“Arat insani olana itiraz etmiyor, ama sorun insani olanda düğümlenmiyor mu? Sorun, çocuğu çocuk, kocayı koca, tehlikeyi tehlike, aklı akıl, utancı utanç, vicdanı vicdan olmaktan çıkaran dürtünün ta kendisinde. Diyarbakır Amida gibi bir kadını çıkarıyor, Arat da gelip kadının kalbini çalıyor… Tuhaf bir durum, diye düşünüyor, şu anda Cenevre’de Leman Gölü’nün çevresindeki parklardan birinde ya da Prag’da, Karl Köprüsü’nde olmalıydım. Neresi olursa olsun, ama Diyarbakır’da ve Amida’yla değil. Deli cesaretine sahip olacak kadar genç değil, cahil cesareti içinse artık çok geç.”
Usta öykücümüz Özcan Karabulut, siyasal yaşamını, muhalif kimliğini öykülerine yansıtarak kendine bir politik edebiyat alanı açmıştı. Amida, Eğer Sana Gelemezsem, bu çizgiyi sürdüren bir roman. Romanın kahramanı Arat, çocuk işçilerle ilgili bir çalışma için Diyarbakır’a gider. Orada tanıştığı ve etkilendiği bir kadına bir zamanlar kente hükümdarlık etmiş Amida’nın adıyla seslenir… Yasak aşk, kimlik ve aidiyet sorunu, kent yaşamının gizemi, siyasal çatışmalar arasında Arat’ı zor günler beklemektedir. Bugün Türkiye’de çatışan her kesime seslenen ve hiçbirini memnun etmeyeceği daha ilk satırlarında ortaya çıkan can yakıcı bir roman bu; tartışma yaratacak bir yapıt.
***
“Ve işte böyle peşlerinde koşa koşa o görüntüleri yakaladım. Şimdi onların benim icadım olduğunu biliyorum. Ama uydurmak yaratmak demektir, yalan söylemek değil.”
Italo Svevo
1
Hayat rastlantılara açık, hayat olmadık şeylere gebe. Hayatın böyle bir şey olduğunu yolculuklarla biriktirilmiş deneyimlerinden biliyor. Ama günlerdir hayatında ne bir yolculuk ne bir serüven ne de bir heyecan var. Son yolculuğundan bu yana haftalar geçmiş, günler uzadıkça uzamış, yaşadığı kent çöle dönmüş. İmdadına Bükreş yetişmese kum fırtınasına yakalanacak, gitmediği kentlerin adını sayıklayacak, serap görmeye başlayacak.
Bükreş’e, ocak başında bir akşamüstü geliyor. Hava.alanında adının yazılı olduğu kartonla bir görevli karşılı.yor onu. Constantin konuşmayı sevmeyen, suratsız bir adam. Araba kullanırken radyodan müzik dinliyor, ağzından zoraki birkaç İngilizce sözcük çıkıyor.
Constantin’in görevi onu karşılamak ve oteline götürüp yerleştirmek, sorduğu sorular yanıtsız kaldığına göre daha fazlası değil. Akşam için bir program yoksa, ki öyle görünüyor, sabaha kadar başının çaresine bakmak.tan başka yapacağı bir şey yok.
Complex Floreasca, Bükreş’in dışında olduğu anlaşılan, alçak yapılar arasındaki sokakta kasvetli bir otel. Arabada gelirken gözüne çarpmıştı, yakınında bir göl var. Otel iki katlı, resepsiyondan bahçeye, bahçeden de odalara çıkılıyor ve ilk bakışta terk edilmiş bir yer izleni.mi veriyor.
Oda küçük ve kirli, televizyon siyah-beyaz ve karlı, dolaptan da tıkırtılar duyuluyor sanki. Anadolu’daki herhangi bir misafirhane bile komünist Romanya döne.mini çağrıştıran bu otelin yanında lüks kalır. Kötü otel.lerde kaldığı olmuştu, daha kötüsünü anımsamıyor. Yine de, iki yıldızlı otelin en ucuz odalarından birini seçtiği için yakınmaya hakkı yok. Sunduğu bildirilerden para aldığı oluyor, ama bu kadar yüksek bir miktarı (bin beş yüz dolar) ilk kez alacak. İhtiyacı olduğundan Bükreş’ten parayla dönmek istiyor, mümkün olduğunca harcamaları kısmakta kararlı.
Otel odasında bir süre dinlendikten sonra karanlığın çöktüğü bahçeden yürüyerek resepsiyona geliyor. Çevresine bakınıyor; resepsiyondaki yaşlı adamın dışında kimse yok. Ona akşam yemeğini yiyebileceği bir yer soruyor. Adam anlamadığı bir şeyler söylüyor. Derdini anlatmaktan vazgeçip dışarıya çıkıyor.
Dışarısı çepeçevre karanlık, soğuk, iç karartıcı. Otel.den uzaklaşması iyi bir fikir değil, geriye dönüp odasının yolunu tutuyor. Resepsiyonda, bahçede, merdivenlerde kimseyle karşılaşmaması tuhafına gidiyor. Bulunduğu yer otel olmasa, burada tek başına kaldığına inanacak. Nere.ye geldi böyle? Onu özgürleştiren otel odalarına ne oldu? Uçakta dağıtılan sandviçi yiyor, banyodaki musluktan su içiyor. Yatağa uzanıyor, yanında getirdiği gazetelere göz atıyor. Bir süre sonra yorgun düşünce, yorga.nın içinde dertop olup uyuyor.
Sabah kahvaltısını yaparken kızıl saçlı bir kadın geliyor masasına. İngilizce konuşuyor, adını soruyor. Aradığı kişiyi bulunca masaya oturuyor. Adı Rodica; Konfederasyon’da çalışıyor. Cana yakın, konuşkan biri, Constantin’e hiç benzemiyor. Kahvaltıdan artan iki dilim salamı ekmeğin içine koyup paketleyen Rodica’ya bakıyor. Ba.kışını fark eden kadın, “İhtiyacı olan yaşlılar için,” diyor ve paketi çantasına yerleştiriyor.
Rodica’nın kullandığı arabayla Bükreş’in merkezine doğru yola çıkıyorlar. “Gece otelde kapınızı çalan olursa, sakın açmayın,” diye uyarıyor kadın. Duvarları delik deşik olmuş bir binanın yanından geçiyorlar.
“Uyarınız için teşekkürler,” diyor, araba uzaklaşana kadar binaya bakmayı sürdürüyor.
“Bu eski bir KGB binası,” diyor Rodica.
Binanın neden bir açık hava müzesi gibi sergilendi.ğini anlaması zor değil. Zagreb’de de böyle bir bina gör.müştü, Bükreş’teki gözüne çok daha hasarlı görünüyor. Kızıl saçlı kadının dediğine göre, kent 1459 yılında Kont Dracula olarak bilinen Prens Vlad tarafından kurulmuş.
“Şu ünlü vampir Dracula mı?” diye soruyor.
“Dracula’nın biraz kan döktüğü söylenebilir, ama o bir vampir değil,” diyor kadın. “O bizim ulusal kahramanımız.”
Dracula hakkındaki bilgisi izlediği filmlerle sınırlı, Rodica’ya itiraz edecek hali yok. Dracula’nın Prens Vlad olduğunu öğrenmek şaşırtıcı yine de. Bükreş’in Dracula tarafından kurulması da öyle.
Bu kez dersine iyi çalışamamış doğrusu; Bükreş ve Romanya üzerine bir hazırlık yapmamış. Sevgi, arkadaşlık temalarını işleyen Rumen yazar Panait Istrati’yi biliyor. Ülkesinde ünlü olan Mihail (Arkadaş) kitabının yazarını soruyor Rodica’ya. “Istrati,” diyor kızıl saçlı kadın. “Bükreş’te doğmadı, ama burada öldü. Panait Istrati, ilginçtir, kitaplarını anadili Rumence değil, Fransızca yazdı.”
San Francisco’lu bir şairin Paul Auster’ı bilemeyişini anımsıyor da, Rodica pekâlâ entelektl biri olarak ge.bilir, diye düşünüyor.
Eski bakımsız binaların bulunduğu caddeleri, yaşlı insanların yürüdüğü kaldırımları geride bırakıyorlar. Yollar geniş, parklar düzenli, ama nedense Bükreş’te üstü örümcek bağlamış bir kent havası hissediyor.
Gittikleri yer, seminerin yapılacağı Amerikan Kül.tür Merkezi; bunu yadırgadığını Rodica’dan saklamıyor. Kadın susuyor, yorum yapmadan arabayı sürüyor. Bu durum biraz can sıksa da, dün gece yaşadıkları kadar değil. En kötüsü dün otelde yaşadığıydı. Düşünecek olursa, önünde üç uzun gece var daha.
Sıkı bir aramadan ve kimlik kontrolünden sonra çoğunluğunu kadınların oluşturduğu toplantı salonunda yerini alıyor. Konfederasyon başkanıyla, yönetim kurulu üyeleriyle, bölge sendika liderleriyle tanıştırılıyor. Semi.nere Romanya Çalışma Bakanlığı’ndan iş müfettişlerinin de katıldıklarını öğreniyor. Çeviri dilleri Türkçe ve Ru.mence. Çevirmeni Münevver Hanım, Köstenceli bir Türk. Bu beklemediği bir şey. Oysa günümüzde her yer.de bir Türk’le karşılaşmak mümkün.
Romanya, çocuk işçiliği programına yeni katılan bir ülke. Türkiye, 1992 yılından bu yana çocuk işçiliğinin ön.lenmesine yönelik projeler uyguluyor. Bükreş’te olması.nın nedeni, kendisinin ve ülkesinin bu konuda deneyim.li olması.
Üç gün boyunca, masaların U düzeninde yerleştirildiği salonda konuşuyor. Çocuk yoksulluğundan başlıyor, çocukların çalışma nedenlerini temel sorunlarla ilişkilendirerek anlatıyor. Çocuk işçiliği konusunda sendikaların taleplerinin neler olması gerektiğini sıralıyor. Ku.rum ve kuruluşların geliştirip uyguladıkları projelerden örnekler veriyor. Çocukların çalıştıkları alanlardan uluslararası sözleşmelere kadar pek çok konuya giriyor. Ken.disine yöneltilen soruları yanıtlıyor. Son gün, “Sendika Üyeleri Çocuk İşçiliği Konusunda Nasıl Daha Duyarlı Hale Getirilebilir?” konulu bir grup çalışması düzenli.yor. Konfederasyon tarafından Romanya’da uygulanmak üzere bir de proje geliştiriyor.
Sendikacıların heyecanlı çalışmalarına bakıp projenin başarıyla uygulanacağına inanıyor. Deneyimleri ve seminerdeki izlenimleri, Romanya’nın çocuk işçiliği so.rununu Türkiye’den daha önce çözeceğini düşündürü.yor ona. Çünkü ülkesinde sefalet diz boyu, bataklık çok geniş. Çocuk işçiliğiyle mücadeleyi sürdürmek, çocukları korumak pek çok etkene bağlı.
Seminer aralarında, öğle yemeklerinde Alba, Braşov, Covasna, Mureş, Timiş, Bihor gibi Romanya’nın çeşitli bölgelerinden gelen sendikacılarla kısa konuşmalar yapı.yor, fırsat buldukça Münevver Hanım’la sohbet ediyor. Semineri birçok açıdan tatmin edici buluyor. Hazırladıkları proje başarıyla uygulanırsa, kendisine küçük bir pay çıkarıp mutlu olacak.
Bu yoğun tempo, kenti tanımasına, kıyısından da ol.sa kenti yaşamasına fırsat tanımıyor. Zamanının büyük bölümünü seminer alıyor, günün sonunda yoruluyor, ak.şamları oteline dönüyor. Odasına alıştı sayılır, otelin kasvetli havasından kurtulmanın yolunu buldu: Kitap oku.yor, televizyon izliyor, ucuz votka içiyor. Kapısını çalıp rahatsız eden birileri yok.
Son akşam onuruna yemek veriliyor. Yemekte üçü erkek, beşi kadın olmak üzere sekiz kişiler. Kadınlardan biri Münevver Hanım, diğerleri sendika yöneticileri. Er.keklerden biri, özgüvenli duruşuyla diğerlerinden he.men ayrılıyor. Sarışın ve şişman bu adam Amerikalı, adı Robert. Tanıştırılırken verilen bilgiye göre, Bükreş’te faaliyet gösteren Dayanışma Merkezi’nden. Demek ki her yerde bir Amerikalıyla da karşılaşmak mümkün.
Başta Konfederasyon başkanı olmak üzere kadın sendikacılar Robert’a aşırı ilgi gösterip iltifatlarda bulunuyorlar. İşinin tam olarak ne olduğunu söylemiyor Robert, buna karşılık insanda soru işaretleri uyandıran olaylar, hikâyeler anlatıyor. Lübnan’dan Polonya’ya, İstanbul’dan Kudüs’e pek çok ülkede, pek çok kentte bulunmuş. Ülke.lerin yemeklerinden, gezilip görülecek yerlerinden, kadınlarından konuşmaktan büyük keyif alıyor. Konuşmasını esprilerle, fıkralarla, anılarla süslüyor. Şakalaşıyor, gülüp güldürüyor ve her iki yanında oturan sendikacı kadınlarla (kadınlardan genç olanı konuşmaları Rumenceden İngilizceye çeviriyor) samimi pozlar vermekten çekinmiyor.
Sendikacıların ilgisinden bunaldığında “Kürt Sorunu”yla, Saddam’la ilgileniyor Robert, ülkesi hakkında sorular soruyor ona. Bu eski Doğu Avrupa ülkesinde karşısına dayanışmacı sıfatıyla çıkan Amerikalının sorularını kısa yanıtlarla geçiştiriyor: Evet, kabul etmeli ki ülkesin.de sorun çok, ülkesinin bir “Kürt Sorunu” da var. Saddam hakkında ne mi düşünüyor? Diktatörlerin dünyasında bir diktatör.
Amerikalı, Ateş Altında filminin paralı askeri gibi oturuyor masada. Silahı yok belki, pis gülüşü var ama. Konuşma biçimini, yüz ifadesini ilk bakışta sevmediği bu Amerikalıya ağzının payını vermemek için zor tutuyor kendini. Duygularını kontrol altına alması gerekiyor, yok.sa kendi payını da başka birinin vermesi gerekecek. Çünkü son gün anlıyor ki, çocuk işçilerle ilgili deneyimlerini anlatmak üzere Bükreş’te bulunmasını, aldığı dolarları, akşam yemeğinde içtiği şarabı başında Robert’ın bulunduğu Dayanışma Merkezi’ne borçlu. Seminerin Amerikan Kültür Merkezi’nde yapılıyor olmasını yadırgamış, Rodica’nın direksiyon başındaki suskunluğu dikkatini çekmişti. Bükreş davetini aldığından beri daha fazlasını fark edememiş olmasına hayıflanıyor. Fark etse, seminere gelmeme gibi bir karar alabilir miydi? Bir bordro mahkûmu için zor, çok zor.