Faili meçhul bir cinayete kurban gitmiş dâhi babayla muhteris annenin oğlu. İki kadın arasında parçalanmış yazgısının trajik düğümlerini çözmekte kararlı bir (kahr)aman. Toplumun tımarhaneye dönüştüğünü görünce çözümü hastaneye gizlenmekte bulan bir bilge. Peş peşe ısmarlanmış cinayetleri işlerken, ağır ağır filozoflaşan, cellât geleneğinin son temsilcisi. Ülkenin bir düzine sayı çarpıcılığında özetlenen ana açmazları ve bir küme sözcükle çizilen anti-kent İstanbul portresi.
Selçuk Altun Annemin Öğretmediği Şarkılar’da, iç içe kurguladığı iki hikâye sarmalında cani ve kurban ilişkisini ters açılardan s(org)ularken, ülkenin gerçeklerinin kıskacındaki İstanbul’u okurlarına sokak sokak arşınlatıyor.
Selçuk Altun 1950’de Şavşat, Artvin’de doğdu. Diyarbakır ve Samsun Maarif Kolej’lerinden sonra 1973’te Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Özel sektörde, genellikle finans kesiminde yöneticiliğin yanı sıra YKY’de yönetim kurulu üyeliği ve başkanlık yaptı. Bibliyofil ve koleksiyonerdir.
-I-
Babam ölünce annemin sanal pençesini ruhumun derinliklerine geçireceğini biliyordum!
On iki yıl, cennet-cehennem koordinatında gelgit yapmaktan bunaldım. Karabasanımda patlayan her kahkaha tufanı, yatsı ezanına dek beynimde yankılanırdı. Omuz başlarımda inleyerek nöbet tutan çıyan ikilisi yüzünden grotesk resimlere bakamaz olmuştum. Karnım acıkıp nikotin krizim tutarsa, nar sulu votkaya bisküvi bandırıp güya teselli bulurdum.
Onu bilinçaltında bestelenesi bedduanın en gaddarına kurban vereceğimi bilemezdim ki!
Kentin en yılmaz kadını kansere yakalanmıştı. Adı güzel Florence Nightingale Hastanesi’ne yattıktan yedi hafta sonra annem öldü. Yoğun bakıma girerken, “İstanbul’un en iyi dönercisi binanın sağındaki sokaktaymış. Denesene Arda…” buyurmuştu.
Babam Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildikten sonra önceden hazırlanan mezar projesinin inşasına derhal başlanmıştı. Kendisi def(n)olurken, bana mezar taşına ölüm yılını nakşettirmek nasipmiş. Şair Oktay Rifat’a komşu parselde buluşan ebeveynimin, başucu hurufatina kuşkuyla baktım. Süslü granit kesitleri okuyan onları baba-kız sanabilirdi:
“Prof. Dr. Mürsel Kemal Ergenekon (1928-1991) Prof. Dr. Ada Ergenekon (1950-2003).”
– II –
Ebu Musa el-Eş’ariden rivayete göre, Resulullah Efendimiz buyururlar ki:
Müslümanlardan bir kısım kimseler kryamet günü dağlar gibi günahlarla gelirler de, Allah onların günahlarını bağışlar.”
Bedirhan Öztürk kulunuz bugün 37 yaşında! Kendime doğum günü armağanı almak yerine yaşamsal bir karar verdim. On iki yıl sabırla deruhte ettiğim işimden inşallah kopacağım.
“Ben bir kiralık katilim” der demez ürkmeyiniz. Misyonum, öncelikle dinimize karşı ölümcül suç işleyip emniyet ve adalet sisteminin darboğazına sığman cüretkârlarla sınırlıydı. Yılda tövbe ikiden fazla can almadım. Vergisi ödenen her 100 liraya karşılık 225 liranın devletten kaçırıldığı iddia edilen ülkenizde ücretimin kirkta birini yetim, öksüze bağışladım.
Mesleğe girerken, “Kurşun âlemine giriş zor, çıkış galiba olanaksızdır” diye uyarılmıştım. Bana Cellâtbaşı’nın siparişini mundar bir âdem ulaştırırdı. Baybora kod adlı fani ücretimi öderken, “Erken emekli olmayı düşünüyorsan önce Cellarbaşı Efendimizin canını alman gerektiğini unutma!” diye güya gözdağı verirdi. Değil yüzünü görmek, Efendimizin sesini bile duymamıştım.
İkilemler sultanı Jale’den ayrılmak için yedi gün bekledim. Adı komik bir Amerikan üniversitesinde sosyoloji mi okur ve kendini aktrist Julia Roberts’a benzetirdi. Annemin istemiyle nişanlandığım varsıl kızından kurtulunca, genelev siftahı yapan liselinin gecikmiş gururunu tadacaktım.
Veliaht, konuk, mahpus derken efendisi olduğum Osmanlı konağında, kaç gün veya yıl kalacağımı bilmemenin heyecanını yaşıyorum. Yorgun yapıtın yorulmaz hizmetçisi -ziyan olmasın diye bayat prostat hapı içenİfakat yüzünden, Şişli’de bir gökdelen tepesindeki daireme sığınmadım. Lodosla battal kepenklerin kapışması biterken sabah ezanı başlıyor. Bronz heykellerin kuşattığı salonda sabırla bekliyorum. Ezan biterken lodos bastıracak. Sol elimdeki puronun küllerini ipek halıya zevkle silkelerken sağ elimdeki içkinin cinsini unuttuğum aklıma geliyor. Kent elit tabakasının katıldığı cenaze töreninde, küçük İskender’in “Rock Manifesto”sundan dizeler mirıldanmıştım. Sabahın kör saatinde o gaddar tiradı sızana dek terennüm edebilirim. Bugün 27 yaşındayım! Annemle nişanlımdan kurtulmanın beden ve ruhuma zerk ettiği katmerli orgazmdan başka armağan istemiyorum.
Yüce Allah’ın inayetiyle emekli olunacak! Huşu içinde yatsı ezanını dinleyip, okunmuş narımı yiyerek destur için istihareye yatacağım. Kulunuzun sıradan bir (t)etikçi olmadığını kavramaya başladığınıza eminim.
-III-
Annem kim bilir kaç kez, “İstanbul’a daha yukardan bakan konak olamaz!” demişti.
Sırnaşık tül perde çekilirse, odamın ferah penceresinden kentin panoramik mozaiğini kare kare izlerdim. Stratejik noktalar sanki tarihsel resmi geçit için sırasını beklerdi. Bizans artığı sisten barikata rağmen Topkapı Sarayı’nın kuleleriyle flört ederdim. Mızmız rüzgâr muhkem taş duvarı aşarsa, bahçedeki bitkilerin bakir kokusunu salona taşır, inleyerek yiterdi.
Kentin üç bin camiinden yükselen ezanı mıknatıs gibi çeken Çamlıca’yı o, “Dokusu yitmemiş semt kalmadığından seçtim” demişti. Ön cephesi simetrik öge ve yoğun oymalarla bezeli Osmanlı konağını babasına düğün armağanı diye aldırmış.
“İlk görüşte aşktan da öte bir olguydu. Mürsel’i görür görmez, kocam ve efendim niyetine ona sahip olmaya karar vermiştim” diyecekti sırdaşlık sürecimiz başladığında. “Elleri buruşuk pantolonunun ceplerinde, alt dudağını Isırarak kampüste yürürken solcu kız öğrencilerin bile içi titrerdi. Nazlanarak geldiği bir mekânı büyülemesi için, küçümseme katsayısı ayarlı gülücükler lütfetmesi yeterdi. Aykırı organlarını kaşıması ve yağlı saçlarına rağmen ona kadın hademeler bile hayrandı…”
Gür sarı saçları, okyanus mavisi gözleri, kalkık burnu ve endamıyla annem de alımlı bir kadındı maalesef.
Yürürken, sokak köpeklerinin bile durup onu izlediğini düşünürdüm. Birlikte çarşıya çıkmışsak, ona odaklanan süfli erkek milletinin önce gözlerini, oyuncak tabancamla öldüresiye ışınlamak isterdim.
Kocasını nasıl (t)avladığının cilvesel detayına girmemeliyim. Ama babam, “pedagogluk diplomasını kimsenin görmediği, halasının ısrarıyla evlendiği kısır eşinden” boşanınca, Tilda Taragano’nun Efendisine ulaşmak için dinini ve adını değiştirdiğini fısıldayabilirim.
Annemin babası, Sefarad Musevisi İzak Taragano, Cenevre Üniversitesi’nde hukuk okurken kendinden uzun Anna’ya ilk görüşte âşık olmuş. Felsefe bölümü öğrencisi ve Stockholmlu Hıristiyan ateist bir öğretmen çiftin kızı olan alımlı sevgilisiyle evlenebilmek için annesine yirmi yedi ay yalvarmış. Otomotiv sektörü öncüsü Henry Ford’un öldüğü 7 Nisan 1947 günü anneannem felçli bir oğlan çocuğu doğurunca, nörotik kayınvalidesi:
“Çıyan gözlü, dibbuk kuyusu Viking” diye iç geçirmiş. Sol ayağını kalçadan çekerek yürür Salvador dayım denli aziz bir insan görmedim. Ben henüz emeklerken, anneannemi de kanserden yitirmişiz. Salondaki huş ağacı sehpada duran resmine her bakışta, ölüm döşeğindeki anneme ikizi denli benzediğini irkilerek izlerim.
Büyük Britanya prensesi Anne ve “Aslan burcundan olmak ayrıcalıktır” görüşündeki annem, 15 Ağustos 1950’de doğmuşlar. Anneannemin yurttaşı ve yazar Yaşar Kemal’in eşine hürmeten ona Tilda adı öngörülmüş. Hırslı, inatçı ama taşbebeklerden alımlı bir parmak çocukken annem sülalenin maskotu olmuş. Nobran babaannesi onu, “Dibbuk sipası” diye severmiş. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni ikincilikle bitirip Tilda Kemal’in yönlendirmesiyle, Musevi genç kızların gözdesi Brandeis
…