. Saygı göstermede özenli davrananları ise kıskanıyor, kötü kötü bakıyordu.

Daşa, alışık olmayan bir kafayı sersemletebilecek olan bu kalabalık insanlar arasında yavaş yavaş kendini buluyordu. Stajyer avukatları hor görüyordu şimdi. Tarazlanan redingotları, açık mor renkte kıravatları, saçlarını ikiye ayıran uzun çizgileri bir yana bırakılacak olursa, insanda saygı uyandıran bir yanları yoktu. Daşa, ukalâ-aşıktan da nefret ediyordu: Hangi hakla ablasına “Katiuşa”, hizmetçiye de “Büyük Moğol” diyebiliyordu? Küçük bir votka kadehini boşalttığı zaman, hangi hakla Daşa’ya, yumuşak göz kapaklarını büzüp:

— Baharı üzerinde badem ağacı şerefine içiyorum!” diyebiliyordu.

Her defasında Daşa, öfkeden köpürüyordu.

Teni lâl renkliydi gerçekten: Bu lanet olası badem ağacı rengini hiçbir şey yok edemezdi. Masaya oturan Daşa, yanakları boyanmış bir taş bebeği andırıyordu.

Yaz gelince Daşa, babasının, kızgın güneş altında yanan, toz toprak içindeki, Samara’daki evine gitmedi. Ablasının yanında, deniz kenarındaki Sestroretsk’de kalmayı sevinçle kabul etti. Orada da kışın karşılaştığı sosyete vardı; ama daha da sık görüşülüyordu. Kayık gezintileri yapılıyor, denizde yüzülüyor, çam ormanında dondurma yemeye gidiliyordu. Geceleri müzik dinleniyor; akşam yemekleri,

gazinonun terasında, yıldızların altında yeniyordu.

Ekaterina Dimitrievna, Daşa için fistolu beyaz bir elbise, siyah kurdeleyle işlenmiş beyaz tülden büyük bir şapka, sırtından bağlanıp büyük bir fiyonk haline gelen geniş ipek bir kemer ısmarlamıştı. Bu halini gören, eniştesinin yardımcısı Nikodor İuryeviç Kuliçek, sanki gözleri birden açılıvermişcesine Daşa’ya tutuluverdi.

Ama Kuliçek, Daşa’nın “hor görülenler” listesindeydi. Birden kızan Daşa, onu koruluğa çağırıp, daha adamcağızın temize çıkmak için ağzını açmasına fırsat vermeden (avucundaki buruşuk mendiliyle durmadan yüzünü kuruluyordu), yüzüne karşı bir çırpıda, kendisini olur olmaz “bir kadın” gibi görmesine müsaade etmeyeceğini, ondan tiksindiğini, gözünden bozuk niyetli bir kişi olduğunu, eniştesine şikayet etmek için daha fazla beklemeyeceğini söyledi.

Hemen o akşam dediğini yaptı. Nikolay İvanoviç, bakımlı sakalını sıvazlayarak, baldızını sonuna kadar dinledi. Zaman zaman baldızının kızarmış yanaklarına, hırstan titreyen büyük şapkasına, ince, beyaz endamına hayretle bakıyordu. Sonra, deniz kenarında kumun üzerine oturdu, katılasıya gülmeye başladı. Mendilini çıkarmış gözlerini silerek:

— Git, Daria, git Allah aşkına, öldüreceksin beni! deyip duruyordu.

Daşa, allak bullak olmuş, hiçbir şey anlamadan gitmişti. O günden sonra Kuliçek genç kıza bakmaya bile cesaret edemedi. Zayıflıyor, insanlardan kaçıyordu. Daşa’nın şerefi kurtulmuştu. Ama bu olay onda, o güne kadar genç kızlık uykusuna dalmış birtakım duyguların birden uyanmasına sebep oldu. Nazik denge bozuluvermişti. Sanki Daşa’nın içinde, tepesinden tırnağına kadar sinen ikinci bir varlık; düş kuran, şekilsiz, içini sıkıştıran, ona dehşet veren ikinci bir varlık doğmuştu. Daşa bu varlığı bütün teninde hissediyor, bir lekeymişçesine ıstırap çekiyordu ondan. Bu görünmez örümcek ağından, taze ve hafif kişiliğini yeniden bulmak için kurtulmak isterdi.

Artık Daşa saatlerce tenis oynuyor, iki kez denize giriyor, iri şebnemler yaprakların üzerinde parıldarken bir ayna kadar düz, mavi renkli denizden dumanlar çıkarken, kimseciklerin olmadığı terasta nemli masalar düzeltilip, nemli kum yollar süpürülürken, erkenden kalkıyordu.

Ama güneşlenirken, ya da geceleyin yumuşacık yatağındayken, Daşa’nın içinde taşıdığı ikinci varlık yeniden diriliyor, gizlice kalbine kadar süzülüyor ve kadife elleriyle sıkıştırıyordu. Koparıp atmak imkânsızdı, arınmak olası değildi. Mavi Sakal’ın sihirli anahtarındaki kan lekesi gibi çıkmak bilmiyordu.

Başta ablası olmak üzere bütün dostlar, Daşa’nın bu yaz çok güzelleştiğini, her geçen gün daha da güzelleştiğini, ağız birliği etmişçesine söylüyorlardı.

Bir sabah Ekaterina Dimitrievna kız kardeşinin yanına gelip:

— Ee, ne haber şimdi? diye sordu.

— Ne demek istiyorsun, anlamıyorum, Kat

ya?

Daşa, üzerinde geceliği yatağına oturmuş, saçlarını topuz yapıyordu.

— Güzel bir kız olduk artık. Ne haber? Hı, ne dersin?

Daşa ablasına ciddi, şaşkın gözlerle baktı, kulakları kıpkırmızı olmuştu.

— Katya, böyle konuşmanı istemiyorum, hoşuma gitmiyor, anlıyor musun?

Ekaterina Dimitrievna yatağa oturdu, yanağını Daşa’nın çıplak sırtına dayadı ve koltuklarının altından sararak gülmeye başladı:

— Ha, ha, ha! Amma da iğneliyorsun. Ama gene de ne balıksın, ne kirpi, ne de vaşak!

***

Bir gün tenis kortunda, zayıf, sakalları traş edilmiş, çocuksu bakışlı, çıkık çeneli bir İngiliz belirdi. Öylesine kusursuz giyinmişti ki Ekaterina Dimitrievna’nın peşini bırakmayan gençler eni konu üzüldüler. Daşa’ya bir parti teklif etti. Bir otomat gibi oynuyordu. Daşa’ya öyle geldi ki adam bütün oyun süresince bir kere bile bakmamıştı. Bakışları başka taraftaydı adamın. Daşa oyunu kaybetti. İkinci bir parti teklif etti. Daha rahat oynamak için kollarını sıvamıştı. Pike şapkasının altından bir tutam saçı çıkmıştı. Kaldırmadı saçını. Topu ağın hizasında gönderdiği bir sırada Daşa:

“İşte çevik bir Rus kızı, diye düşünüyordu, bütün hareketleri sözle anlatılamayacak çekicilikte, pespembe teni pek yakışmış.”

İngiliz bu kez de kazanmıştı. Daşa’yı selamladıktan sonra –yüzü kupkuruydu, bir damla ter yoktu– kokulu bir sigara yaktı, tenis kortunun yakınında bir yere oturdu ve limonata ısmarladı.

Daşa, meşhur oyunculardan olan bir kolejliyle üçüncü partiyi oynarken, göz ucu ile, İngilizin bulunduğu tarafa baktı. İngilizse, küçük masaya oturmuş, dizinin üzerine koyduğu ipek çoraplı ayağını bir eliyle tutuyordu. Hasır şapkasını arkasına atmış, denizi seyrediyordu. Bir kere bile dönüp bakmadı.

Daşa, gece yatağında hep bütün bunları düşündü. Kızarmış yanakları, alnına düşmüş saçıyla tenis kortunda zıplayan hali gözlerinin önünden gitmiyordu. Birden sarsıla sarsıla ağlamaya başladı: İzzeti nefsi incinmişti. Belki de daha güçlü bir şey yüzündendi ağlaması.

Tenis kortuna gitmez oldu. Bir gün Ekaterina Dimitrievna:

— Daşa, dedi; mister Bayles her gün, neden tenis oynamaya gitmediğini soruyor.

Daşa, yıldırımla vurulmuşcasına ağzı açık kaldı. Sonra hiddetle, bu “alık dedikoduları” dinlemek istemediğini, mister Bayles diye birini

tanımadığını ve genellikle kendini beğenmişin biri olduğunu, zaten onun yüzünden bu “alık tenisi” oynamaktan vazgeçtiğini söyledi.

Daşa akşam yemeğine de inmedi. Israrları reddetti. Cebine bir parça ekmekle frenk üzümü koydu ve ormana gitti. Ilık reçine kokan çamların arasında, narin ve kızıl renkli filizlerin ortasında, uğultulu tepelerde dolaşırken iyice anladı ki kederini gizlemek mümkün değildir artık: İngiliz’i seviyordu ve korkunç bir şekilde mutsuzdu.

İşte böylece yeni bir varlık, yavaş yavaş başını kaldırarak Daşa’nın benliğinde doğuyordu. Bu varlığın belirmesi başlangıçta Daşa’ya bir leke gibi tiksinç, yıkılmışcasına acı gelmişti. Sonra Daşa bu karmakarışık duruma alıştı, tıpkı yazdan sonra, ılık rüzgâr ve denizin soğuk suyundan sonra, kışın kalın kumaştan elbiselerine, korse içinde sıkılmaya alışıldığı gibi.

İngilize karşı gururlu tutkusu on beş gün sürdü. Daşa bu adamdan nefret ediyor, kızıyordu ona. Birçok kereler uzaktan kayıtsız bir çeviklikle tenis oynayışını, Rus bahriyelileri ile yemek yiyişini seyretti. Umutsuzluk içinde, dünyanın en hoş insanı, diye düşünüyordu.

Sonra zayıf, çok uzun boylu, beyaz atlet giymiş bir İngiliz kızı çıktı ortaya. Nişanlısıymış. Birlikte gittiler. Daşa bütün gece gözünü kırpmadı. Kendinden nefret ediyor, tiksiniyordu. Sabahleyin hayatında bir daha yanılmamaya karar verdi.

Biraz kendine geldi bu karar üzerine. Hatta sonra bu duygusundan çabucak ve kolaylıkla sıyrıldığını görünce şaşırdı bile, ama hepsi geçmiş değildi. Daşa şimdi içindeki öteki varlığın, içinde eriyip kaybolduğunu hissediyordu. Şimdi Daşa bambaşka bir insan olmuştu. Gene eskisi gibi hafif, körpeydi, ama daha bir tatlı, daha bir taze, daha bir anlaşılmaz olmuştu. Sanki teni bile daha bir incelmişti. Daşa aynada yüzünü tanımıyordu artık. Hele gözleri tüm değişmişti. Olağanüstü bir çift olmuştu: Bakışlarınız içine dalsa başınız döner, sersemlersiniz.

Ağustos’un ortasında Daşa, Smokovnikof’larla Petersburg’a, Panteleymonovskaya sokağındaki büyük evlerine döndüler. Ve yeniden salı toplantıları, resim sergileri, göz kamaştırıcı gala temsilleri, heyecan uyandıran davalar, tabloların satın alınması, antika eşyalara karşı tutkunluk, “Semerkant”ta çigan müziği ile delicesine eğlenceler dönemi başladı. Denizde on kilodan fazla kaybeden ukalâ-aşık göründü gene. Bütün bu gürültülü zevklere, hem eğlendirici hem ürküntü veren dedikodular ekleniyordu. Bu dedikodulara bakılacak olursa büyük bir değişiklik hazırlıkları yapılıyormuş.

Daşa’nın ne düşünecek, ne de kendini duygulara kaptıracak zamanı vardı. Sabahları dersleri vardı. Saat dörtte ablası ile gezintiye çıkıyor, akşamları da tiyatrolara, konserlere, ziyafetlere, toplantılara gidiyordu. Düşünecek bir dakikası bile yoktu.

Bir salı, yemekten sonra, likörler içilirken Aleksey Aleksiyeviç Besanof salona girdi. Ekaterina Dimitrievna onu eşikte görünce kıpkırmızı oldu. Konuşanlar sustu. Besanof divandaki yerine oturdu ve Ekaterina Dimitrievna’nın elinden kahve fincanını aldı.

Edebiyat meraklısı iki avukat, gelip Besanof’un ya

nına oturdular. Ama Besanof, Katya’ya garip bir bakışla uzun uzun baktıktan sonra, sanat diye bir şeyin mevcut olmadığını, sadece, Hint fakirlerinin maymunu halata tırmandırmasına benzeyen şarlatanlıklardan başka bir şey olmadığını söyledi.

— Şiir diye bir şey yok. Çoktandır her şey öldü: Sanat da, insanlar da. Rusya, karga sürüleri tarafından oburca yenen bir leş. Şiirle uğraşanlara gelince tümünün yeri cehennem olacak.

Alçak ve donuk bir sesle konuşuyordu. Solgun, dokunaklı yüzünde iki pembe leke belirmişti. Yumuşak yakası örselenmiş, elbisesi küllenmişti. Elindeki fincandan halının üzerine kahve dökülüyordu.

Edebiyat meraklıları tartışmaya girişmek istediler, ama Besanof’un onları dinlediği yoktu. Solgun bakışlarıyla Ekaterine Dimitrievna’yı süzüyordu. Sonra kalktı yanına gitti. Daşa, ablasına şunları söylediğini duymuştu:

— İnsan topluluğuna zor tahammül ediyorum. Müsaade edin de gideyim.

Katya mahçup bir edayla bir şeyler okuması için rica etti. Delikanlı olmaz dercesine başını salladı, izin isteyerek dudaklarını Ekaterine Dimitrievna’nın eli üzerinde öylesine uzun tuttu ki genç kadının sırtı pespembe oldu.

Besanof’un gidişinden sonra bir tartışma başladı. Erkeklerin hepsi aynı fikirdeydi: “Her şeyin bir hududu var. Toplumumuz böylesine açıktan açığa hakarete uğramamıştır. Buna asla müsaade edilemez.”

Eleştirmeci Çirva her birinin yanına sokularak:

— Beyler, diyordu, sarhoştu, yıkılacak kadar sarhoş.

Kadınlarsa şu kanıya vardılar: “İster sarhoş olsun, ister garip mizaçlı. Bu onun ilgi çekici oluşunu azaltmıyor ki! Var mı ısrar etmenin alemi!”

Daşa ertesi akşam yemekte Besanof’un, duyguları, kusurları ve zevkleri ile yansıyan bir ışık gibi “orijinal” bir insan olduğunu söyledi. Tıpkı Ekaterina Dimitrievna’nın etrafını çeviren halka gibi. “Anlıyorsun değil mi, Katya, böyle bir adamın aklını başından almasını çok iyi anlıyorum.”

Nikolay İvanoviç’in bu sözlerden hoşlanmadığı belliydi.

— Şöhretinin etkisi altında kalmış olacaksın, dedi.

Ekaterina Dimitrievna ise susuyordu.

Besanof, Smokovnikof’lara artık gelmez olmuştu. Aktris Çarodeyeva’nın locasından ayrılmadığı söyleniyordu. Kuliçek ile arkadaşları aktrisi görmek için gittiler, ama hayal kırıklığına uğradılar. Çarodeyeva iskelet gibi, zayıf bir kadındı. Üzerinde dantel bir etek vardı, altında hiçbir şey.

Bir gün Daşa, Besanof’u bir sergide gördü. Pencerenin yanında dikilmiş, kayıtsız bir duruşla kataloğu karıştırıyordu. Bodur iki üniversite öğrencisi, bir tasvirin önünde dururcasına, Basonof’un önünde durmuş, dudaklarında donmuş gülümsemeleriyle ona bakıyorlardı. Daşa yavaşça yanlarından geçti; yandaki salona varınca kendini bir sandalyenin üzerine bırakıverdi. Bacaklarında bir dermansızlık vardı. Üzülüvermişti birden.

O günden sonra Daşa, Besanof’un bir resmini aldı, masanın üzerine koydu. Beyaz ciltli üç küçük şiir kitabı Daşa’nın üzerinde önce bir zehir etkisi yaptı. Aklı başından gitmiş bir insan gibi günlerce dolaştı. Gizli ve tehlikeli bir işe ortak olmuş gibi görüyordu kendini. Ama şiirleri tekrar tekrar okuyarak bu marazi duygudan zevk almaya başlamıştı. Sanki “kendini kapıp koyver, tüket, hazineleri saç savur, gönlün olmayacak şeyleri çeksin” diye kurnazca öğüt vermişlerdi.

Besanof’un yüzünden “Felsefe Toplantıları”na gitmeye başlamıştı. Besanof toplantılara geç geliyor, ender konuşuyor, ama Daşa her defasında eve çok heyecanlı dönüyordu. Evde misafirler olduğu zaman kendini mutlu hissediyordu. Yatışıyordu izzeti nefsi.

***

O gün, yalnızlığı içinde Skriyabin’in notalarını çözmesi gerekiyordu. Sesler, buz bilyalar gibi, dipsiz, karanlık bir göle dökülürcesine yavaş yavaş göğsünün içine dökülüyordu. Tane tane dökülürken suyu dalgalandırıyor, sonra doğruca dibe iniyorlardı; su sağa sola çalkalanırken, dipte, ateş gibi yanan karanlıklarda, sanki imkânsız bir şey oluverecekmişcesine kalbi endişeyle çarpıyordu.

Daşa ellerini dizlerinin üzerine salıverdi, başını kaldırdı. Duvarlarda, portakal renkli abajurun tatlı ışığındaki pembe, kibirli yüzler, yuvalarından fırlamış gözler, dünyanın yaratıldığı ilk gün yeryüzü cenneti Eden’in duvarlarına doymak bilmez yüzlerini yapıştırmış canavarlara benziyordu.

— Tamam, hanım kız, diye düşündü Daşa, işlerin kötüye gidiyor.

Elini sağdan sola kaydırarak, çabucak bir iki gam daha çaldı, sonra piyanonun kapağını gürültüsüzce kapattı, küçük bir Japon çekmecesinden bir sigara çıkardı, bir nefes çekti; bir öksürük nöbeti tuttu, sigarayı kül tablasında ezdi.

Sesi dört oda öteden duyulacak şekilde:

— Nikolay İvanoviç, diye seslendi, saat kaç?

Eniştesinin odasında bir şeyin yere düştüğü duyuldu, ama cevap veren olmadı. Büyük Moğol girdi, aynaya bakarak yemeğin hazır olduğunu söyledi.

Daşa, içinde solmuş çiçeklerin bulunduğu vazonun önünde oturdu, yapraklarını yolmaya başladı. Moğol, soğuk eti, omleti, çayı getirdi. O sırada Nikolay İvanoviç, üzerinde yeni mavi elbisesi ile göründü, ama yakalığını takmamıştı. Bir tarafı ezilmiş sakalına divan yastığının tüyü takılmıştı.

Nikolay İvanoviç, karamsar haliyle, Daşa’yı başıyla selamladı, masanın ucuna oturdu, omlet tavasını önüne çekip aç kurt gibi yemeğe başladı.

Sonunda dirseklerini masaya, çenesini yumruklarına dayayıp boş gözlerle, dökülmüş çiçek yapraklarına baktı, alçak sesle:

— Dün akşam ablan, bir erkekle aldattı beni, dedi.

Benzer İçerikler

Yoksa Hayat Gençken Daha mı Zor?

yakutlu

Pis İşler – Diego Cajelli, Luca Rossi – Çizgiroman İndir

yakutlu

Kambur – Şule Gürbüz Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy