İnsan zekâsının, insan aklının ve insan bilgisinin kâinatta bildiğimiz en kıymetli şeyler olduğunu ve insanlığın emniyetinin aptala ve cahile yetki ve sorumluluk vermemekten geçtiğini kendilerinden öğrendiğim öğretmenlerim, büyük bilim adamları ve Büyük Britanya İmparatorluğu’nun son neslinin mümtaz temsilcileri,
KEVIN CHARLES ANTONYBURKE
ve
JOHN FREDERICK DEWEY’e
en içten şükran hislerimle.
Aptalı Tanımak
Bilim adamı ve yükseköğretimde bir eğitimci olarak üzerime düşen en önemli görevlerden biri, bilim ürettiğini iddia eden ve bilim üretmesi beklenen kişilerin zekâ düzeyleri hakkında fikir edinmektir. Sanılanın tersine, bilim dünyasında yapılan çalışmalar hakkında verilen kararlar her zaman yalnızca teker teker çalışmalara dayanarak değil, sık sık onları üreten kişinin kapasitesi hakkındaki genel kanıya da dayanır. Bazen bir çalışmaya bakar “Bu salak yine ne yazmış?” der insan ve çok sık, sonunda o “salak’’ yargısının ne kadar haklı olduğu görülür. Bu, özellikle, tüm veri toplama işleminin ve veri kalitesinin, yargıya varması gereken kişiler tarafından birebir kontrolünün mümkün olmadığı hallerde olur. Meselâ jeolojide, elinize gelen bir jeolojik çalışma ve onun yorumunu verileri tek tek elden geçirerek kontrol etmeniz imkânsızdır. O zaman veriyi üretenin bilimsel şöhreti yargının temellerinden birini oluşturur. Büyük hocam Kevin Burke, “jeologun şöhretinin temeli nedir” sorusuna bir keresinde “dedikodu’’ demişti! Gerçekten de jeolojide bir kişi hakkında meslektaşları tarafından konuşulanlar, onun şöhretinin önemli temellerinden biridir.
Peki, bu dedikodu faktörü dışında bir bilim insanı veya öğrenci hakkındaki yargıyı etkileyen başka ne gibi etkenler olabilir? Ben iyi bir aptal tanıyıcısıyımdır. Oldukça süratli bir şekilde hakkında aptal olduğu yargısına vardığım bir kişinin daha sonra öyle olmadığının görüldüğü herhangi bir vakayı hatırlamıyorum. Tersine pek çok kişinin kendisine büyük bir zekâ ve veya yetenek atfettikleri bazı aptalları hemen herkesten önce tanıdığım haller olmuştur. Bunun için ne gibi kıstaslar kullanırım diye geçenlerde kendime sordum. Bunun cevabını ilk kadın satranç üstadı Zsuzsa Polgar hakkında yapılan bir deneyde buldum.
Her üçü de satranç tarihinin büyük isimleri arasında olan Polgar kardeşlerin (üçü de kadın) inanılmaz başarıları, babaları Laszlo Polgar’ın yaptığı bir deneye dayanır. Baba Polgar dehânın yaratılabileceğine inanan bir insandı. Bu nedenle her üç kızını da satranç dehâsı olarak yetiştirmeye karar verdi. Bu deneyin şaşırtıcı başarısı daha sonra beynin manyetik rezonans görüntülenmesi destekli psikolojik bir incelemeye konu yapıldı. Çıkan sonuç şuydu: Polgar’ların başarısının temelinde örüntü tanıma yatıyordu. Yani herhangi bir satranç oyunu esnasında Polgar’lar rakiplerinin tersine oyunda muhakeme yürütmüyor, muazzam tecrübelerinin kendilerine verdiği sezgiyle hareket ediyorlardı. Herkesin dakikalar, bazen saatlerce süren muhakeme sonunda yapabildiği bir hamleyi, Polgar’lar hiç düşünmeden, ânında yapabiliyorlardı ve üstelik sonunda oyunu da kazanıyorlardı. Onlar satranç oynarken, beyinlerinde kullanılan kısım, hepimizin yüz tanırken kullandığı kısımla aynıydı. Yani Polgar’lar herkes nasıl tanıdıklarının yüzünü bilebiliyorsa, herhangi bir satranç oyununda karşılarına çıkan durumları “önceden tanıyorlardı”.
Bilim yaşamımda edindiğim tecrübe başarılı bilim adamlarının da bu “örüntü tanıma” sayesinde karşılarındaki bir problemi sezgiyle hallettikleridir. Meşhur matematikçi Gauss kendisine sunulan bir problemi sunan kişinin “Ne kadar zamanda bunu halledebilirsin?” sorusuna “Cevabı biliyorum da oraya ne kadar zamanda varabilirim, onu kestiremiyorum” diye karşılık vermiştir.
Aptal da bu yöntemle hemen tanınır. Tanınacak örüntünün en önemli öğeleri şunlardır: Bir kişi şunları yapabiliyor mu? 1) Problemin nedenlerini anlamak, 2) problemin herhangi bir detayına saplanmadan, tamamını görebilmek, 3) problemi çözecek verilerin doğasını ve nerede bulunabileceklerini bilmek, 4) problemin sunumunun ve problemi çözecek verilerin kendi içinde tutarlılıklarını ölçebilmek, 5) hızlı çözüm üretmek ve teklif edilen çözüm, eldeki veriyle çelişirse derhal onu terk ederek yeni bir çözümü oluşturmak, 6) çelişen verinin çelişmeyen verilerle ilişkisini kurarak, verinin bizzat kendisinin doğruluğunu veriyi baştan toplamaya gerek kalmadan tartabilmek, 7) benzer problemleri geçmişte gerçekten çözmüş olmak veya çözülmüş problemlerin çözülme süreçlerini iyi tanımak. Akıllı insan problemin çözümüyle ilgilidir, aptal ise kendi kafasındaki herhangi bir fikri çözüm diye dayatmak ister.
Bu yazıyı şu nedenle yazdım: Son zamanlarda ortaya atılan darbe planlarına ve bunlara komutanlarımız tarafından verilen cevaplara bakıyorum. Hele son günlerde sayın komutanımız Org. Çetin Doğan’ın katıldığı programları dikkatle izliyorum. Edindiğim intiba şudur: Ortaya atılan iddiaların kafamda yarattığı örüntü, (tabii yalnızca medyaya yansıdığı şekilleriyle), akıllıca üretilememiş, iç tutarlılıktan yoksun ve motif açılarından imkânsız bir resimdir. Bu iddiaları ve Sayın Doğan’ın bunlara yönelttiği eleştirileri yukarıda saydığım maddeler ışığında sakin kafayla bir irdeleyin. Ne çıktığını göreceksiniz. Burada aynı zamanda ordumuzun verdiği eğitimle, ona saldıran yobazın “eğitiminin” yarattığı kafa tiplerini de Llzslo Polgar’ın deneyi ışığında karşılaştırma imkânını bulacaksınız.
Cahil ve Aptal “Uyanabilir” mi?
Sevgili okurlarım, bugün sizlere 4-7 Eylül arasında davetli olarak iştirak ettiğim Japonya Jeoloji Derneği’nin Okayama’da yapılan 116. Toplantısı’ndaki izlenimlerimi anlatacaktım. Ancak ülkeye dönünce beni karşılayan sel felâketi ve şehit haberleri, bir de Aydın Doğan’a uygulanan baskının, işi Bekir Coşkun’un gazeteden ayrılmasına kadar vardıran şiddeti güzel ve hoş şeylerden bahsetme arzumu aldı götürdü, eve döndüğümün ilk gecesini sabahlayarak geçirdim.
Sabahlamamın nedeni engel olamadığım irrasyonel bir korku hissiydi: Ülkemizde egemen olan cahil baskısı rejiminin hükümranlığı esnasında beklenen İstanbul depremi gelirse ne olur? Artık Türkiye’nin bağımsızlığının gideceği korkusunu bile gölgede bırakan bir başka korku tüm benliğime egemen oldu: Acaba depremin vereceği zarar yalnızca yıkılan ve yanan binalarda ölen ve yaralanan vatandaşlarımızla ve mala gelen zararla mı sınırlı olacak, yoksa müstakbel bir depremi yağmanın, hoyratlığın, topluma duyulan güvensizliğin had safhaya yükselmesinin yaratacağı sosyal çöküşün izleyeceği korkunç bir toplumsal çözülme mi izleyecek? Sel felâketi esnasında meydana gelen yağma haberleri, hatta yağmanın başka vilâyetlerden vasıta getirtecek bir sürat ve vüsatta organize olabilmesi, içinde yaşadığımız toplumun ne derece toplum olabilme özelliğini yitirdiğini gösterdi. Bir ülkenin bağımsızlığını kaybetmesi, o ülkenin sahiplerinin toplum bilincini kaybetmemeleri halinde çok büyük bir felâket olmayabilir, çünkü bilinçli bir toplum, kaybettiği bağımsızlığını geri kazanabilir. Ancak, toplum olma, yani bir yerde insan olma bilinci gitmişse, o toplumdan geriye ancak bir insanlık harabesi kalır.
Şu anda Türkiye’ye egemen olan cehalet yönetimi, toplum olma bilincimizde büyük yaralar açmıştır ve açmaya da devam etmektedir. Öncelikle, toplumun bir grup olarak rasyonel düşünme yeteneğini silip süpüren yobazlık ve düşünceye değil, korkuya dayanan cemaat yaşamının hortlatılması toplumsal dokumuzu derinden yaralamıştır. Buna ilâveten eğitimimizde yaratılan kargaşa ve kalitesizlik, bir toplum olarak bilgi edinme ve değerlendirme yetimizi ortadan kaldırmak üzeredir. Tüm bunları yapanların eleştirilmesine, toplumda gerçeği aramak için oluşturulabilecek bir serbest düşünce ve tartışma ortamının oluşturulmasına imkân verecek basın özgürlüğünün alenen, fütursuzca tehdit edilmesi ve buna toplumdan en ufak bir reaksiyon gelmemesi ortaya konan yıkım projesinin toplumca algılanamamasına ve dolayısıyla bertaraf edilememesine neden olmaktadır.
Bahsettiğim yıkım projesi, bir grup kötü niyetli insanın Türkiye’yi ortadan kaldırma projesi olarak algılanmamalıdır. Kuşkusuz, içimizde bu yıkım projesini yönetenleri dışarıdan destekleyenlerin böyle bir amaçları olabilir ve muhtemelen vardır da. Ancak bu projeyi içimizde (ve başımızda) bulunarak yürüten ve destekleyenlerin yaptıklarının tamamen farkında olduklarını sanmıyorum. Ortaya çıkan ve benim kısaca “proje” diye betimlediğim olgu aslında yalnızca cehalet ve aptallığın ortaya çıkardığı bir süreçtir. Tarih boyunca cehaletin ve aptallığın eline geçen toplumların kaderleri hep bizimki gibi olmuştur. Zira cahil, çevresiyle temasa geçemediği gibi bizzat kendisi hakkındaki bilgileri de değerlendiremez. Aptal ise bu veriler kendisine sunulsa bile bunlarla ne yapacağını düşünemez. Cahil ve aptal her türlü eleştiriden korkar, zira bellediği yolun dışında bir yolun varlığını bilmez, olabileceğini düşünemez ve kendisine gösterilse bile değerlendiremez. Bu durumda yapabileceği tek şey, bugün Türkiye’de olduğu gibi, toplumsal terör, yani korku yaratmaktan ibaret olur. Yaratılan korku ortamını kontrol edebileceğini sanır. Ama korkuyla eğilen başlar, en ufak bir sarsıntıyla tekrar dikilebilir ve bilgi ve düşünce geleneğinden yoksun oldukları için ortaya tam bir kaos çıkarabilir. Bugün Belçika müstemleke yönetiminin çekilmesinden sonra Kongo’da ortaya çıkmış olan durum burada söylediklerimin bilebildiğim en güzel örneğidir. Daha önce de bu satırlarda yazdığım gibi Türkiye Kongolaşmaktadır. Bugün Türkiye’yi yöneten güç, ülkenin tüm dokusunu tahrip etmiştir ve etmeye büyük bir hızla devam etmektedir. Bunun nedeni yönetenlerin bilgisizliğidir, cehaletidir. Türkiye tam bir kalitesizlik pazarı haline getirilmiştir. Ordu dışında her toplum sektörü sözüm ona demokrasi adına kalitesizlere teslim edilmiştir. Bugüne kadar ellerine fırsat geçmediğini düşünen bu kalitesizler, toplumdan geçmişin intikamını alırcasına her şeyi, ama her şeyi kendilerine yontmaktadırlar.
Ancak tabiat, cahili ve aptalı affetmez. Cahil ve aptalda durmaz. Beğenmedikleri Darwin Kuramı’nın temeli budur. Tabiat beceriksizi eler. Gelen sel felâketi, depremde nasıl elenebileceğimizin küçük bir provasıdır. Tabiat bize korkunç bir afet olarak algıladığımız bu küçük provayla bir ikaz göndermiştir. Ama anlayabilene.
Cahilin Arkadaşı Olur mu?
Uzun zamandır Türklerin niçin birbirlerinden bu kadar nefret ettiklerini düşünür dururum. Bu söylediğim sadece her gün televizyonlarda birbirlerine ağıza alınmayacak sözler söyleyen politikacılar veya aynı şeyi hem televizyonlar önünde hem de gazete sahifelerinde yapan gazeteciler için geçerli değildir: Sözüm ona ülkenin bilgi ve görgü düzeyi en yüksek kişilerini bir araya getirdiği sanılan üniversitelerde durum aynıdır (gerçi Türkiye’de tek bir üniversite bile olmadığı iddiamı tekrar hatırlatmak isterim). Yakın zamana kadar, giden rektörün geleni mahkemeye vermediği (veya tam tersi, gelenin gideni mahkemeye vermediği) birkaç üniversite arasında kendiminkinin olmasıyla iftihar ederdim. Dört rektör önce bu değişti, bizimkiler de çirkef kervanına katıldılar. Öğretim üyeleri sırf birbirlerini mahkemeye vermekle kalsalar iyi; birbirleri hakkında ne ağır sözler söylüyorlar, ne dedikodular dile getiriyorlar duysanız inanamazsınız. Maşallah son zamanlarda yargı dünyamız da buna katıldı.
Türkiye’de hiçbir kurum yoktur ki, mensupları arasında genel bir dostluk, bir yakınlık olsun. Türkiye’de kaç tane uzun ömürlü şirket bilirsiniz? Yoktur. Zira şirketleri oluşturan bireyler, akraba bile olsalar (ve bilhassa akraba iseler) er veya geç birbirlerine düşerler ve altın yumurtasından istifade ettikleri tavuklarını öldürürler.
Bu davranış türü tabiî genel bir aptallık ürünüdür. Bu aptallık ise zekâ eksikliğinden ziyade cehaletin sonucu olarak gelişmiştir. Her şeyden evvel Türkiye insanı tartışmayı bilmez. Fikir ayrılığına düştüğü bir başka kimse ile ortak bir doğru aramak için değil, kendi bildiğinin doğru olduğunu empoze etmek için tartışır. Bilgisi az olduğundan, kendi bildiklerinin kesin doğru olduğunu sanır. Bilginin nasıl üretildiğini bilmediğinden, gözlem ile uyumluluk, bir ifadenin doğru olabilmesi için kendi içinde çelişki içermemesi gerektiği kuralı, bilgi üretiminde varsayımın yeri ve varsayımın mahiyeti, varsayım kontrolünde gözlemin yeri ve gözlemlerdeki hata kaynakları ve payları, onun anlayabileceği şeyler değildir. 1000 yıldır birileri ona “doğruyu” söylemiş, o da bunu ya baba dayağı korkusu ya cehennem ateşi korkusu ya sultan hiddeti korkusu ya paşa cezası korkusu kabullenmiştir. Sormaya sormaya, bırakın soru üretmeyi, soru sormayı unutmuştur. Sık sık dile getirildiği gibi “icat çıkarma’’ gibi bir deyimi üretecek kadar salaklaşmış bir toplumun üyesidir.
Türkiye insanı ayrıca herhangi bir problemini çözerken, bulduğu çözümün kendisine başka bir yerde zarar verip vermeyeceğini veya yapacağının toplumda bir yara oluşturup oluşturmayacağını düşünemez. Öğrenci kopya çeker, çünkü cahil kalmasının sonuçlarını düşünemez; öğretmen soruya tahammül edemez, zira cehaletinin ortaya çıkmasından veya sınıf disiplinini elden kaçıracağından korkar, ama düşünemez ki, soru sormayan öğrenciden adam değil, olsa olsa teyp makinası olur. Teyp makinalarının yöneteceği toplum ise kendisine ancak sürünebilecek kadar maaş veren, bir türlü kadro bulamayan, ders verdiği dershaneleri bir eğitim yuvasından çok bir hapishaneye benzeten, dünyayı ve kâinatı öğreterek daha rahat ve emin yaşamamızı sağlayan fen bilimleri yerine bizleri kul, köle etmeye plânlanmış hurafe öğreten zırvalıkları ders programına koyan bir toplum olur. Gereksiz yere emniyet şeridine dalmaması için ikaz ettiğiniz şoför ya camı açıp size küfreder veya, fırsatını bulursa, üstünüze yürür, zira benzer bir hatanın günün birinde belki kendisini veya çocuğunu hastaneye yetiştirmek isteyen bir cankurtaranın yolunu bloke ederek ölüme neden olabileceğini düşünemez. Tüm bu nedenlerden ötürü herkes birbirinden nefret eder bu ülkede. Polisin vatandaşına hangi nefretle saldırdığını ve onu katlettiğini televizyonlarda seyretmedik mi? Polisi yönlendiren bir valinin bunu örnek bir gazetecilik yaparak ortaya çıkartan gazeteciye küfür ettiğini ve sonra başbakanın küfür eden valiyi kendisinin “iyi bir arkadaşı” ilân ettiğini görmedik mi?
Sevgili okuyucularım: Cehalet en büyük düşmandır. Ama bu düşman dışarıdan gelmez. Bunu biz kendimiz büyütür, bizi daha çok cahil edecekleri başımıza getirmek için sandıklara, koşarız, zira cehalet rehaveti, rehavet yalancı bir rahatlığı, o da sonunda felâketi getirir. Türkiye insanı böyle bir felâket yoluna çoktan girmiştir. Korkum bunun sonunun cehennem olacağıdır ki, ilk ateşleri de son on yıldır görünmeye başlamıştır. O ateşe, edinemediğimiz arkadaşlarımızla bir arada itilmekteyiz.
Mantıkî Şüpheye (Reasonable
Doubt) Yobazın Bakışı
Mantıkî şüphe, yani akla yatan şüphe, tüm bilimin temelidir. Şüphe etmezseniz bilim insanı olamazsınız. Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi kurulduğu günden beri, bu gerçeği okurlarına anlatmaya çalışırken birden bire mantıki şüphe bambaşka bir yerden halkımızın gündemine düşüverdi: Albay Dursun Çiçek olayı. Ortaya çıkan ıslak imzalı belgeyi bazıları hemen tartışılmaz gerçek kabul etmeyi uygun bularak bunu kullanıp başta Sayın Genelkurmay Başkanımız olmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına ve hatta ülkemizin bu tek gerçek kurumunun manevi şahsiyetine karşı hücuma geçti.
Şimdi size bir bilim insanın karşısına çıkan “veri” karşısındaki tutumunu meşhur bir örnekle anlatayım: 1912 yılında İngiltere’de Piltdown mıcır ocağında bulunan bir kafatası Charles Dawson’un dikkatini çekmiş o da British Museum (Natural History) jeoloji bölümü başkanı Arthur Smith Woodward’ı alarak ocağa gitmiş ve orada bir kafatası ile bir alt çene kemiği bulmuşlardı. Yapılan incelemeler, kafatasının insana benzediğini, ancak beyin hacminin daha küçük olduğunu, alt çenenin ise çok daha ilkel olduğunu ve maymuna yakın şekliyle sahibinin ilkelliğine işaret ettiğini gösterdi. Bu incelemeleri yapanlar o zaman dünyanın önde gelen paleontologlarındandı.
Bulunan fosiller bilim dünyasının ve hele hele İngiliz bilimcilerinin son derece “işine gelen” buluşlar olmalıydı. Darwin’in görüşleri müthiş bir tasdik buluyor, bilimin gücü bir kez daha kanıtlanıyordu. Ancak Londra cerrahları, bulunan fosillere bakınca tatmin olmadılar, çünkü kafatasım insan kafatasından ayıracak bir işaret bulamadıkları gibi, çenenin insana ait olmadığı kesindi. 1915 yılında Fransız paleontologu Marcellin Boule, alt çene kemiğinin bir maymuna ait olduğunu, bulunan fosilin tek bir canlıdan gelmiş olmasının mümkün olmadığını gösterdi. Her iki tarafın partizanları karşılıklı veriler yayınladılar, ama sonunda, 1953’te, Charles Dawson’un bir sahtekâr olduğu ortaya çıktı ve Piltdown kafatasının sahte bir fosil olduğu ispatlandı.
Peki bu bilim insanları resmen işlerine yarayacak bir buluntunun üzerine niçin bu kadar gidip sonunda onun bir ahlâksızın işi olduğunu ispat ettiler? Darwin’e bir destek daha, iyi olmaz mıydı?
İşte sevgili okurlarım, bilim insanıyla, uygar insanla, yobaz burada ayrılır: Bilim insanı gerçekten bilmek ister ve bilimin tek kaynağının kendi aklı ve gözlemleri olduğunun farkındadır. Yobaz ise inanmak ister. Onun aklı ve gözleri gerçeğe kapalıdır. Onun derdi inanmaktır. Ama inanmak istediği şey ne kadar zırva olursa olsun fark etmez. Yobaz inanmaya programlıdır. Onun şüphesi, onun “acaba”sı yoktur. Hasan-Ali Yücel’in bir yazısında belirttiği gibi, o “acaba’ olmadan demokrat olmak, hatta insan olmak mümkün değildir.
Birkaç günden beri akşam haberlerinde televizyonları seyrediyorum, sabaha karşı yorulunca da bazı tartışma programlarını. Orada görüyorum ki, bizim eski (ve bazı güncel) solcularla, dinci takım arasında bir bilim insanı perspektifinden bakınca hiçbir fark yoktur. Her iki grup da inanmaya programlanmıştır. Ortaya çıkan bir belge onları “inandırmıştır”. Çünkü içlerine “asker kötüdür” programı yerleştirilmiştir. Gerçek onları ilgilendirmemektedir. Kendi akıllarındaki çarpık bir demokrasi şeması onların askere, her ne pahasına olursa olsun tu kaka demelerini gerektirmektedir. Ortaya çıkmış olan belgenin mantıkî şüphe uyandıracak bir yanı yok mudur? Bir cinayet araştırmasının ilk adımı “niyet” aramak, yani “bu cinayeti işlemek için kimin ne sebebi olabilir” sorusunu sormak değil midir? Sonra ilk şüpheli hemen suçlu mu ilân edilir? Biraz Agatha Christie okumuş olanlarımız, hatta biraz Komiser Colombo seyretmiş olanlarımız bilir, bazen suçlu hiç beklemediğiniz bir yerden, ama en açık niyetin sahibi olarak çıkıverir. O suçluyu suçlu ilân edecek olan ise mantıkî şüpheye artık yer bırakmayacak delillerin birikmiş olmasıdır.
Türkiye’de körüklenmeye çalışılan ordu düşmanlığını büyük bir kaygıyla izliyorum ve bir dedektif mantığı ile kendime şu soruyu soruyorum: Türkiye’ye fenalık etmek isteyenlerin ilk yapmaları gereken nedir? Cevap belli. Bu ülkenin tek sağlam kurumunu ortadan kaldırarak ülkenin dağıtılmaya hazır bir yığın haline gelmesini sağlamaktır. O zaman hedef bellidir: Türk Silahlı Kuvvetleri. Bu hedefe yönelik hücumlar son yedi yıldır giderek azan bir şiddet ve kesafete ulaşmıştır. Bunu görmeyip gündelik tekil olaylara takılmak bir bilim insanının değil, ancak bir yobazın davranışı olabilir.
Bilim Neden Yapılır?
Geçen gün Neuchâtel Üniversitesi emekli jeoloji profesörü muhterem dostum Prof. Jean-Paul Schaer, yayımlamayı düşündüğü bir makalesini okuyup eleştirmem için gönderdi. Makale kıtaların kayması teorisinin İsviçre’de nasıl karşılandığının tarihçesi. Kaçınılmaz olarak büyük bir bölümü, 17 dil konuşan, henüz bir doktora öğrencisi iken Alpler’in yapısının ana hatlarını (hem de bugün hâlâ detaylarıyla ayakta duracak bir mükemmellikte) çözen büyük dâhi Emile Argand’a ayrılmış. Argand 1916 yılından itibaren kıtaların kayması teorisinin büyük savunucularından biriydi ve 1922 yılında 13. Uluslararası Jeologlar Kongresi’nde “Asya’nın Tektoniği” başlığı altında verdiği uzun konferans jeolojinin büyük klâsikleri arasına girmiştir. 1916 yılında yayımladığı “Batı Alplerin Yayı Üzerine” adlı makalesi, kırk yıl Alp jeolojinin âdeta kutsal kitabı olarak kullanılmış, o kadar ki, kendisinin 1934 yılında yayımladığı ve 1916’daki teorisinin yanlışlarını anlatan eseri dikkate bile alınmamıştır.
Argand kendi kıymetinin farkında olan bir adamdı. Kendisine Paris’e gelmesi teklif edilince, “Niçin?” diye sormuş. “Paris jeoloji dünyasının merkezi değil mi?” sorusuna da hiç çekinmeden, “Ben Neuchâtel’deyim. Demek ki jeolojinin merkezi Neuchâtel’dir” cevabını vermiştir.
Profesör Schaer 1924’ten sonra Argand’ın, üniversitedeki derslerini vermeye devam etmekle beraber, jeolojiyle ilgisini kestiğini, 1934 yılındaki önemli makalesini bile tehditlere varacak sıkıştırmalar sonunda yazdığını anlatıyor. Argand jeoloji yerine, karşılaştırmalı lengüistik (dilbilim), fizik vb. konulara dalmış. O tarihlerde meslekteki tek yakın dostu Prof. Paul Arbenze yazdığı bir mektubunda öğrenciler hakkında: “Zeki öğrenciler nankör oluyor; nankör olmayanlar ise genellikle aptal” demiştir. Bir öğrencisi anılarında Fransız Jeoloji Cemiyeti’nin bir toplantısına davet edilen Argand’ın, Paris’te hani neredeyse devlet töreni ile karşılanmayı beklediği için bir otel odası bile ayırtmadığını, sonunda öğrencisinin odasını paylaşmak zorunda kaldığını yazıyor.
Bu büyük dâhi nasıl olup da realiteden bu kadar kopabilmiş, sonunda da kendisine büyük şöhret kazandıran jeolojiye âdeta sırtını dönmüştür? Argand jeolojiyi bıktığı için mi bıraktı, dünyanın kendisini anlamadığına kanaat getirdiği için mi bıraktı, yoksa tüm dünyada kendi geliştirdiği kavramların kendisine atıf yapılmadan kullanılması mı canını sıktı? Acaba Argand jeolojinin tüm sorunlarını hallettiğini mi sanmaktaydı? Yolun sonuna geldiğini mi sanıyordu?
Argand’ın yaşamını yazanlar, onun ömrünün son on yılı içinde iyice kendi dar çevresine kapandığını, meselâ bir felsefe öğrencisiyle kurduğu arkadaşlığı, jeoloji öğrencileriyle hiçbir zaman kuramadığını anlatırlar. Acaba Argand, jeologlardan bir şeyler mi bekliyordu? Alkış, saygı, hatta bir nevi tapınma mı? Kavramlarının çok yaygın olarak kullanılmasına rağmen, kıtaların kayması tezi benimsenmemişti. Argand bunu jeologların aptallığına mı yormuş ve o yüzden mi onlarla ilişkiyi kesmeye karar vermişti?
Argand’ı bilenler, muazzam bir şov merakı olduğunu söylerler. Üstün nitelikleri de zaten şov yapmaya imkân veriyordu. Büyük resim yeteneği, jeolojik yayınlarını âdeta birer sanat eseri olan şekillerle süslemesini ve o yayınların belki normalden daha da ikna edici olmalarını sağlamıştı.
Jeolojinin diğer büyük dâhisi, Argand’ın kendisine jeolojide kılavuz seçtiği Eduard Suess ise onun tam tersine son derece mütevazı, şovdan hep kaçan, başkalarının onay ve alkışını asla beklemeyen bir insandı. Suess öğrencilerinden de öğrenmelerinden ve bağımsız birer araştırıcı olmalarından başka hiçbir şey beklemiyor, kendisine karşı gelenleri takdirle karşılayarak onları bağımsız düşünmeye teşvik ediyordu. Suess ömrünün sonuna kadar hep jeoloji yaptı; jeolojinin yanında diğer entelektüel meraklarını da izledi, o alanlarda da yayın yaptı, ama hiçbir şeyden bıkmadı.
Acaba bu fark, Argand’ın jeolojiden sırf bilimsel tatminin ötesinde bir şeyler de bekliyor olmasından, Suess’ün ise böyle bir beklentisi olmamasından mı kaynaklanmıştır? Argand, geriye aslında yalnızca üç büyük eserle taçlanan bir abide bıraktı. Suess ise yüzlerce kıymetli eser bıraktı. Yazdığı Arzın Çehresi adlı dört ciltlik eser, jeolojiye bugün bile ışık tutan bir şaheserdir. Argand’ın katkısı dolayısıyla daha mı azdır? Bunu söylemek mümkün değildir. Ancak Suess’ün yaptığı işten, Argand’a nazaran daha çok tatmin olduğu muhakkaktır. Acaba Argand’ın parçalanmış bir ailenin tek çocuğu olması ve hiç evlenmemesi, Suess’ün ise sağlam bir aile yapısından gelmesi ve yine sağlam bir aile kurmuş olması mıdır neden. Kim bilir?
Yine Bilim Yapmanın Üzerine
30 Aralık’ta Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Evrim Konferansı’nın ikinci Kısmı’nı verdim. Konferans sonrasındaki tartışmada, bir doğa bilimci olarak, yaptığım işin yaşamıma bir anlam verdiğini sandığımı, bunun dışında meselâ politika gibi şeylerle uğraşanların yaşamlarını boş geçirdiklerine inandığım için onlara acıyarak baktığımı söyledim ve şu örneği verdim: “Milet şehir konseyinden kaç kişinin adını biliyoruz? Ama aynı şehrin vatandaşları olan Tales’i, Anaksimandros’u, Anaksimenes’i… hemen her tahsilli insan tanıyor.” Tartışmaya katılanlardan biri, benim bu sözlerimle kendi yaptığım işin reklamını yaptığımı, amacımın bilim yapmaya karşımdakileri ikna etmeye çalışmak olduğunu iddia etti. Ben de bunun doğru olmadığını, kimin ne yaptığının umurumda olmayacağını, kendimin bilim yapmasının da tek nedeninin keyif almaktan ibaret olduğunu söyledim. Bu sözlerim samimiyetsiz bulundu.
Otomobilde eve dönerken bu muhavereyi düşündüm: Ben niçin bilim yapıyorum? Başkalarının bilim yapması gerçekten umurumda mı, değil mi? Önce ikinci soruyu tarttım: Aslında ben başkalarının bilim yapmasını istiyorum, çünkü onların buluşlarından, düşüncelerinden yararlanmak arzusundayım. Ne kadar çok insan bilim yaparsa, bilim o kadar hızlı ilerleme kaydedecektir, dolayısıyla ben de o kadar hızlı bildiklerimi arttırabileceğim. Burada, kimin bilim yaptığı umurumda değil düşüncesini aslında şöyle ifade etmeliydim: Kimin bilim yaptığı, yapanlar açısından beni ilgilendirmiyor, ama onların yaptıklarının bana olan etkileri açısından ilgilendiriyor. Onların yapacakları bilim benim bilgi ve/veya anlayışımı zenginleştirebileceği için, ben aslında başkalarının bilim yapmasını istiyorum.
Ben niçin bilim yapıyorum sorusunu evde de Oya ile birkaç kere tartışmıştık. Oya’nın sorusu şuydu: Hiçbir inancı olmayan bir insan olarak, nasıl olsa ölüp karbonlaşacağıma göre, niçin bu kadar zahmete katlanıyorum? Tüm bilgilerim öldüğüm zaman artık bir işime yaramayacağına göre, bu didişmenin sebebi nedir? Veya ben kendi yaptığımı niçin başkalarının yaptığından üstün görüyorum. Bu soruya ben kendi açımdan nasıl cevap verebilirim (yani, yaptığımın insanlığa olan genel faydasını cevabıma katmadan). Boğaziçi Üniversitesindeki öğrenci tarafından bana yöneltilen soru da temelde Oya’nın bu sorularına indirgenebilir.
Bu soruya cevap verebilmek için önce şu sorulmalı: Bilim yalnızca “bana” ne vermektedir? Keyif, mutluluk, saygınlık bilimin bana verdikleri arasında sayılabilir. Keyif ve mutluluk dersem arkasından şu sorulabilir: Anladık da bilim yapmak niçin sana keyif veriyor? Bana saygınlık verdiğini iddia edersem, onu “yani bilim senin yaşamını kolaylaştıran bir araç görevi olduğu için mi onu yapıyorsun’’ sorusu izleyebilir. Yani bilimin değeri yalnızca yaptığı araç işlevinde midir?
Ben bilime ilkokul sıralarında tutuldum O zaman dinozorları bilmenin herhangi biri faydası var mıydı bilemezdim. Bana vereceği saygınlığa gelince: Tam tersi! Çevremdekiler, bu çocuk ne kadar fasa fiso işlerle uğraşıyor, diye bakıyorlardı. Hatta Melih (Sipahioğlu) Dayım, Hürriyet Gazetesi’ne verdiği bir demeçte, beni jeolojiden vazgeçirmeye çalıştığını, ama şimdi yanıldığını gördüğünü açık açık söylemişti. Peki buna rağmen beni jeolojiyle uğraşmaya iten neydi? Hatırladığım tek şey meraktır. Meselâ eskiden Tetis Denizi’nin içinde olan Türkiye arazisinin nasıl karalaştığını çok merak ediyordum. Kitaplarımda yandan sıkışıp yükseldiği yazıyordu deniz diplerinin. Peki, yandan sıkışmanın nedeni neydi? Şimdi düşünüyorum da, jeoloji tutkumda galiba biraz estetik bileşeni de vardı. Dağların içyapılarını oluşturan kıvrımlar falan gibi yapı öğeleri, bana bir sanat eserinin verdiği estetik tatmini veriyordu.
Zaman geçip bilgim arttıkça, tüm kâinatın tarihi beni ilgilendirmeye başladı ve mineralleri oluşturan elementlerin tarihinden ve diğer yıldızların bileşimlerini incelemeye yarayan tayf gözlemlerinden tüm kâinatın geçmişi hakkında pek çok şey öğrenmiş olduğumuzu anladım. Bunlar elle tutulur somut bilgilerdi. Çalışma odamda oturup tüm kâinatın nasıl oluştuğunu düşünebilmek ve bu konuda somut bilgilere ulaşabilmek veya bir dağ tepesinde birkaç taşa bakıp o dağın geçmişindeki olayları okuyabilmek bana inanılmaz bir tatmin hissi veriyordu (hâlâ da veriyor). Oturduğum yerde, doğa olaylarını kafamda yaratabiliyorum. Kafamda yarattıklarımı sonra gidip kontrol edebiliyorum. Yani içine elli-altmış santimetre boyunda bir memeli yavrusu olarak geldiğim şu âlemle konuşmayı öğrendiğimi görüyorum. Bu beni âlemin sıradan bir parçası olmaktan çıkarıp, onun sohbet ortağı yapıyor ve hissediyorum ki, gerçekten Pascal’in dediği gibi, tabiat benim beynimde kendini düşünüyor. Yaşam eğlenceli ve çok anlamlı hale geliyor. Bu da sanırım bana sıra sıra koltuklarda oturup birbirleriyle tartışıyoruz sanırken, hakaret eden ve aklı başında insanlar arasında tüm saygınlıklarını yitiren adamlara zavallı diye bakma hakkını veriyor.
Yaratıcılık mı, Problem Teşhis Etmek mi!7
Geçenlerde Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde yapılan bir Deneysel Cerrahi Tıp Kongresi düzenleyicilerinden muhterem dostum Prof. Dr. Semih Baskan kongre çerçevesinde bilim ve yaratıcılık konusunda bir konferans vermemi rica etmişti. Bu konuda söylenecek yeni ne var diye düşünürken, aklıma birden sorunun yaratıcılıktan ziyade problem teşhisinde olduğu geldi. Çünkü her insan az veya çok yaratıcıdır. Örneğin, Türkiye’de hiç kimse yaratıcılığın eksik olduğunu iddia edemez: Dolmuş kavramını icat etmiş, yasaların dışında yaşayabilmek için herhalde dünyada ender görülen bir yöntemler koleksiyonu oluşturmuş bizimki gibi bir halk az bulunur. Öteye gitmeye lüzum yok: Bir Karagöz’ün, bir orta oyunun kültürel zenginliğinin yanında, anında türetilen mizah zenginliğini düşününüz. Ancak aynı halk, ülkesini tam bir bilimsel çöle çevirmiştir. Cumhuriyete kadar bugünkü Türkiye toprakları içinde yaşayan insanların, insan bilgisine kalıcı katkıları kocaman bir sıfırdır. Yani, Osmanlı İmparatorluğunun tüm izleri tarihten tamamen silinse, bilim dünyasının en ufak bir kaybı olmaz. Halbuki aynı halk Cumhuriyetten sonra, bir Hulûsi Behçet’in, bir Cahit Arf’ın, bir Ekrem Akurgal’ın, bir İhsan Ketin’in, bir Sedat Alp’ın ve daha nicelerinin şahıslarında bilime pek önemli katkılar yapmış, ayrıca yukarıda bahsettiğim, ne yazık ki her zaman iftihar vesilesi olamayacak yaratıcılık örnekleri de vermiştir.
Türk halkının uygarlaşma yönündeki sorunlarını çözemediği de gün gibi aşikârdır. Bunun nedenini hep yaratıcılığımızın köreltilmekte olduğuna bağlayıp durmuşuzdur. Ben de Semih Hocanın ricası gelene kadar aynı şekilde düşünüyordum. Ancak Semih Bey bu nazik davetiyle beni yaratıcılığımız konusunda bir kez daha düşünmeye zorlayınca, sorunun yaratıcılığımızın eksik olmadığında, tam tersine bayağı da yaratıcı bir toplum olmamıza rağmen, bazı problemlerimizi çözemediğimizde yattığını gördüm. Çünkü problem tanıyamıyoruz. Sık tekrarlanan bir lâftır: Problemin çözümünün yarısı problemi görmekte yatar. Biz işte bu problemi görme, yani teşhis etme kısmında çuvallıyoruz.
Problem görmenin iki bileşeni vardır: 1) Eleştirel bir tavır sahibi olmak. Yani her duyduğundan, her gördüğünden kuşkulanmak. 2) Etrafımızda olup bitenler veya ilgilendiğimiz konular hakkında bilgi sahibi olmak. İşte biz bu her iki konuda da çuvalladığımız için, problem teşhisi yapamıyoruz. Tabii problemi görmeyince ortada yaratıcı çözüm bulmak için de neden kalmıyor.
Her şeyden önce “inanmaya’’ programlı bir toplumuz. Annemize babamıza inanırız, öğretmenimize inanırız, devlet büyüklerimize inanırız, din kitaplarına inanırız… inanırız da inanırız. Bu inançlarımızın bazıları çok derin ve köklüdür. Meselâ anneye inanmak, doğal seçmenin ortaya çıkardığı kalıtımsal bir özelliktir: Yavrunun hayatta kalmasını sağlar. Babaya inanç, ta avcı olduğumuz kaba taş devrinden bize miras kalan bir özelliğimizdir. Onun da hayatta kalmamıza katkısı vardır. Dine inanç, ilkel toplumların sosyal çimentolarından biridir. Çevresinde toplanılan bir düzen yaratır. İnanmak rahatlık verir.
Ama aynı zamanda da rehavet verir. Problemi olmadığına veya problemlerini kendi çözemeyeceğine inanan bir adamın rahatlığını bir düşününüz. Halbuki her şeyin kuşkulu olduğunu düşünen bir insan rahat yüzü görmez. Gelgelelim araştırıcılar da işte bu “rahatsız” insanlar arasından çıkar.
Fazla rahata eren kişi, bilgiye de ihtiyaç duymadığı hasebine kapılır. Halbuki kuşkulu kişi, her fırsatta bilgisini kontrol etmek ister. Onun için her şey bir sorundur. Kimseye inanmaz, söylenilenleri problem addedip doğruluklarını kontrol etmeye gayret eder. Tabiata bile kuşkuyla bakar: Acaba şu sudan içersem ne olurum? Bana bir zararı olur mu? Veya faydası olur mu? Bunu nasıl öğrenebilirim? Öğrendiğimden nasıl emin olabilirim? Yürümeye mecbur muyum? Şu at benden hızlı gidiyor, acaba ona binmeyi mi denesem? Sırtı ayaklarımı ve kuyruk sokumumu acıtabilir. Orada nasıl rahat oturabilirim? Tüm bu ve benzeri sorular şimdiki durumundan memnun olmayan, onu iyileştirmeyi amaçlayan insanların sorulandır. Bir lokma ekmek ve bir hırka ile kanaat eden insan yaratıcı olamaz. Bu felsefeyi öven hiçbir düşünce yaratıcı bir toplum ortaya çıkaramaz. Okullarında itaat ve kanaat öğreten toplumlar başkalarına itaate ve kendilerine verilenle kanaate mecbur olurlar. Önce bu bakış açımızı değiştirmeyi, problemi görmeyi ve rahatsız yaşamayı öğrenmeliyiz. O zaman yaratıcı olmadığımızı sandığımız yerlerde de ne kadar yaratıcı olduğumuzu göreceğiz.
Bilimsel Düşünme Özürlü Halkım
Talihsiz Esirleri?
Sevgili okuyucularım: Aşağıdaki yazımı yüksek tirajı nedeniyle gönderdiğim bir gazete basmadı. (Şaşırdınız mı? Başlığa bir defa daha bakın.) Ben de önce konusu tamamen bu köşenin konusu içinde değildir diye düşündüğüm yazımı tekrar okuyunca bal gibi bilim ve toplum ilişkileri içinde olduğunu gördüm. Onun için burada bilgilerinize sunmayı uygun gördüm:
Çok yakından tanıdığım general, amiral ve subayların yargılandığı ve tamamen haksız yere –sadece herhangi bir güvenilir delil olmadan değil– savcı iddialarının tam tersine kesin deliller gösterilmesine rağmen mahkûm edildiği, Balyoz Davası’nın oturumlarına vaktim yettikçe gittim. Kaçırdıklarımın detaylarını kendilerini hapishanelerde ziyaret ettiğim komutan ve arkadaşlarımdan, onların aile mensuplarından, eşimden ve nihayet avukatlarından öğrenmeye çalıştım. Tüm bunlardan edindiğim intiba, Balyozun, iktidar partisinin önde gelen isimlerinden birinin de telâffuz ettiği gibi, bir kumpas, yani bir tuzak olduğudur. Bu çıkarım, pek çoğunu yakından tanıdığım sanık (ve şimdi hüküm giymiş) komutan ve arkadaşlarım hakkında kendilerine iftiralar atılmadan önce bildiklerimle de tam bir uyum içerisindedir. Hiç kuşkusuz burada esas tuzağa düşürülen milletimiz olmuştur.
Ancak bu gibi durumlarda kişilerce “edinilen intiba’’ hukukçuya yetmeyebilir. Hiçbir hukukçunun itiraz edemeyeceği tek bir ispatla yetineyim: İddianın okunduğunu ve yapılan savunmanın iddiayı hiçbir kuşkuya mahal vermeyecek bir şekilde çürüttüğünü gözlerimle gördüm (bu intibaın ötesinde, ispattır). Buna rağmen sanık tutuklandı (Hv. Plt. Tuğg. Beyazıt Karataş’ın durumu)! Benzer hukuk ihlâllerini oraya giden tanıdıklarım ve üstelik pek çok saygın hukukçumuz, aklı ve vicdanı yerinde gazetecimiz gazete ve televizyonlarda detaylı bir şekilde dile getirdi. Son TÜBİTAK raporu; tarafsız olacağına en çok güvenilebilecek bilirkişilere ısrarla gönderilmeyen sözde deliller ve bunlar hakkında yurt dışındaki bilimsel kaynaklardan duyulanlar, Sayın Ana Muhalefet Partisi’nin Başkanı’nın da ifade ettiği gibi, Balyoz Davası’nın tutulacak bir yanının kalmadığını, sanırım kesin bir surette ispat etmiştir. Yapılan halk yoklamaları halkımızın büyük ekseriyetinin bu fikirde olduğunu göstermektedir.
Buradan, bu davadan hüküm giymiş olan ordu mensuplarımızın alınlarının akıyla çıkmalarını beklemek, sanırım aşırı bir iyimserlik olmamalıdır. Bu kişilere itibar ve görevleri, resmî bir af dileme eşliğinde iade edilmedikçe kendilerine verilecek hiçbir maddî tazminat yaratılmış olan yıkımı tamir edemez. Bunları yapmak bilhassa ordunun genç nesillerinin geleceği ve milletimizin kendine itimadı ve saygısı için yaşamsal öneme sahiptir.
Ancak beni bir vatandaş olarak yakından hem de çok yakından ilgilendiren, bu hukuk yıkımına izin verenlerden sorulması gereken detaylı hesaptır. Bu hesap sorma işlemi, olayın ardındaki tüm gerçeklerin en çıplak şekilde ortaya serilmesi için muhakkak gereklidir ve bu gerçekler ortaya serilmeden kimsenin bu ülkede kendini emniyette hissedemeyeceği kesindir. Hukukçuların, başta Balyoz Davası’nda etkin faaliyetleri gazete ve televizyonlarda görülen ve sayısız yoruma neden olan bakan ve müsteşardan başlayarak, kendi saflarını tertemiz bir hale getirdiklerine halkı ikna etmeleri artık millî bir hayat-memat meselesi olmuştur. Ancak, elbette bu iş sadece hukukçulara münhasır değildir. Kolluk kuvvetlerimizin, gazetecilerin ve televizyoncuların da kendi mensuplarının Balyoz sürecinde oynadıkları rolleri iyice gözden geçirerek ulaştıkları sonuçları halka duyurmaları şarttır.
Ancak o zaman polislerin halktan saygı istemeye, gazetecilerin hür gazetecilik yapma haklarını aramaya yüzleri olur.
Tüm bu yazdıklarımdan sonra size daha önce burada dile getirdiğim kanaatimi söyleyeyim: Yoklamalarda ekseriyeti Balyoz’un bir kumpas olduğu ifadesine katılan halkımız, dönüp o kumpasın kurulmasında ilk elden yardımcı olduğunu (yanıltıldık diyerek!) ifade eden hükümetimize yine %45 gibi bir oy verecek, iftirayla hayatı karartılanların işkencesine seyirci kalmaya devam edecektir. Hiç suçsuz yere 5-6 sene hapsedildiğinizi, onurunuzun, yaşamınızın idealinin elinizden alındığını, hatta sağlığınızı kaybettiğinizi, ailenizin, çoluğunuzun-çocuğunuzun yaşam hevesinin eritildiğini düşünün. Eğer tahminim haklı çıkarsa, halkımızın sebep-sonuç ilişkisini kurmaktan aciz olduğu belgelenmiş olacaktır. Böyle bir toplumda, bilimi falan boş verdim, ne demokrasi ne de en ilkelinden bile olsa medeniyet yaşayabilir. Bkz. Afganistan!
Not: Aynı durumdaki Ergenekon’dan burada bahsetmememin nedeni, Balyoz’u çok daha yakından bilmemdir
Bilim ve Toplum Üzerine
Sayın Tayyip Erdoğan Bey’in antropoloji araştırmaları hakkında söyledikleri ve bazı gazetecilerin antropolojik bilgilerin geçmişte ırkçılığı desteklemek için kullanıldığı yönündeki yazıları, beni bu hafta bilim-toplum ilişkileri üzerine tekrar bazı şeyler söylemeye yöneltti. Tekrar diyorum, zira aşağıda söylediklerimi, ben geçmişteki bazı yazılarımda da dile getirmiştim. Ama, görülüyor ki tekrarlarında fayda olabilir:
Öncelikle bilim toplumun faydasını veya zararını gözetmeksizin, sadece ve sadece bilgi edinmek için yapılan bir iştir. Hiç kuşkusuz Einstein ışığın hızının, evrende bir sabit olup olmadığını araştırırken, bunun toplum için faydalı mı yoksa zararlı mı olacağı aklının ucundan bile geçmemiştir. Onun amacı, evrenin davranışını anlamaktı. Ben de Altaidler denilen dağ sisteminin içinde kıta kabuğunun nasıl oluştuğunu incelerken bunun muhtemel faydalarını düşünmedim. Bilimin sonuçlarından toplum için fayda (veya zarar) üretmek, bilimin uygulayıcılarının işidir. Onun için muhtelif eğitim düzeylerinde bilimin esaslarını anlatan coğrafya (meteoroloji ve klimatoloji gibi bilimlerin bilgileri ortaöğretimde coğrafya öğretimi çerçevesinde verilir), fizik, kimya, biyoloji, jeoloji (ortaöğretimde fiziksel antropoloji, paleontoloji gibi bilimlerin bazı temel bilgileri hem biyoloji hem de jeoloji eğitiminin konuları içerisindedir), astronomi gibi dersler görür öğrenci. Amaç onu bu konularda uzman yapmak değildir, ama bu konularda ortaya çıkarılmış olan bilgilerin çevresine, toplumuna nasıl faydalı veya nasıl zararlı olabileceğini anlamasına yardımcı olmaktır. Bazı öğrenciler, gönüllerini bu konulardan birine kaptırır veya temel bilimlerde ya da temel mühendislik konularından birinde yükseköğrenimlerini sürdürürler. Bunlar arasından bazıları bilim insanı olurlar. İşte bu bazıları insanlığı ileri götüren küçücük bir zümredir. Bu insanlar sadece ve sadece kendi merakları için bilim yaparak bilinmeyenin peşinden koşarlar. Onların bulguları, bazen bir mühendisin ya da toplum bilimcinin gözüne ilişir ve ona toplumun yararına veya zararına yeni fikirler ilham eder. Bu fikirlerin toplum çapında uygulanması veya yasaklanması ise toplumun seçtiği yöneticiler vasıtasıyla aldığı kararlarla belirlenir.
Bu nedenle toplumu yöneten kişilerin, meslekleri ne olursa olsun, temel bilimler hakkında kaliteli bir ortaöğretim düzeyinde bilgilerinin olması şarttır. Bir zamanlar Türkiye’de böyle bir eğitim almak mümkündü. Sanırım benim neslim, bu tür bir eğitim alması mümkün olan son nesildi. Ondan sonra Türk ilk ve ortaöğretimi tepetaklak oldu. Bunun ilk nedeni, öğretmenlik mesleğinin özenilecek bir meslek olmaktan çıkarılmasıydı. Burada en büyük sorumluluk ve dolayısıyla suç, öğretmenleri ihmal eden politikacılarındır. Fabrika yapmak isteyen politikacı, en önemli fabrika olan insan fabrikalarını, yani okulları unuttu. En önemli öğretmen türü olan ilkokul öğretmenleri ve onlardan sonraki en önemli öğretmenler olan ortaöğretim öğretmenleri tamamen ihmal edildi ve öğretmen iş dilenen bir zavallı haline düşürüldü. Bu suç, yalnız Türkiye çapında değil insanlık çapında affı mümkün olmayan bir suçtur ve Hasan-Ali Yücel’den sonraki tüm eğitim yöneticilerimiz bu suçun ortaklarıdır. Gelecek, kendilerine topluca lânet edecektir.
İlk ve ortaöğretimin tepetaklak olmasının ikinci nedeni üniversitelerdir. Üniversite hocalığını, aylıklı aylaklık olarak algılayan öğretim üyelerimiz, politikacılarımızla işbirliği halinde Türk yükseköğretimini bitirmişlerdir. Sanırım bu olay bilhassa 1958 devalüasyonundan sonra çok hızlandı. Bugün artık Türkiye’de üniversiteye gitmek tamamen bir vakit kaybı haline gelmiş, hele yönetimiyle beraber, Türk üniversiteleri Osmanlı medreselerinin acıklı durumlarına düşmüşlerdir. Büyük bir kalitesiz güruh içinde bulunan birkaç pırlantaya tesadüf eden öğrenci şanslı olmakta, o pırlantalar, onları hem çevredeki pislikten koruyarak hem de onlara kendi parlaklıklarından vererek, onları yurt dışında kaliteli bir yüksek lisans veya doktoraya hazırlamakta ve akıllı olan öğrenci de bu fırsatı kullanıp derhal kapağı uygar bir ülkeye atmaktadır. Benim bu şekilde kurtulan öğrencilerim arasında Türkiye’ye geri gelen olmadı. Ben de zaten kendilerine gelmemelerini, geldikleri takdirde (benim gibi özel imkânları yoksa) ziyan olmalarının kaçınılmaz olduğunu söylüyorum. Ben kendimi bir insan fabrikası olarak görüyorum. Bu fabrikanın ürünlerini de o ürünün kalitesini takdir eden kullanır.
Bilimin ülkemizdeki çöküşünün en önemli sebebi ise tamamen bilgisiz politikacılardır ki, bunun en güzel örneği Tayyip Bey’dir. Bilimden en küçük bir haberi olmayan bu zat, bugün antropolojiyi ırkçılık, yarın Darwinizmi komünistlik, öbür gün fiziği ve kimyayı toplu katliam aracı olarak takdim edebilir. Akademimizi yok eden bu kafanın üniversitelerimizi götüreceği yer ise Osmanlı medresesinin miskinliğidir.
Irkçılık Üzerine
Son günlerin yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada moda olan sözlerinden biri “ırkçılık” terimidir. Önüne gelen bu terimi kullanıyor ve kullananların, benim kabaca tespit edebildiğim %99’undan fazlası ise bu kelimenin neyi ifade ettiğinden bihaber! Filistinliye karşı İsrail’i savunanlara hemen “ırkçı” damgası yapıştırılıyor (en son BBC’de bir programda sözüm ona saygın gazeteciler arasında yapılan bir tartışmada bu oldu). Halbuki İsrailli Yahudi de, Filistinli Arap da Sâmi ırkından gelirler. Yani aynı ırkın mensubudurlar. Birbirlerine olan nefretin sebebi dinleridir. Türkiye’de Kürtlere, Almanya’da ise Türklere sıkı mı en küçük bir eleştiri yöneltesiniz. Hemen “ırkçı” oluverirsiniz. Halbuki Anadolu’da yaşayan ve kendisine Türk diyen insanların hemen %90’ı aynı Kürtler gibi denilen beyaz ırk mensubudur ve Orta Asya’daki Altay Irkının Türkleri ile ilgileri yoktur. Almanya için de durum aynıdır. Oranın da ekseriyeti denilen ırka mensuptur. Buralarda da ayrılık yaratan dil ve dindir.
Irk biyolojik tanımı olan bir kavramdır ve türün altındaki fenotipik grupları betimlemek için icat edilmiştir. 1911 yılında Wilhelm Johannsen tarafından ortaya atılan fenotip kavramı, bir canlının, gözlenebilir özelliklerini ifade eden bir kavramdır. Fenotip, genetik nedenlerle olabileceği gibi çevresel nedenlerle de gelişebilir ve çevresel nedenlerle gelişen bazı özelliklerin mutasyon sonucu kalıtımsal hale gelmesiyle de bunlar genetik olur. Günümüzde dahi bazı Lamarkist denilen düşünceler bu konularla uğraşmaktadır. Nasıl Bos taurns dediğimiz sığır türünün alt grupları, yani ırkları varsa ve ırk ıslahı zirai bir terim olarak kullanılmaktaysa, Canis familiaris türü köpeğin de çeşitli ırkları mevcuttur. Bu ırkların pek çoğu yetiştiriciler tarafından üretilmiş ırklardır ve bazıları arasında verimli üreme genetik olarak mümkünse de boy farkları artık bazı türler arasında verimli üremeyi pratik olarak imkânsız hale getirmiştir. Bunlar geleceğin tür adaylarıdır. İnsanlar arasında, buzul çağlarından itibaren Homo neanderthalensis, Homo floresiensis ve Homo sapiens olarak üç temel tür mevcuttu. Bunlardan Homo neanderthalensis Afrika’yı çok daha erken bir tarihte terk ederek Avrupa’ya yerleşmiş ve oradaki coğrafi yalıtım burada yeni bir insan türünün ortaya çıkmasına neden olmuştu. Homo floresiensis’in tarihi ve tüm özellikleri ise ele geçen fosil malzemesinin azlığından ötürü henüz çok iyi bilinmemektedir (yedi bireyin iskelet parçaları ve tek bir kafatası). Bugün de insanlar arasında siyah ırk, beyaz ırk, sarı ırk gibi karakterleri çok belirgin ırklar mevcuttur. Bunlar, coğrafi izolasyonlarına, yani yalıtılmışlıklarına, devam edebilselerdi hiç kuşkusuz aynı Homo neanderthalensis, Homo floresiensis ve Homo sapiens gibi yeni insan türlerine dönüşeceklerdi. Ancak insanın geliştirdiği yer değiştirme imkânları ve coğrafi engelleri olarak ortadan kaldırarak eskiden birbirinden yalıtılmış mekânlarda gelişen bu ırkların günümüzde tekrar tekdüzeleşmelerine sebep olmuştur.
Irk teriminin tarihi bahsettiğim karışıklıklara neden olmaktadır. Bahis konusu karışıklığı yapanlar ise bu terimi doğa bilimleri dışında kullananlardır. Bu kullanım 18.Yüzyıl’da müstemlekeciliğin yaygınlaşmasıyla istimlâk edilen alanlardaki yerli halkı, müstemlekecilerin ayrı bir ırk olarak tanımlamasıyla başlamış ve nihayet neredeyse her millet (ulus, budun vs) ayrı bir ırk olarak betimlenmeye başlamıştır. Bu bilimsel olarak anlamsızın da ötesi bir zırvalıktır.
Bu nedenlerle meselâ, Türkiye içinde bir ırkçılıktan bahsetmek mümkün değildir. Burada bir Türk milliyetçiliği, bir Kürt milliyetçiliği olabilir ve bu ayırımın temelinde de yalnızca dil vardır. Dil de aynı ırk gibi, belirli coğrafi engellerle birbirlerinden ayrılan insan gruplarının geliştirdikleri bir haberleşme aracından ibarettir (ancak dil ırktan çok daha hızlı gelişir; ırk yüzbinlerce yılda gelişirken, dil birkaç on yılda gelişebilir). 30 dil konuşabilen meşhur İtalyan-Amerikalı dilbilimci Mario Andrew Pei (1901-1978) 1949’da yazdığı The Story of Languaıge adlı satış rekorları kıran eserinde, ABD içerisinde Doğu ve Batı sahilleri arasındaki haberleşmenin tamamen kesilebilmesi mümkün olsa, on yıl sonra her iki sahilde yaşayan insanların dilleri arasında karşılıklı anlaşmaya engel olabilecek önemli ayrılıklarının kaçınılmaz olarak gelişeceğini belirtmiştir.
Bu nedenlerle, ırkçılıktan bahseden politikacılara gülüyorum (hele bir tanesi, hatırlarsınız, antropoloji bilimini ırkçılık sanmıştı!). Bu durum çağımızın en büyük hastalığıdır ve maalesef popüler demokrasinin bir ürünüdür. Bu hastalıktan kurtuluşun yolunu ise ne yazık ki göremiyorum, zira cahil, demokratik yöntemlerle kendisinden daha cahil olanları sürekli iktidara taşımaktadır. Bunun Orta Çağ’dan sonra insanlık tarihinin en kara çağı olan 20.Yüzyıl’daki bilançosu korkunç olup, hemen hemen 100 milyon insanın hayatına mal olmuş, hesabı bile mümkün olmayan kültürel varlığın kaybını intaç etmiştir. “Kahrolsun ırkçılık” ve/veya “yaşasın demokrasi” diye nara atanları duydukça bunları unutmayınız.
Gerçeği Aramak:
Bilimde İnsanlığın Buluştuğu Yer
13 Ocak 1898’de Fransız L’Aurore {Şafak) gazetesi, büyük Fransız yazarı Émile Zola’nın “J’accuse” (=itham ediyorum) başlıklı bir mektubunu yayımlamıştı. Mektup Fransız Cumhurbaşkanı Felix Faure’a hitaben kaleme alınmıştı ve Musevî Fransız Kurmay Subayı Alfred Dreyfus’un (1859-1935) haksız yere casusluk suçuyla itham edilerek müebbet hapse mahkûm edilmesini eleştiriyordu. Dreyfus, 5 Ocak 1895’te Almanlara ordu sırlarını vermekle itham edilmiş, tüm rütbeleri sökülmüş ve Fransız Guyana’sında ömür boyu sürgüne gönderilmişti. Ağustos 1896’da Yarbay Marie Georges Picquart (1854-1914) üstlerine Dreyfus’un suçsuz olduğu ve casusluğu Binbaşı Ferdinand Walsin Esterhazy’nin yapmış olduğu konusunda bilgi edindiğini bildirdi. Dreyfus’u mahkûm edenler bu durumdan hoşlanmadılar ve Picquart, Güney Tunus’a tayin edilerek susturuldu.
Ancak gerçek durumu ortaya koyan haberler basına sızmaya başlamıştı. Sızan bu bilgileri gözden geçiren Zola, Dreyfus’un suçsuz olduğuna ve bir komploya kurban gitmiş olduğuna karar verince meşhur mektubunu yayımladı. Zola, incelemenin doğru dürüst yapılması halinde tüm suçun Dreyns’un üzerine yıkıldığını ve bunu yapanın Binbaşı du Paty de Clam olduğunun görülmüş olacağını vurguladı. Zola, Dreyfus’u sorgulayan ve mahkûm edenlerin elinde, onun suçsuzluğunu kesin olarak gösterecek deliller olduğu halde bunu sakladıklarını öne sürdü. Büyük yazar mektubunda hukuk literatürüne geçen şu sözleri söylüyordu:
“Bunlar, Sayın Başkan, adaleti yanıltan bu operasyonun nasıl yapıldığını gösteren gerçeklerdir. Dreyfus’un karakteri, zenginliği, cürüm işlemesi için ortada bir nedenin olmaması ve sürekli olarak kendisinin suçsuzluğunu haykırması, Binbaşı du Paty de Clam’ın sansasyonel hayâl gücünün, onun çevresindeki dindar halkanın ve zamanımızın hastalığı ‘kirli Yahudi’ takıntısının bir kurbanı olduğunu göstermektedir.”
Zola bu mektubundan ötürü iftira suçuyla mahkûm edilmiş, hapse girmemek için İngiltere’ye kaçmak zorunda kalmıştı. Suçladığı Fransız hükümeti onu Şeref Lejyonu’ndan da attı. Ama büyük yazar, 1899 Haziranı’nda kendisini mahkûm ettiren hükümet düşünce vatanına geri döndü. Zola 29 Eylül 1902’de vefat etti. Muhafazakâr politikacı Victor Henri Rochefort alçakça bir iftira ile Zola’nın Dreyfus’un gerçekten suçlu olduğunu fark edip intihar ettiğini yazacak kadar rezilleşebilmişti. Ancak, Dreyfts gerçekten suçsuzdu. Fransız Ordusu onu terfi ettirerek geri almakla kalmadı, kendisine “inandığı dava uğruna görülmemiş bir işkenceye katlanmış bir asker olduğu” gerekçesiyle Onur Lejyonu’nun haçlı madalyasını verdi. 4 Ocak 1908’de Zola’nın külleri Fransızların ülkelerinin en büyük insanlarını gömdükleri Anıtkabir Pantheon’a götürülürken, Dreyfus da törene katılmıştı. Louis Gregori adlı bir sapık gazeteci, orada kendisine ateş etti ve Dreyfus kolundan yaralandı.
Dreyfus 12 Temmuz 1935 tarihinde 75 yaşında vefat etti. Talihin hoş bir cilvesi, Fransa’nın ulusal bayramı 14 Temmuz’da, cenazesi Concorde Meydanı’nda tören için toplanmış birliklerin arasından geçti.
Zola büyük bir yazardı. Ama onu milletinin kalbine gömen şey, Dreyfus için yazdığı o müthiş mektuptur. O mektupla Zola, tüm kariyerini, şöhretini, hatta hayatını tehlikeye atmıştı. Bunu yapmasının tek nedeni gerçeğin bilinmesini istemesi, bunun için her şeyi fedaya hazır olduğunu göstermesiydi. Bunun karşılığını Pantheon’da Fransız ve insanlık tarihinin en onurlu köşelerinden birinde ölümsüzleşerek gördü.
Galile de aynı şeyi yapmamış mıydı? Doğru bildiğini insanlık tarihinin en büyük ayıplarından biri olarak yobazlar tarafından yaratılmış olan engizisyon mahkemesinin önünde “yine de…” diye dile getirmemiş miydi? O yobazları tarih sildi, Galile ise insanlığın onur levhasındaki yerini aldı.
Bilim de, adalet de önce gerçeği arar. Burada birleşirler. Adaleti bilimden ayıran, onun matematik gibi aksiyomatik bir sistem olmasıdır. Aksiyomların nasıl seçilmesi gerektiği, bilimin parçası değildir; ama aksiyomların neler olduğu, gerçeği değiştiremez. Gerçeğin aranmadığı yerde nesnellik olamaz. Nesnelliğin olmadığı yerde ise iletişim ortadan kaybolur. İnsanı insan yapan ise, iletişimi kullanarak tartışma ve eleştiri ortamı yaratması ve tartışma ve eleştiri sonucu gerçeğe yaklaşmayı denemesidir.
Üniversite tahsilinin aslında tek amacı, öğrenciye bir meslek öğretmek değil (onu çırak, mektepleri de yapar), düşünmeyi ve tartışmayı, eleştirmeyi bilen ve yeni gerçekleri bulmayı beceren bir birey haline getirmektir. Üniversiteye meslek öğrenmek için gelinmez. Üniversiteye yeni bilgi üretmeyi öğrenmek ve yeni bilgiyi araştırmalarla üretmek için gelinir. Türkiye’de tek bir üniversite dahi olmamasının, gazete ve televizyonların hukuk skandalları ile çalkalanmasının nedeni, insanlarımıza gerçeği aramanın en yüce ideal olduğunu ve onu ancak ve yalnızca aklımızla bulabileceğimizi öğretmemiş olmamızdır.
Bilgi Değerlendirmesi
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının karşısındaki en büyük problem bireysel olarak bilgi değerlendirmesi yapılması zorunluğudur. Bu zorunluğun bir problem olarak tezahür etmesinin nedeni ise, ulus olarak bilgi değerlendirmesi yapma alışkanlığımızın olmamasıdır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları etnik ve dinsel kökenleri ne olursa olsun, genellikle kendilerine otorite olarak gördükleri kişi ve kurumlar tarafından tebliğ edilen ifadelere inanma eğilimindedir.
Bilgi akışı tek bir otoriteden geldiği sürece bu toplum için bir sorun olmaz: Evde babanın, okulda öğretmenin, askerde komutanın, siyasette liderin, cemiyet hayatında hükümet ve temsilcilerinin ve onun çevresinde şekillenmiş basının sözlü ve görüntülü medya vb. kurumların ifadeleri doğru olarak algılanır. Sorun, bu kaynaklardan gelen bilgiler çeşitlendiği zaman ortaya çıkar: Toplum hangi bilgiye inanacaktır? İşte bu durumda topluma verilen eğitimin doğası belirleyici bir rol oynar. Çocuk otoriter bir babanın egemen olduğu bir evde yetişmişse, yaklaşık 6-7 yaşına kadar verilen bilgiyi veya alınan kararları sorgulamanın pahalıya patlayacağını öğrenir ve öğrenilen bu kalıp onu ömür boyu pençelerine alır. Böyle bir ortamda yetişen çocuk kendi aklını ve gözlemlerini kullanmayı öğrenemez veya öğrense bile bunu açıkça değil, dolambaçlı ve gizli yollardan yapmayı tercih eder (yani namussuzluğu öğrenir). Yakın zamanda İngiltere’de yapılan “Zamanımızın Çocuğu” (Child of Our Time) adlı bir proje, otoriter evlerde yetişen, kendisine küçük yaşta bir birey olması nedeniyle değerli olduğu hissi verilmeyen çocukların aynı zamanda ömürleri boyu karamsar bireyler olarak yaşadıklarını göstermiştir. Türkiye’deki ailelerin ezici çoğunluğu hâlâ otoriter pederşahi aileler olup böyle ailelerde çocuğa birey olarak değer verilmez. Çocuk yavru olarak sevilir ve kollanır, ama kendisine bir birey olarak saygı duyulmaz. Bu kendi aklını ve gözlemlerini kullanamayan (yani aptal) bireyler oluşturduğu gibi, bu bireyleri aynı zamanda karamsar da yapar.
Böyle bir ortamda okula gönderilen çocuk orada da genellikle otoriter öğretmenlerle karşılaşır, zira öğretmen de aynı toplumun çocuğudur. Üstelik hele ellili yıllardan sonra öğretmen yetiştirmede yapılan fahiş hatalar nedeniyle öğretmenlerin bilgi düzeyi de günden güne düşmüştür. Cahil öğretmen cehaletini genellikle şiddete başvurarak kapatmak yolunu seçerek çocuğun evden zaten tanıdığı baskı rejimini sürdürür. Okulu bitiren erkek askere gider ve orada karşısına çıkan disiplin kavramını o zamana kadar gördüğü otoriter ortamın havasıyla karıştırdığı için, askerî disiplinin gerçek doğasını anlayamadan ve ne yazık ki hayatının kendisine askere gidene kadar vermiş olduğu intibalarını güçlendirerek terhis olur. Kız çocuğu ise tahsilini bitirince evlenir ve genellikle baba otoritesinden koca otoritesinin altına teslim edilir.
Böyle bir toplumsal ortamın sağlıklı ve bağımsız düşünebilen bireyler üretmesinin imkânsız olduğu muhakkaktır. Bu ortamlarda en başarılı egemenlik araçları sorgusuz inanç demek olan “iman” (Ing. faith, Al. Glaube, Fr. foi) kavramını temel alan dinlerdir ve bilhassa baba imajına sahip tek ve her şeye kadir Tanrı’ya inanan üç büyük Sami dinidir. Bu nedenle bağımsız bir eleştirel düşünce, yani yargı yeteneği gelişmeden önce çocuklara verilecek her türlü dinsel eğitim, türü ne olursa olsun, toplumun zararınadır, çünkü çocuğun bireysel muhakeme ve değerlendirme yeteneğinin gelişmesine zarar verir. Böyle bir eğitim bireyler değil, robotlar (=kullar) toplumu üretir.
Son zamanlarda televizyon ve gazetelerde yurttaşlarımdan en çok duyduğum şikâyet “kime inanacağımızı şaşırdık’’ şeklinde dile gelen bir otorite arayışıdır. Halbuki yapılacak iş, duyulan ifadeleri bir akıl süzgecinden geçirmek ve inanılabilecekle inanılamayacağı birbirinden ayırmaktan ibarettir. Bu her zaman açık olmayabilir, ama uzun bir sürede meydana gelen olayların zinciri en sonunda bireye bir fikir verir. Onun için yurttaşlarım şunlara dikkat etmelidirler: Söylenenlerin kendi içindeki tutarlılıkları; söylenenlerin o zamana kadar edindikleri bilgilerle olan tutarlılıkları; söyleyenlerin konumları ve o konumlarına göre mevcut olabilecek art niyetlerinin olup olmayabileceği; söyleyenlerin geçmişleri; bilgi kaynaklarının çeşitli olup olmadığı ve bu kaynaklar arasındaki tutarlılık; tarihten ve günümüzden başka ortamlardaki olaylarla söylenenlerin benzerlik gösterip göstermediği. Bunlara dikkat edenler şunu da kesinlikle bilmelidirler ki, kesin bilgi kaynağı hemen hiçbir konuda yoktur. Doğru bilgiyi üretmek bireye ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu büyüğüne, yöneticisine, dinine vs. yıkmaya kal^m insanlığından feragatle koyunluğa razı olmuş demektir.
Bilimsel Düşünmeyen Halktan
Seçimde Beklenenler
Düşününüz ki, bulutlarla kaplı bir gökyüzünden boşalan yağmur taneleri sizi ıslatırken, gök gürültüsü ara ara çakan şimşeklere eşlik ederken birisine soruyorsunuz: “Bugün hava yağmurlu mu?” Aldığınız cevap, “Hava yağmurlu değil” olursa ne yaparsınız? Ne düşünürsünüz? Demez misiniz “Efendim, nasıl yağmurlu olmaz, gökten düşen su damlaları bizi ıslatıyor, sırılsıklam etti”. Karşınızdaki derse ki, “Vallahi dediğiniz doğru, ama onlar belki bulutlardan geliyordur, bulutların da havayla ilgisi olmayabilir”. “Efendim, insaf ediniz” demez misiniz? “Şimşeklere, gök gürültülerine ne buyurulur?” “Doğru, onları da birileri bir yerde yapıyor, ama havayla ilgisi ne?” Böyle cevaplar almaya devam ettiğiniz takdirde (eğer sabrınız oraya kadar dayandıysa) muhatabınızın ya düşünmekten tamamen aciz veya yağmurla havanın ilgisini bilemeyecek kadar kör cahil birisi olduğuna karar verip yolunuza devam edersiniz.
Uluslararası bir televizyon kanalının muhabiri, bir Orta Anadolu şehrimizde araştırma yapıyor ve yurttaşlarımızla konuşarak oylarını nasıl kullanacaklarını soruyor. Birisi diyor ki, “Benim oyum Erdoğan’a”. “Niçin?” “Onun yolsuzluk yaptığına inanmıyorum, kendi yolsuzluğu ortaya çıkarsa oy vermem’’.
Bir diğeri diyor ki: “Çocuklar suçlu bulunursa, benim oyum yine Erdoğan’adır. Çocuklar suçlu derim.”
Buradaki kişilerin, yolsuzluk iddialarına inanmamaları mahkeme süreci devam ettiğine göre, bir dereceye kadar anlayışla karşılanabilir. Ama, suçlar tespit edildikten sonra bile suçlu kişilerin birebir kendisinin en yakın çalışma arkadaşları olduğu, hatta kendi evinde büyüdüğü oğlu suçlu çıkarsa aralarında bu yolsuzluk çıkana kadar en ufak bir sorun olmamış, bilakis bu yolları beraber yürüdüklerini her fırsatta dile getiren kişileri tek tek kendi seçmiş ve onların her icraatını savunmuş bir kişiyi birdenbire bu olaylardan tamamen tecrit etmek, yağmurlu havada, gökten düşen damlanın havayla ne ilgisi vardır demeye benzer.
Tüm yolsuzluk suçlamalarının iftira olduğunu bir an farz edelim: O zaman, Erdoğan ve arkadaşlarının yargı ve poliste aniden başlattıkları operasyonların amacı nedir? Sayın Başbakan, dost kazığı yediğini ifade etmiştir. Yani, kendisine göre, kendisine kazık atanlar devlete zarar vermektedirler. Peki onları zarar verebilecekleri mevkilere, hem de yüzlercesini, atayan kimdir? Yine kendisi ve iktidarı. Demek ki, bu iktidar bazı amaçlar uğruna devlete zarar verebilecek kişileri devletin en kilit mevkilerine getirmek basiretsizliğini göstermiştir. Peki o zaman, bu kişiler tekrar seçilmeye lâyık mıdırlar?
Ben halkımızın çoğunun yine de AKP’ye oy vereceğini düşünüyorum. Çünkü, seçmenimizin ezici çoğunluğu, bilimsel düşünce dediğimiz sebep-sonuç ilişkisi kurma işini yapamamaktadır. Bunun nedeni, Türkiye’deki ortalama bilimsel düşünce becerisi ve genel kültürün, aşağı-yukarı Afganistan’daki kadar olmasıdır. Afganistan kendi sorunlarına ne kadar demokratik bir çerçevede çözüm bulabilirse, Türkiye de ancak o kadar bulabilir.
Meclis Adalet Komisyonu’nda olanları geçenlerde televizyonlardan seyrettik. Böyle utanç verici şeyleri hiç Batı Avrupa’dan duydunuz mu? Rusya’da 70 yıllık feci bir komünist diktatörlüğünden sonra perişan olmuş olan halk nedeniyle olabilir. Çin, Kore, hatta Japonya’da olabilir. Ama Batı Avrupa’da artık olmaz. Neden mi? Çünkü gerçek üniversitelerin, gerçek okulların, gerçek müze ve kütüphanelerin, gerçek tiyatroların, gerçek hayvanat ve botanik bahçelerinin yüzyıllardır olduğu bir yerde, seviye bu kadar düşmez. Asya’dan saydığım bunlara sahip ülkeler şimdilik bunları içselleştirememişlerdir. Uygarlaşma tarihleri henüz iki yüzyıllık bile değil. Onların sıkıntısı bundan ibarettir. Ama uygarlaşma hedefine doğru yürüdükleri, bizim tersimize kesindir.
Benim eldeki bugünkü verilerle genel seçim tahminim, AKP’nin minimum % 45 oyla yine tek başına iktidar olacağıdır. Sonrası? Fakir, cahil ve parçalanmış bir Türkiye. Bunu istemese de, halkımız kendini ne yazık ki son yetmiş yıldır oraya sürüklüyor.
Bilginin Pratikteki. Faydası ve Masalcı
Osmanlı Tarihinin Zararları
Okulda bize Bayezid’in ne büyük bir komutan olduğu, Ankara Savaşı’nı ihanet ve talihsizlik yüzünden kaybettiği öğretiliyordu. Halbuki mevcut kaynaklar, Timur’un bu savaşı bir nakış işler gibi dikkatle plânladığını, Bayezid’in ise ordusunu aptalca tehlikeye attığını gösteriyordu. İkinci kavga konusu İstanbul’un fethiydi. Bizlere durmadan Fatih’in buradaki askeri dehâsı anlatılıyordu. Donanma ve Macar Urban’a yaptırılmış toplarla mücehhez minimum 80.000 kişilik bir ordunun tüm savunma gücü 8000 muharipten ibaret olan aç ve perişan bir şehre saldırdığını düşünün; bu saldırı esnasında 140 parça donanma savunmadakilere yardıma gelen yalnızca dört parça (bunların da sadece üçü savaş gemisi, biri nakliye gemisi) gemiyi durduramasın ve savunma iki ay sürsün. Herhalde Timur’a veya Cengiz Han’a bu büyük bir zafer diye anlatılsa gülerlerdi.
Cengiz Han’ın zamanının en müstahkem şehirlerinden biri olan Pekin’i fethi yalnızca iki hafta sürmüştür. Ama o zafer için Cengiz Han daha 12. Yüzyıl’da tarihin ilk kurmay akademisini kurmuştu (meşhur “Kaşık”). Osmanlı ise ilk kurmay akademisini Avrupa’yı takliden 19. Yüzyıl’ın ortasında kurabildi. Kanunî bize “Muhteşem Süleyman’ diye tanıtılırdı.
Ben ise Viyana’da aldığımız mağlubiyeti, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerden durmadan sopa yememizi, yetenekli Şehzade Mustafa’nın sarhoş Selim tahta geçsin diye babasının gözleri önünde boğazlanmasını, Anadolu’da softa şekavedinin başlamasını ve büyük coğrafi keşiflere katılamamamız bir yana, coğrafyaya önem vermemizi öğütleyen zavallı Pirî Reisimizin Muhteşem Süleyman’ın emriyle katlini bir türlü bu sözde ihtişamla bağdaştıramazdım. Kısacası, onuncu padişaha kadar sözüm ona muazzam olan Osmanlı Devleti’nin azimeti benim için hep boş bir böbürlenmeden ibaret kalmıştır.
Osmanlı, çevresindekiler gariban olduğu sürece azametli görünüyordu. Rönesans’la ve bilim devrimiyle bu durum değişince Osmanlı’nın ne mal olduğu kabak gibi ortaya çıkıverdi (gerçi Timur bunu daha önce gözler önüne sermişti).
Bugün safsata yüklü eğitimin pratik zararlarını görmeye başladık. Kafaları o safsatalarla dolu Tayyip Bey ve “onun’’ başbakanı Bay Sıfır Problem, aynı Enver Paşa ve arkadaşlarının yaptığı gibi, bilgiye dayanmadığı için akılsızca olan dış politikalarıyla ülkemizi tam bir ateş çemberiyle çevirmeyi becerdiler. Üç komşumuzla (Suriye, Yunanistan, Güney Kıbrıs) savaş arifesindeyiz.
Tarihinin her döneminde bizi desteklemiş olan bir uzak komşumuz olan İsrail’i kendimize düşman etmeyi becerdik; o kadar ki, ona karşı da savaş naraları atılmaya başladı. Irak ile ilişkiler ABD’nin himmetinde. Bazıları ABD’nin bizi eskiden de Almanlarca denenmiş (ve fos çıkmış) bir Sünnî cephe liderliğine soyundurmaya niyetlendiği için İsrail krizini aslında uzaktan seyrettiğini söylüyor.
Onun için, Şiî komşumuz İran bizi tehdide başladı.. Ya bu arada ABD’de Yahudi lobisi desteğini çekip bir de ABD’ye Ermeni tezlerini tanıttırıverirse? ABD bir taşla iki kuş vurmuş olmaz mı? Eski Başbakanımız Mısır’dan Gazze’ye gitmek isterken, Sünnî Mısır “haydi oradan” deyivermişti. Bizimki de “gitmeyeceğim” demek zorunda kalmıştı.
Sevgili okuyucularım: Atatürk döneminde zamanın en güçlü ülkesi İngiltere’nin Kralını, hem de o muazzam devleti askerî ve diplomatik olarak yendikten sonra, ayağına getiren Türkiye, Osmanlı hayranı AKP ile burnunu tam bir diplomasi ve dış politika duvarına çarpmış durumda. Burnumuz kanamaya başladı, farkında bile değiliz. Umarım yakında kaşınmaz.
Ama işte tüm bunların sorumlusu, okullarda Tayyip Beylere, Bay Sıfır Problemlere ve bu arada tabii muhalefetteki siyasetçilerimize de verilen zırva tarih eğitimidir. O nedenle bu kişiler Türkiye’yi bir masal dünyasında yönetiyorlar. Sanıyorlar ki, mektepte kendilerine öğretilen safsata gerçektir. Sanıyorlar ki, Osmanlı dirilebilir. Bununla da kalmayarak AKP hükümetinin politikası ordumuzun da moralini bozmuş, şevkini kırmıştır.
Bu politika, diplomasi, tarih, strateji ve psikoloji bilmeyen takım Türkiye’yi alkışlar arasında bir felâkete sürüklemektedir. Durdurulmazlarsa, sonları o pek hayran oldukları Osmanlı gibi olacaktır. Ama unutmayalım: Onların sonları bizim de sonumuz demektir. Ne yazık ki onlarla aynı gemideyiz ve geminin tüm idaresini kötü eğitim almış kişilere teslim etmiş vaziyetteyiz.
“Osmanlı’da Bilim Var mıydı?”
Sorusu ve Sonuçları
Bu yazının başlığındaki soruyu yeni bitirmekte olduğum bir kitapla, rahmetli Erdal İnönü’nün ricası üzerine onun hazırladığı bir bibliyografyaya yazmakta olduğum bir önsöz yeniden karşıma getirdi.
Yazmakta olduğum kitap yakında Türkiye Bilimler Akademisi’ne teslim edeceğim bir araştırma kılavuzu. Bugünkü Türkiye ile Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yerbilimlerinin en geniş anlamıyla tarihini araştırmak isteyeceklere ulaşacakları kaynakları nerelerde bulabileceklerini gösteren bir kitap ve bu kaynakların kullanılmasında kolaylık sağlayacak bilimsel el kitaplarının ve diğer kaynakların neler olduğunu içeren bir kaynakça. Bu nedenle binlerce eser taradım. Bunların pek çoğunu zaten daha önce okumuştum; pek çoğu kendi kişisel kütüphanemde var.
Bu kaynak taraması esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan yıkılışına kadar yerbilimlerinde bir Türk’ün yaptığı tek bir orijinal katkı, insanlığın bilgi haznesine kalıcı bir ilave var mı, diye baktım. Piri Reis’in kavramsal hiçbir katkı getirmeyen Bahriye’si dışında böyle bir şey bulamadım. 19. Yüzyıl’dan itibaren Türkiye’de çalışmış yerbilimcilerin yayınlarını Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadarki süre için dikkatle inceledim, acaba tek bir Türk’e bir bilimsel teşekkür var mı diye: Bulamadım.
Tıp ve kartoğrafya gibi uygulaması hayatî önemi haiz konularda alanında Avrupa’dan madalyalar bile aldığımız biliniyor. Ama kartoğrafya bilimine bir yenilik kattık mı? Meselâ, yeni bir projeksiyon geliştirdik mi? Veya yeni bir tasvir tarzı icat ettik mi? Bu sorulara benim verebildiğim cevaplar olumsuzdur.
En geniş anlamıyla kendi alanımda, yani yerbilimlerinde Osmanlı’nın çaktığı tek bir çivi yok. Olmadığı gibi, kendi ülkesinde böyle çiviler çakmaya çalışan yabancılara en küçük bir yardım, onlarla en küçük bir işbirliği arzusu… o da yok. Örneğin, Büyük Rus gezgin ve doğa bilimcisi Prens Piyotr Aleksandroviç Çihatçof 19. Yüzyıl’ın ortasında on yıldan fazla tüm Anadolu’yu karış karış dolaşarak sekiz metin ve üç atlas cildi içeren dev bir eser yazmıştı Küçük Asya adıyla. Bu eserin ilk kitabı ülkemizin fizikî coğrafyası ve arkeolojisine (bir de atlası var), ikinci kitabı zooloji ve klimatolojisine, üçüncü kitabı botaniğine, (iki ayrı cilt ve bir atlastan oluşur), dördüncü kitabı (üç ayrı ciltten oluşur) jeolojisine, nihayet beşinci kitabı da (artı bir atlas) paleontolojisine ayrılmıştır. Ben bu önemli eserin tam bir nüshasını hiçbir kütüphanemizde göremedim. Türkiye’nin ilk doğa bilimi sentezi olan bu dev eserin dilimize hiçbir kısmı çevrilmemiştir. Koca imparatorlukta bu eserde anlatılanları merak eden ve bunu vatandaşlarına da ulaştırmak isteyen bir kişi bile yok muydu?
1890 yılında Edmund Naumann ülkemizi bir uçtan diğerine kat etmiştir. Yazdığı eser şahanedir. Bunun da tercümesi yapılmamıştır. Alman subayı Kannenberg 1897’de ülkemizin doğal kaynaklarını anlatan, pek çok şeyin Türkçe ve Yunanca dahil isimlerini de sıralayan pek enfes bir eser yazmıştır. Bu da asla tercüme edilmemiştir. Bu listeyi yüzlerce esere çıkarabilirim (20. Yüzyıl başında Anadolu yerbilimleriyle ilgili bibliyografyalara bakınız: Yüzlerce eser içinde tek bir Türk’ün eserini göremezsiniz). Yabancıların eserlerini açınız: Tek bir Türk’e bir bilimsel teşekkür bulamazsınız. Hemen hiçbirinde, hiçbir Türk’ün adı bile geçmez.
Hangi devlet ülkesini böyle bir karanlığa mahkûm etmiştir? Hangi devlet milletini böyle bir cehalet balçığına batırmıştır? Hangi devlet toplumunu böyle bir zavallılığa itmiştir? Ahmet Haşim’in anlattığı Anadolu köylüsünün taş devrinde yaşayan insandan ne farkı vardır? O taş devrindeki zavallı köylü yaşamı için mücadele verirken çevresinde yaşamını kolaylaştırabilecek bilim sahibi yabancı insanlar dolanıp eserler yazıyorlardı. Vergi verdiği, yavrularını aptalca politikalarla hep kaybettiğimiz harplerde ölsünler diye yolladığı o Devlet-i Şahâne denen rezil müessese bunlardan bir tanesini bile onun hizmetine sundu mu? Hayır! Ona hatta Pay-i Tahtında “pis Türk” diye bir de hakareti moda yaptı.
İşte şimdi bizi yöneten Osmanlı hayranı zihniyetin, o halkın yavrularına “ayak takımı” demesinin kaynağını anlıyor musunuz? Halkımıza ayak takımı diyenler, tarihimizin en karanlık dönemlerinin savunucularıdırlar. Onları kendi ellerimizle başımıza getirdik. Orada her ne pahasına olursa olsun kalabilmek, için Osmanlı’dan öğrendikleri gibi yine bizim mahkemelerimizi gidip Avrupa’ya şikâyet ettiler. Avrupa’ya yaltaklanmak yerine, o, kökü aslında bizim ülkemizin batısında olan uygarlığı alsak artık. Atatürk’ün dediği ve başlattığı gibi. Doğan Kuban Hocamızın geçen haftaki o enfes yazısında hepimize hatırlattığı gibi.