Yazar romanı hakkında şunları söylüyor: Eroin konusunda, bilimsel ya da günlük tarzında, pek çok kitap yazıldı…
Türk ve yabancı, günlük tutan eroin bağımlıları, anılarını paylaştılar sizlerle. Bulanık kafalarıyla, edebi kaygı gütmeden, bulutların üzerindeki serüvenlerini anlattılar.
Gerçek anlamda bir “eroin romanı” yazmak isteyişim bundan.
Beyinlerin damağında edebiyat tadını duyarak da okunabilmeliydi eroinin hikayesi…
Eroinle Dans, yalnızca bir eroin öyküsü değil. Sigara ve içkiyle başlayıp esrar, kokain, sakinleştirici ya da uyarıcı haplarla süren, uzun, upuzun bir yolun son noktası eroin.
Uyuşturucu için, aile düzeni bozuk gençlerin sığınağıdır, diye yaygın bir kanı vardır toplumumuzda. Ne büyük bir yanılgı!
Merak, macera arayışı, çarpık ilişkilerin yaşandığı arkadaş çevreleri, rastlantı sonucu içinde bulunulan topluluğa uyum çabaları, bu konulara en uzak duran kişileri bile nasıl da içine çekebiliyor.
Romanımızın iki kahramanı var: Eylül ve Dünya.
Dünya, parçalanmış bir ailenin dışlanmış bireyi. Tamam!
Ama Eylül, ailesinin biricik prensesi; el bebek gül bebek büyütülmüş en iyi okullarda okutulmuş pırıl pırıl bir genç kız. Yolundan sapmasını haklı çıkaracak hiçbir dayanağı yok.
İkisinin, uyuşturucu ortak paydasında buluşması, alevin küle dönüştüğü noktaya el ele yürümeleri düşünülemez bile.
Ancak, çok güçlü arkadaşlık ve dostluk bağları bile bataklığa sürükleyebiliyor insanları. Romanımızda olduğu gibi…
1
Yaşamımın o ana kadarki en büyük sevincini yudumlarken, karanlığın göbeğine fırlatılmış, hedefi belirsiz bir oktan başka bir şey olmadığımı nereden bilecektim?
Boğaziçi Üniversitesi…
Gerçekleşmesi güç bir düşün somutlaşması, herkesin elini uzattığı, ama kolay kolay ulaşamadığı o büyülü dünya…
Başarmıştım!
Tebrikler!” diyordu telefondaki ses. “Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü kazandınız.”
Çok, ama çok istediği bir şeye kavuştuğunda; umduğu, tasarladığı, hayallerini kurduğu gibi sevinemiyor insan. Benim de öyle oldu… Düşle gerçek arasında bocaladım bir süre. O günü, yaşamımın dönüm noktası olan o anı gereğince değerlendirmekten acizdim.
Uyuşmuş, sersemlemiş beynim, duyduklarını özümsemekten uzaktı. Uzak bir düş ülkesinde, gökyüzünün derinliklerine doğru, sonsuz bir boşluğun koynuna kulaç atıyordum sanki.
Beni kollarında tutan şaşkınlığın pençesinden sıyrılıp yaşadığım anla buluştuğumda, içimin derinliklerinde özgürlüğüne kavuşmayı bekleyen coşku yumağını ancak açığa çıkarabildim.
Dünden belliydi, sonuçların bugün açıklanacağı.
Bu ne biçim bir heyecandı Allah’ım! Yerinde durabilene aşk olsun…
Gecenin geç vakti huzursuz bir uykunun bedenine bıraktım kendimi.
Sabaha karşı, birisi omuzlarımdan sarsmışçasına garip bir duyumsamayla fırladım yataktan. Bir daha da uyuyamadım. Gözlerim tavana dikili, yatağın bir yanına büzüşüp günün ağarmasını bekledim.
Bir türlü geçmek bilmeyen dakikaların, saatlerin umarsız tutsağı ben, tutkulu bir âşık gibi, bile bile içine düştüğüm kara sevdama, sevdalıma kavuşabilecek miydim acaba? Ya kazanamadıysam?
Canım babacığım, bana ve başaracağıma olan güçlü inanana karşın, olumsuz bir sonuca da hazırlamaya çalışmıştı beni kendince… “Eylül! Bak ne diyeceğim sana… Çok yorucu bir yıl geçirdin yavrum. Üstelik, elinden geleni de fazlasıyla yaptın. Tut ki istediğin yer olmadı… Dünyanın sonu değil ya! Biraz dinlenir, eskisinden de güçlü ve deneyimli; bu kez daha bilinçli hazırlanırsın sınava…”
Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordum. Onca emek, onca zaman, onca para…
Elimden geleni yapmıştım, doğru. Ama gerek annem, gerekse babam, benden bile özverili davranmışlardı.
Evdeki yaşantımızın her karesi, benim çalışma tempoma göre ayarlanmıştı. Zaman akışlarını bana göre, yeniden düzenlemişlerdi.
Okul ya da dershane dönüşlerinde, hep evde buluyordum annemi. Sırf bana güler yüzle kapıyı açmak, boynuma sarılıp güç ve moral vermek İçin… Hem de çalışan bir kadın olduğu halde. Aksam üstüne kadar tüm işlerini yoluna koyup avukatlık bürosunu kendi yetiştirdiği, canı gibi sevdiği genç avukat arkadaşlarına teslim ederek, doğruca eve koşuyordu.
Gece boyunca odamda harıl harıl çalışırken, televizyonun sesini bile ancak duyacak kadar açtıklarını nasıl unuturum?
Döktükleri o kadar para da cabası! Amerikan Koleji’nin ağır taksitleri bir yana; dershane ücreti, özel dersler…
Hiçbiri gözlerine gelmedi, biliyorum. Severek, isteyerek yaptılar; ne yaptılarsa. Böyle bir anne babaya sahip olduğum için çok şanslıyım!
Ama bu durum, daha da zorlaştırıyor işimi. Bana verdikleri büyük desteğin altından nasıl kalkarım ben? Kendi umutlarımın yanında onlarınkini de yıkacağımı düşünmek… Acıların en büyüğü bu işte!
Birden silkini veriyorum. Neden hep olumsuz düşünüyorum ki?
Şunun şurasında birkaç saat kaldı yalnızca… Hiç değilse şimdilik, beyninin o karanlık köşelerini yok saymalısın Eylül, diyorum kendi kendime. Sonucu Öğreneceğim ana kadar, çalkantılı duygularımı, kara düşüncelerimi, henüz geçerli bir dayanağı olmayan korkularımı dondurmaya karar veriyorum…
Kahvaltı masasında suskunuz hepimiz. Annemle babam, küçük gülümsemelerle yüzümü okşuyorlar. Ne olursa olsun yanındayız, dercesine.
İkisi de işe gitmemiş. Benimle beraber olmalarının vereceği gücün bilincindeler. Belli etmemeye çalışsalar da, en az benim kadar heyecanlı olduklarını görebiliyorum.
Telefonun sesiyle yerimden zıplıyorum.
Zeren! Sesi ağlamaklı. Babası Ankara’dan özel olarak öğrenmiş sonucu.
“Hesapladığımdan otuz puan aşağısı geldi,” diye sızlanıyor. Tercihlerimin en alt sırasına girebiliyorum ancak.”
Birden paniğe kapılıyorum. Öyle uzun bir tercih listem yok ki benim! Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji, Sosyoloji; iki tane de ODTÜ tercihi…
Huzursuzluğum, biraz da bundan kaynaklanıyor galiba. Keşke daha başka yerleri de yazsaydım, diye geçiriyorum içimden.
Ama hiçbirini istemiyordum kî ben! Psikoloji okuyacağım, diye tutturmuştum yıllardır. Bu isteğin yoğunluğu, babamın bir psikiyatri uzmanı olmasından kaynaklanmıştı belki de… Onun kitaplarını karıştırırken yaşadığım farklı keyif, bu yola taşımıştı beni.
Evde konuşulan psikiyatri ve psikolojiyle ilgili konular, babamın hasta kimliklerini asla açıklamadan bize aktardığı ilginç olaylar, küçük yaşlardan beri İlgi odağım olmuştu.
Hayır, yapı olarak doktorluğa yatkın değildim! Hem, Tıp Fakültesi’ne girebilsem bile. Psikiyatri ihtisasım kazanacağıma kim garanti verebilirdi ki?
Psikoloji bölümü yeterdi bana. O bana yeterdi de, ben ona yetebilecek miydim bakalım?
Ünlü Psikiyatr Ekrem Bey’in psikolog kızı olmak…
Çok şey mi İstiyorum acaba?
İkinci telefon, iki yıldır yollarını aşındırdığım dershanenin rehberlik bölümünden geliyordu.
“Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü… Birinci tercihiniz… Tebrikler…”
Tebrikler Eylül!
Hayallerinin gerçeğe dönüştüğü çizgide, emin adımlarla yürümeye hazırlanabilirsin…
Kısa süreli tatiller dışında, hiç kalmadım İstanbul’da. Son gidişim, Amerikan Koleji’nin üniversiteleri tanıtma etkinlikleri çerçevesinde gerçekleştirdiğimiz toplu gezi içindi. Hepimiz büyülenmiştik o zaman. Hem İstanbul’a, hem de Boğaziçi’nin eşsiz güzelliğine dizeler döktürmüş tuk yüreklerimizde.
Başlı babına bir dünya istanbul Hiçbir yerle kıyaslanamayacak kadar özel… Ama, olağanüstü güzelliği, insanı içine çeken gizemli havası bir yana; yaşantısının bin bir zorluk içerdiğini de çok iyi biliyorum.
Şehir olmanın ötesinde; bedeninde sakladığı, yeri gelince gün yüzüne çıkardığı gizleriyle büyülü bir âlem… Hele benim gibi gurbeti mesken edinecekler için, tam bir kapalı kutu.
Uzaktan uzağa hayallerini kurduğum bu ayrıcalıklı güzelliğe kavuşmakla aceleci değilim.
Garip bir çekingenlik çöktü üzerime. İstanbul’un, kımıldadıkça değindeki karıncaları silkeleyiveren dev bir cadı gibi. beni de olmadık bir yerlere fırlatmasından korkuyorum galiba.
Bir o kadar da sabırsızım ona kavuşmak için. Göğsüne yaslanıp sıcaklığına sığınırken, içten içe ürküntü duyulan, delidolu bir sevgili İstanbul. Sevdiklerine cömert, kanının ısınmadığına acımasız…
Beni kabullensin istiyorum; sevsin, kanatlarının altında tutsun, korusun… Öfkesini tattırmasın, kızdı mı ateş saçan delici bakışlarını uzak tutsun üzerimden.
Evimden, yuvamdan, sevdiklerimden kopup sığınacağım kutsal bir tapınak o. Beni orta yerde, umarsız bırakmasın…
Okullar açılıncaya kadar, tam üç kez gitmek zorunda kaldım İstanbul’a.
İlki kayıt içindi. Annemi İzmir’de, yoğun İşleriyle baş başa bırakıp babamla beraber yola çıktık. İlkokula yeni başlayan küçük bir çocukmuşum gibi üzerime titreyen canım babamla…
Arkadaşlarımla beraber gidebileceğimi söylediğimde, şiddetle karşı çıktı.
“Hele bir yerleş “Yeni konumuna alış… Ayaklarının üzerinde durmayı öğren. O güne kadar yanında olmak, hem görevim, hem de hakkım. Bunu çok görme bana…”
Taksim’de, İstiklal Caddesi’nin çaprazındaki, henüz adını bilmediğim, temiz bir otele yerleştik babamla.
Hava yağmurlu, simsiyah bulutlarla Örtülü gökyüzü. Güzelliklerini gizlemeye çalışıyor sanki İstanbul, en çirkin yüzüyle çıkıyor karşıma.
Daha İzmir’den ayrılırken oluşuveren o yabansı burukluğu, bir türlü söküp atamıyorum içimden.
Şunun şurası iki gün. Kayıt yaptırıp döneceğiz işte… Ama biliyorum ki, bu bir başlangıç! Ne içerdiğini kestiremediğim, giz dolu kutunun kapağını ilk kaldırış. Gerisi gelecek…
İyi de, böyle olmasını isteyen ben değil miydim? Tüm varlığıyla hayallerinin gerçekleşmesine odaklanan, bu sonuca ulaşmak için yanıp yakılan…
Bağrında büyüdüğüm kentten ve onun koynunda barındırdığı sevdiklerimden ayrı düşmeyi peşinen kabul etmemiş miydim?
Öyleyse bu, yuvasından ayrı düşmüş minik kuş duygusallığı da ne demek oluyordu?
Eşyalarımızı odaya bırakıp, otelden çıkıyoruz babamla.
İstiklal Caddesi’ni boydan boya iki kez turluyoruz. Öğrenciliği İstanbul’da geçmiş babamın. Attığı her adımda eski günleri yad etmesi, yaşadıklarım özlemle anması, anlatması bundan. Bir yandan da, kendi gönlünü çelen güzelliklere beni de ortak etme çabasında.
Onun yönlendirmesiyle aynı noktada buluşan gözlerimizin farklı şeyler gördüğünün ayrımında bile değil; anılarla Örülü yüreğindeki coşkuyu benimle paylaşmak istiyor.
“İşte Galatasaray Lisesi! Hafta sonları arkadaşlarla buluşma noktamız…”
Yanlış yorumluyor suskunluğumu.
“Yoruldun mu? Gel… Bak, meşhur İnci Pastanesi! Burada profitrol yemeden olmaz…” diye, itiraz hakkı tanımadan kolumdan sürüklüyor beni.
Gerçekten de nefis bir tat. Babamın, dünyada eşi yok, yolundaki abartılı övgülerine hak veriyorum.
“Bugün rehberin benim,” diyor babam. “Gör bak, kısa sürede bu görevi sen üstleneceksin.”
Hafifçe gülümseyerek onaylıyorum onu, gönlü olsun diye.
“Ne kadar değişmiş her yer…” diye İçini çekiyor. “Bizim zamanımızda böyle miydi ya? Şu gördüğün kalabalığın onda biri bile yoktu.”
Sessizce dinliyorum onu. Eskiyle karşılaştırıp yadırgadığı, bana hepten yabancı olan, kimsenin kimseyi tanımadığı, kimsenin kimseye aldırmadığı bu ürkütücü kalabalığın ortasına bırakıp gidiverecek beni…
Kızıyorum kendime. Tek ben miyim gurbette okuyacak? Üstelik, benim şu andaki konumumda olmak için can atan yüz binlerce insan varken…
Çarçabuk silkiniveriyorum, saplantıya dönüşmeye yüz tutmuş anlamsız ürküntülerimden. Sıcacık bir gülüşle bakıyorum babamın yüzüne.
“Söz!” diyorum. “Bir sonraki gelişinde seni ben gezdireceğim. O zamana kadar İstanbul’un haritasını çözebilirsem tabii…”
Babamın yüzü aydınlanıveriyor.
“Ayrılığı dert etme sakın,” diyor. “Sık sık gelirsin İzmir’e. Bizim de tatil adresimiz belli artık. Özleme dayanmanın tek yolu, onu parçalara bölmek değil midir?”
Otele dönüş yolunda, sıkıntımı gerilerde bir yerlere bırakıyorum. Üstü sis perdesiyle örtülü gelecek günlerimin, bana güzellikler getirmesini dileyerek…
İdari bölümün bulunduğu Güney Kampusu’nun göbeğine kadar taksiyle gidebilirdik aslında.
“Şu güzelliğe yazık etmeyelim,” diyor babam.
Boğaziçi Üniversitesi’nin üst kapısında iniyoruz taksiden. Tatlı bir meyille aşağıya doğru kıvrılan yolda yürümeye başlıyoruz.
Sağ yanımız Boğaz’ın eşsiz manzarasıyla sarmalanmış; sol tarafta asırlık ağaçlar yükseliyor. Yeşille mavinin birbiri içinde eriyerek oluşturduğu mis kokuyu derin derin çekiyorum İçime.
“Ne kadar şanslısın Eylül!” diye gözlerinin içine kadar gülüyor babam. “Bu okula yakışacaksın…”
Gururla kabarıyor içim. Yeni okulum, sınıf arkadaşlarımla yaptığımız tanıtım gezisinde gördüğümden de görkemli görünüyor gözüme.
Kampusun dört bir yanı tarihi binalarla çevrili. Ders yapacağımız mekânlar bunlar. Geniş meydanın sol tarafındaki, gençlerin sere serpe oturmuş, sohbet ettikleri taş basamaklara ilişiyor gözüm.
“Eski öğrenciler olmalı,” diyor babam. “Gelecek yıl, sen de onlar gibi, yeni edindiğin arkadaşlarınla aynı cıvıltıyı paylaşacaksın… Ama bunun için, öncelikle kaydını yaptırmamız gerekiyor.”
Elimde gerekli belgeleri içeren dosya, babamla beraber öğrenci işlerine doğru yürüyoruz.
Kayıt işlemi uzun sürmüyor. On dakika sonra, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencisi olarak çıkıyorum binadan. Koluma giriyor babam, “Hayırlı olsun kızım,” diyerek.
Kampusun birkaç basamakla inilen “Manzara” bölümüne doğru ilerliyoruz. Tüm Boğaziçililerin anlata anlata bitiremedikleri, mezuniyetten sonra da en çok özlemini çektikleri, herhangi bir nedenle okula geldiklerinde mutlaka ziyaret ettikleri, çok özel bir yer burası.
Tüm Boğaz’a hakim, İstanbul’u tepeden seyreden, eşi benzeri zor bulunur, harika bir manzara…
Basit, çimento sıvalı duvarın önüne tahta kanepeler sıralanmış. Hepsi de dolu. Gözlerimle boş bir yer aranırken, arkamdan gelen, “Eylül!” çığlığıyla irkiliyorum.
Selen bu! Amerikan Koleji’nden.
Bir anda sarmaş dolaş oluveriyoruz. Sosyoloji BÖlümü’ne kaydını yaptırmış o da. Ayaküstü konuşurken, kanepelerden biri boşalıyor. Geçip oturuyoruz.
“Kayıt tamam,” diyor Selen. “Sırada dil sınavı var. Kolejliyim, diye garantide sanma kendini! Sapır sapır dökülüyor millet, haberin olsun.”
Bu konuda endişeli değilim. On gün sonraki sınav, doğal olarak aşılacak küçük bir basamak, bana göre.
“Bayıldım okula,” diyor Selen. “Baksana, yalnız şu alanda tam dört kantin var… En ünlüsü de ‘Sosyete Kantini’!”
“Durun size çay getireyim oradan,” diye yerinden fırlıyor, tam arkamızdaki binanın mermer sütunlu merdivenlerine koşuyor.
Çok geçmeden, elinde çay tepsisiyle yanımıza geliyor.
“Ben yalnız geldim,” diyor. “İşe gömülmüş bizimkiler… Teyzemlerde kalıyorum. Ama geçici… Yurt için başvuruda bulunacağım. Ya sen?”
“Ben de,” diyorum usulca, babamın gözlerinde uçuşan gölgeyi görmezden gelerek. “En azından ilk yılımı yurtta geçirmek istiyorum.”
…..