Maceraperest, şımarık ve sorumsuz, babasından kalan mirası fütursuzca harcayan, meşhur alafranga züppe Bihruz Bey’in romanı…Bihruz Bey, bir gün son derece gösterişli landosuyla eğlence yerlerini arşınlarken, sarışın güzel Periveş Hanım’ı görüp âşık olur. Landosunun ihtişamına aldanıp yüksek bir mevkiden sandığı Periveş Hanım aslında hafifmeşrep bir kadındır. Kafasındaansız romanlarından ve şiirlerinden okuduğu aşklara benzer, hayali bir aşk kurgulayan Bihruz Bey bıkıp usanmadan asil sarışınıyla tekrar buluşacağı günü bekler.Türk Edebiyatı’nın ilk gerçekçi romanlarından biri olan Araba Sevdası, İstanbul’un Batı’ya özenen sosyete yaşamını komik ve alaycı bir dille ele alır. Recaizade Mahmut Ekrem, son dönem Osmanlı’da Batılılaşma hareketiyle birlikte yaşanan değişimi Bihruz karakteri ile ironik biçimde anlatır.
BİRİNCİ BÖLÜM
I
Üsküdar’dan Bağlarbaşı yolu ile Çamlıca’ya gidilirken Top-hanelioğlu’ndaki dört yol ağzından aşağı yukarı yüz adım ileriye bakılacak olursa, o geniş şosenin sonunda ve tam ortasında, etrafı bir buçuk arşın kadar yüksek duvarlarla çevrili bir ağaçlık görülür.
Bu ağaçlığa varıldığı zaman şose sağa ve sola olmak üzere iki kısma ayrılır. Duvarla çevrili olan ağaçlığın büyücek bir kapısı vardır ki, tam iki yolun birleştiği yerin ortasmdadır.
Sağ ve soldaki yollardan hangisine gidilecek olursa karşı tarafı yine aynı ağaçlıkla çevrilidir. Ağaçların yanındaki duvar alçacık olduğu için, hayvanlar ve bilhassa insanlar üstünden aşmasın diye, boydan boya teller uzatılarak ayrıca muhafaza altına alınmıştır.
Hafif meyilli birer yokuş üzerindeki bu yollardan normal yürüyüşle dört beş dakika kadar gidilince daima duvarla çevrili olan ağaçlık, bir meydancıkta sona erer. Ağaçlığın burada da cephede aşağıdakine paralel bir kapısı vardır. Yukarıdan kuşbakışı olarak bakıldığı taktirde huni şeklinde görünecek olan ağaçlık burada bitiyorsa da iki yol yine birleşmez. Meydancığın otuz adım kadar ötesinde, epeyce geniş ve yüksek bir set üzerinde, eski zaman işi binaları taklit suretiyle yapılmış enli saçaklı, tek katlı bir bina ile bunun etrafında bazı büyücek ağaçlar vardır. Onun üst tarafında başka bir setle başlayan yerde ise birtakım meşe ve servi ağaçlarıyla, zamanında nasılsa kırılmayıp kalan ve oranın “Sarıkaya” adıyla anılmasına sebep olan iri iri sararmış kayalar ve inişli yokuşlu terk edilmiş bir mezarlık vardır. Geçtiğimiz meydancıktan buraya kadar olan mesafe aşağı yukarı beş dakika kadar sürer.
Bu mezarlık da geçildikten sonra iki yol hem birleşir, hem de düzleşir. Buradan yine beş dakika kadar yürünürse artık Çamlıca Dağı’nm eteğinde Kısıklı Köyünün çarşısına varılmış olur.
Buraya çıkıncaya kadar yorulmadıksa yine aşağı doğru inelim de hududunu ve önemli noktalarını belirttiğimiz yeri inceleyelim. Bu incelemeye de bittabi yine sabıkalı ağaçlıktan başlayacağız.
Burası Çamlıca Bahçesi adıyla İstanbul’da en önce düzenlenen ve halkın istifadesine açılan parktır. Birkaç zamandan beri halkın buraya rağbeti azaldığı için birçok günler kapıları kapalı durur.
Yazın ve bilhassa ilkbaharla sonbaharda bu bahçeyi açtırıp da aşağıdaki kapıdan içeri girer ve birkaç adım ilerledikten sonra etrafınıza alıcı gözüyle şöyle biraz dikkatlice bakarsanız, büyük, bayındır ve gerçekten gönül açıcı bir bahçe olduğunu derhal anlarsınız.
Bahçenin sadece meydana getirildiği tarihte güzel görünmesi fikriyle değil, yıllar gelip geçtikçe ilerde de ağaçların, ormanların büyüyerek alacakları şekle göre, güzelliğini daha da artırarak muhafaza etmesi düşüncesiyle, usta eller tarafından, büyük bir titizlikle düzenlendiği ilk bakışta hemen belli olur. Bu kadar güzel bir bahçeyi meydana getirmek için gayret sarf eden zevk sahibi insanları takdir etmekten kendinizi alamazsınız.
Dışarının araştırıcı bakışlarını kesmek için de, kenarlara gayet kısa ve düzgün aralıklarla dikilip gereği gibi geliştirilmiş ve dal budak salıvermiş salkım, aylandız, at kestanesi gibi koyu gölgeli ağaçlarla orta kısımlarda yer yer dikili çınar, kavak, manolya, salkım söğüt ve benzeri türlü türlü, renk renk ağaçların ve bazı yerlerde, insan bakışlarının değil, güneş ışınlarının bile giremeyeceği kadar sıklaşmış ormancıklarm etrafında dolaşır ve bunların hepsini birbirinden daha güzel, daha gönül çekici bulursunuz.
Biraz daha ilerleyince, bir düzlüğün ortasında üstü kapalı, etrafı açık kameriyemsi bir şey ve bazı kenar yollar üzerinde kulübe tarzında muntazam ufak ufak binalar görürsünüz. Bunlardan kameriyeye benzeyen şeyin, önemli günlerde çalmak ve okumak için getirtilecek saz takımına mahsus bir yer ve o kulübeciklerin de yiyecek içecek satışı için yapılmış birer büfe olduğunu anlar, bunları da beğenirsiniz.
Biraz daha ilerleyince büyük bir göl, onun ortasında şirin bir adacık ve bu adanın kıyı ile irtibatını sağlamak üzere, düzensiz bir şekilde, gelişigüzel yapılan ve ilk bakışta insana tabiiymiş hissini veren çitten köprüler gözünüze çarpar. Adanın üstünde yine işlenmemiş ağaç dallarından ve kütüklerden yapılmış zarif bir köşk görürsünüz. Bunlar da son derece hoşunuza gider. En yukarıdaki kapıdan çıkarak mimli meydancığı geçtikten sonra, set üzerinde yükselen deminki binaya biraz dikkatlice bakarsanız bunun bir gazino olduğunu hemen anlar ve bu bahçenin her bakımdan mükemmel bir park olduğunu tasdik edersiniz.
2
Şu birkaç satırla kabataslak tarif ve tasvir edilen Çamlıca Parkı, o zamanlar şimdiki gibi ıssız, sessiz ve hüzünlü değil, çok şenlikli, çok neşeli, kalabalık bir eğlence yeriydi.
Çok emek sarf edilerek meydana getirilen bu parkın nihayet 1870 ilkbaharında halkın istifadesine açılacağı söylentisi ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu ilgi çekici haber, eğlence düşkünü birtakım
İstanbul gençleriyle bu gibi eğlencelere, yaratılışları gereği, erkeklerden kat kat düşkün olan hanımları harekete geçirdi. Âdeta birbirleriyle yarışırcasına elbise ve süsle ilgili hazırlıklara başladılar. Parkın açılma günü yaklaştıkça bu hazırlıklar da gittikçe hızlanıyordu. Birçok aile her günün her saatinde, hatta mehtaplı gecelerde bu eğlence yerinden daha fazla faydalanabilmek için Çamlıca, Bulgurlu, Kısıklı, Tophanelioğlu ve Bağlarbaşı taraflarında köşkler, evler kiralayarak daha şimdiden buralara taşınmaya başladılar.
Nihayet, o yılın mayıs ayı başlarında Çamlıca Parkı törenle açıldı. Dinlenme ve gezintiye mahsus olan cuma ve pazar günleri Beylerbeyi, Üsküdar, Kadıköy gibi Çamlıca’ya civar sayılan yerlerden başka, İstanbul’un en uzak semtlerinden, Boğaziçi’nden ve diğer yerlerden arabalar, hayvanlar ve kayıklarla, hatta yaya olarak gelen kadınlı erkekli insan selinin parka akışı gerçekten görülecek şeydi.
Etrafı bir çeyrek saatte ancak dolaşılabilen park, o kadar genişliğine rağmen bu kalabalığı almıyor; onun için halkın bir kısmı kapıdan girdikçe içerdekilerin diğer bir kısmı öteki kapıdan çıkmak zorunda kalıyordu. Böylece gerek yukarıdaki kapıdan, gerek aşağıdaki kapıdan arka arkaya durmadan girip çıkan kalabalık -benzetme biraz kabaca ise de- büyük bir arı kovanını andırıyordu. Arı kovanından farkı, arıların bal alacakları renk renk çiçeklerin de içeride bulunmasıydı… İçeride kalanlardan -alafranga bir deyimle-taife-i lâtifeye1 mensup olanlar, ilkbahar çiçekleriyle yarışırcasına en parlak, en göz alıcı renkler içinde ve üçü beşi bir yerde çiçekler gibi iki taraflarına salınarak gezinirler ve onlardan bal almak hevesiyle birtakım genç beyler de çiçekten çiçeğe konan arılar gibi, bunların arasında ikişer ikişer dolaşıp dururlardı.
Parkın dışarısına gelince, o kadar başka bir âlemdi: İçlerinde süslü hanımlar, şık beyler bulunan birkaç yüz araba, parkın etrafını kuşatarak aktif bir zincir gibi birbiri ardınca biteviye dolaşırlardı.
Gerçi o tarihte parkın ağaçları henüz pek küçük, ormanlar ise pek seyrekti. Bununla beraber, bahçeleri süsleyen güzel manzaralı ağaç, çiçek ve çimenlerin her çeşidi bol bol mevcuttu. Bunlardan başka, zarif köşkler ve havuzlar seyredenlerin gözlerini okşuyor, burasını bir kat daha güzelleştiriyordu. Dolaşmaktan yorulanların oturup dinlenmeleri için yolların iki tarafına renk renk birçok banklar konmuştu. Bütün bu çekici şeyler, İstanbul’un diğer gezinti yerlerine karşı halkın rağbetini azaltıyor; en uzak semtlerde oturanları bile buraya çekiyordu. Cuma ve pazardan başka günlerde ve bazı mehtaplı gecelerde bu park, nihayetsiz bir insan seliyle dolup dolup boşalıyordu. Hulâsa, daha önce de belirtildiği veçhile, Çamlıca Parkı o devirlerde şimdiki gibi ıssız, sessiz ve hüzünlü değil, bilâkis çok neşeli, çok eğlenceli bir yerdi. Bugünkü ihtiyar ağaçlar vaktiyle birer taze fidandı; en hafif rüzgârla nazlı nazlı sallanarak birbirleriyle öpüşür gibi dudak dudağa gelirler, birbirleriyle sanki gizli bir şeyler fısıldaşırlardı…
3
O senenin haziran ortalarına doğru sıcaklar günden güne şiddetini artırdı. Sıcaklar ziyadeleştikçe park serinleşiyor ve kalabalıklaşıyordu. O sıralarda bir perşembe gecesi çıkan fırtınanın arkasından sabaha kadar devam eden yağmur, havayı temizleyip serinleştirmiş, tozları tamamen bastırmış; dağlara, bağlara da yeni bir tazelik vermişti. Ertesi gün cuma idi. Saat sekiz sularında2 park, o güne değin eşi görülmedik bir kalabalıkla dolmuştu.
Ziyaretçilerin birçoğu -kadınlar ayrı, erkekler yine ayrı olarak-üçer beşer gruplar halinde parkın içinde aşağı yukarı geziniyorlar; bir kısmı da yol kenarlarında ve tarhların arasındaki banklara oturarak çalgıcıların, o zamanlar İstanbul’da pek moda olan Belle Helene operasından çaldıkları havaları dinleyerek gezinenleri seyrediyor ve eğleniyorlardı.
Bu seyircilerin içinde, tahminen yirmi üç, yirmi dört yaşlarında, toparlak yüzlü, saz benizli, elâ gözlü, siyah saçlı, az bıyıklı, kısaca boylu, gayet şık giyinmiş bir bey görülüyordu. Bulunduğu yer aşağıdaki kapıya yakın ve kapıdan girip çıkanları görmeye gayet elverişliydi. Bir masanın iki yanındaki sandalyeden birisine kendi kurulmuş, ötekine de pardösüsünü güya gelişigüzel atıvermişti. Pardösünün yakasının iç tarafındaki Terzi Mir3 markası, yakından geçenlerin gözlerine derhal çarpıyordu.
Masanın üzerinde bir tepsi içinde görülen bira bardağı, hemen bir saatten beri, geldiği gibi dolu durmaktaydı. Bu genç ve şık bey ise oturduğu yerde, sol ayağı üzerine atmış olduğu sağ ayağını müziğin ahengine uygun bir hareketle mütemadiyen oynatıyor, o ayağı pek de küçük olmadığı halde ziyadesiyle zarif, ziyadesiyle biçimli gösteren Heral4 işi parlak rugan iskarpininin sivrice burnuna elindeki bağa saplı ve sapının üstünde M. B. harfleri okunan gümüş markalı bastonu ile durmadan vuruyor, üç beş dakikada bir kere uçları altınlı bir siyah ipek şeride bağlı mineli saatini beyaz yeleğinin cebinden çıkarıp baktıktan sonra sabırsızlık ifade eden bir hareketle yerinden fırlayarak kapı tarafına doğru beş on adım gidiyor, sonra yine sandalyesine dönerek önceki vaziyetini alıyordu. Delikanlının bu haline dikkat edenler, birisini sabırsızlıkla beklediğini derhal anlarlardı.
Muhteşem Bihruz Bey, eski vezirlerden rahmetli (……)Paşa’nm
oğludur.
Valilikten valiliğe nakledildiği için on beş sene kadar İstanbul’a hiç ayak basmamış olan babasıyla birlikte o da memleket memleket dolaşmış, bu müddet zarfında hiçbir tahsil görememiş, o yaştaki çocuklara birinci derecede lüzumlu olan bilgiyi on altı yaşma kadar elde edememişti. Nihayet babası son valiliğinden ayrılarak İstanbul’a gelince, küçük beyin bir rüştiyeye5 konulmasına nasılsa
yardımcı olundu! Aradan henüz altı ay geçmemişti ki, (……) Paşa
yine bir vilâyet valiliğine tayin edilerek İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Fakat bu defa Bihruz Bey öğreniminden geri kalmasın diye annesiyle beraber İstanbul’da bırakıldı.
İki yıl sonra, Paşa bu son vazifesinden de uzaklaştırılarak İstanbul’a geldiği zaman, küçük beyi ara cümleden, imlâdan, kıraatten biraz imtihan ederek bilgisini kendince yeter derecede buldu. Hiç değilse öğrenimini bitirip bir rüştiye diploması alıncaya kadar okula devam ettirmeye gerek görmedi. Çocuğu kendi arzusu üzerine Babıâli kalemlerinden birisine yerleştirdi. Beyefendi için öğrenilmesi artık vacip olan Fransızca ile ikinci derecede lüzumlu sayılan Arapça ve Farsça öğretmek üzere Bihruz Bey’e ayrı ayrı, maaşlı özel öğretmenler tayin edildi.
Bihruz Bey, ilk hevesle beş altı ay kadar kalemdeki vazifesine devam etti. Fransızca bir cümleyi daha doğru dürüst okumayı bile beceremediği halde, kulaktan dolma beş on kelime ile yalan yanlış güya Fransızca konuşuyor; en alafranga genç beylerin tavır, kıyafet, hâl ve hareketlerini bir maymun ustalığıyla taklit etmekte gerçekten büyük başarı gösteriyordu.
Bihruz Bey, anasının babasının biricik evlâdı olduğu için zaten pek şımarık büyütülmüştü. Paşanın zenginliği, oğlunun her istediği şeyi kolayca elde edebilmesine elverişli olduğu gibi, gençlik icabı bazı aşırı temayülleri de hiçbir taraftan dizginlenmediği için, BabIâli’deki görevine gidip gelmeyi günden güne seyrekleştirmeye başlamıştı.
Kaleme gitmediği günler ise saçlarını kestirmek, terziye elbise ısmarlamak, kunduracıya ölçü vermek gibi hiç eksik olmayan vesilelerle Beyoğlu’nda, ötede beride vakit geçirir; cumaları, pazarları da sabahleyin özel öğretmenleriyle yarımşar saat ders müzakeresinden sonra evden fırlar, o mesire senin, bu mesire benim akşama kadar haylaz haylaz sokakları arşınlar dururdu.
Babasıyla birlikte vilâyetlerde bulunduğu günlerde en büyük zevki -sırmalı elbiseler içinde, midilli veya at üstünde- arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu cici Bey, İstanbul’a geldikten sonra üç şeye merak sarmıştı: Birincisi araba kullanmak, İkincisi alafranga beylerin hepsinden daha şık, daha süslü gezmek, üçüncüsü de Beyoğlu’ndaki tatlısu Frengi berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla, başını gözünü yararak, Fransızca konuşmak…
Kışları Süleymaniye’deki konaklarında, yazları da Küçük Çam-lıca’daki köşklerinde otururlardı. Kendisi gibi asil geçinenlerin rağbet göstereceği hiçbir gezinti yeri yoktu ki bu küçük Bey, en son modaya uygun giyinmiş olduğu halde, bazen yağız, bazen kır bir çift at koşulu dört tekerlek üzerinde, üstü ve yanları açık, süslü bir peykeden ibaret olan ve seyis oturmaya mahsus yeri arka tarafında bulunan arabasıyla orada boy göstermesin…
Kış ortasında, mesela zemheri içinde, bir açık hava görünce, sırtında sadece süse zarar vermemek düşüncesiyle giyilmiş dar ve incecik bir ceket, yine sadece şık görünmek arzusu ile dizlerinin üstünde bir kadife örtü bulunduğu halde Beyoğlu Caddesi’nde, Kâğıthane yollarında araba kullanmak hevesiyle, en şiddetli poyrazın karşısında tiril tiril titreyen Bihruz Bey, yazın da mesela ağustos ortasında, otuz, otuz beş derece sıcak günlerde Çamlıca, Haydarpaşa, Fenerbahçe yollarında yine o hevesle, en kızgın güneşin altında haşım haşım haşlanır, fakat bu işkenceleri kendisi için en büyük zevk sayardı. Bihruz Bey her nereye gitse, her nerede bulunsa maksadı görünmekle beraber etrafı da görmek değil, yalnız ve sadece kendini göstermekti.
Nihayet (……) Paşa’nm ölümü üzerine bu züppe oğlan birden
yirmi sekiz bin liralık bir mirasa konarak hareketlerinde de serbest kalınca büsbütün “ne oldum delisi” oldu. O koca serveti en kısa zamanda silip süpürecek müthiş bir sefahat âlemine daldı. Çünkü annesinin bu çocuk üzerinde öteden beri en küçük bir otoritesi yoktu. Kocasının ölümü ile oğluna ve kendisine kalan büyük servetin iyi bir şekilde idaresi için yakın akrabadan bazılarını işe karıştırmak gibi tedbirlere başvurduysa da iyi bir sonuç elde edemeyeceğini çabuk anladı ve bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Üstelik oğlunu da tamamen kendi havasına bırakmak zayıflığını gösterdi. Fazla olarak delikanlıya o bakımdan da sıkıntı çektirmemek düşüncesiyle, evin mutfak masraflarını ve işlerinde alıkoydukları bazı emektar adamların aylıklarını kendi gelirlerinden ödemeye razı oldu.
Mirasyedi beyefendinin kendi sefahat masraflarından başka hemen hiçbir masrafı yoktu. Eline her ay yüz elli altın kadar para geçtiği halde yine de sefahatine yetmiyordu.
O sıralardaydı ki, beyin Arapça ve Farsça özel öğretmenleri, artık soğuk karşılanmaya başladıkları için birer birer konaktan ayaklarını kestiler. Yalnız Mösyö Piyer adındaki özel Fransızca öğretmeni, beyin nabzına göre şerbet veren kurnaz bir ihtiyar olduğundan, onun eskisi gibi derslere devamına müsaade edildi ve hatta dört altından ibaret aylığı da altı liraya çıkarıldı.
Hemen bütün mirasyedilerin düşündüğü gibi Bihruz Bey de babadan kalma serveti yemekle bitmez tükenmez sanıyor, har vurup harman savuruyordu. Sonunu hiç düşünmeksizin uluorta giriştiği ölçüsüz harcamaya önce paralardan başlandı. Para suyunu çekince, İstanbul tarafındaki en az gelir getiren dükkânlar birer birer defedildi. Daha sonra Beyoğlu’ndaki önemli mağazalara sıra geldi. Bunlar da elden çıkarıldı. Gelir namına Galata’da bir han kalmıştı. Nihayet o da okutuldu. Mülk olarak kala kala Süleymaniye’deki konakla Küçük Çamlıca’daki köşkten başka bir şey kalmamıştı. Bu malî çöküntüye rağmen Bihruz Bey, dalmış olduğu sefahat bataklığında arabasıyla, debdebesiyle ve etrafını saran dalkavuklarıyla yuvarlanıp gitmekte hâlâ devam ediyordu. Çünkü annesinin renk renk kadife mahfazalar içinde çekmeceleri süsleyen mücevherlerine henüz el sürülmemiş, yine valide hanımın şahsına ait diğer beş on parça emlâkine henüz dokunulmamıştı.
5
Çamlıca Parkı’mn açılacağını herkesten önce haber alan Bihruz Bey, daha mart başlarında annesini zorlaya zorlaya sayfiyeye taşınmaya razı etmiş, Küçük Çamlıca’daki köşke taşındıklarının ertesi günü hemen Jarden Poblik’e (umumî bahçe, park) koşarak içini, dışını alıcı gözüyle incelemiş ve burasının pek alamod (modaya göre, son moda) ve bilhassa şıklığını, alafrangalığını en kör gözlere bile göstermeye pek favorabl (elverişli, uygun) bir promönad (gezinti) yeri olabileceğini anlayınca ekipajmı (araba takımı) biraz daha süslemek için, Beyoğlu’nda tedarik ettiği bazı vasıtalarla Bender Fabrikası6 üretiminden gayet hafif ve zarif bir
araba ile mevcut atlarından ikişer parmak daha boylu bir çift talimli Macar araba hayvanı ısmarlamıştı.
Araba ile hayvanlar, parkın açılışından iki hafta sonra gelip yetişti. Bihruz Bey de hemen o haftadan itibaren her cuma ve pazar günü parkta boy göstermeye başladı.
Araba gerçekten o senenin moda rengi olan gayet açık tatlı sarıya boyanmıştı. İki yanında büyük, süslü ve yaldızlı harflerle M.B. markası okunuyordu. Tekerleklerinin çubukları incecik, fakat kendisi fazlasıyla yüksek, zarif, göz alıcı ve halk deyimiyle kız gibi bir şeydi.
Macar atlarının en güzellerinden olan kır hayvanlara gelince; Bunların da gerek boyları, gerekse renkleri arabaya son derece uygun olduğu gibi koşum takımı da tabii ki en iyisindendi.
Mevsimin modasına göre bazen koyu, bazen açık renkte gayet dar elbisesi, bal rengi eldivenleri, ufarak fesiyle yan taraftan yüzünün yarısı frenk gömleğinin dimdik duran yüksek yakasıyla örtülmüş, bileklerinden aşağı ellerinin yarısından fazlası yine o gömleğin enli ve kolalı manşetleri içinde saklanmış olduğu halde, Bihruz Bey arabanın daima seyis yerinde bulunarak hayvanların terbiyesini tutar; parlak düğmeli lâcivert ceketi, malta renginde açık ve dar pantolonu, diz kapaklarına kadar çıkan uzun konçlarının yukarıdan tersine kıvrılmış tarafı beyaz, oradan aşağısı siyah çizmeleriyle kurum kurum kurulur; beyinkinden daha açık kırmızı büyücek fesiyle seyis de kendine mahsus yerde oturur, beyefendinin hareketlerine dikkat ederdi.
Bunun için Bihruz Bey’in ekipajı -yukarıda tarif edildiği gibi-birbiri ardı sıra parkın etrafını biteviye dolaşan hareketli zincirin birinci övünç halkası sayılmaya lâyıktı.