İşittiğini tanımlamaya kalkışsa, ufak tefek, zayıf bir gövdenin çıkarabileceği bir ses bu, derdi… Derviş’e öyle geldi ki, bir soru soruyordu bu ses. “Ellerim nerede?” diyordu sanki. “Kollarım, bacaklarım nerede, göstersene, içim nerede?” Arılar çoktan başının etrafında dönmeyi bırakıp arkasındaki bir dala konmuş ama Derviş fidan tarlasının ortasında kasılıp kalmış, beyninde uğuldamaya devam eden bu sesi dinliyor, aslında aynı anda için için Zahide’yi aradığını biliyor, onun kulağına eğilip bir yol göstermesini, gösteremese de “Ne yapacaksın Derviş?” diye sormasını bekliyordu.
Kavgalar, patlamalar, köye getirilen cenazeler… Suna’nın Deniz’e olan aşkı… Büyük sözler, insanın kalbini ve ruhunu cendereye sokan ebeveynler… Tahakkümle hesaplaşan genç isyanlar. Uykusuz bir Derviş, konuşulan Berkin, usul usul Alevi türküleri… Şimdiki zamanın siyaseti, harareti ve bitimsiz deveranları…
Anne kokusu, toprağın nemi, karbonatlı çay ve tütün kokusu, aşk kokusu; buhar, sabun ve ter kokusu… Yanık et, kan ve lağım… Arı Fısıltıları, dünyanın kokusunu anlatıyor.
Menekşe Toprak, yaşamın beyhudeliğini maharetle anlatırken arıların fısıltısına kulak kesiliyor. Duygun, öfkeli ve aşk dolu…
İÇİNDEKİLER
Birinci Gün………………………………………………………………………………………………………………..7
I Hafiflik …………………………………………………………………………………………………………………….9
II Uzak mı uzak bir yerde………………………………………………………………………………13
Rüya………………………………………………………………………………………………………………………..15
Bir inançsızın vasiyeti…………………………………………………………………………………21
III Suna’nın geri dönüşü…………………………………………………………………………………….31
IV Zahide…………………………………………………………………………………………………………………….35
V Yeni kraliçenin egemenliği………………………………………………………………………..41
Helva ………………………………………………………………………………………………………………………42
Soğuk bir kütle …………………………………………………………………………………………………48
VI Suna’nın arayışı……………………………………………………………………………………………….49
VII Ateşin anlamı üzerine ………………………………………………………………………………….53
Zahide’nin yalnızlığı…………………………………………………………………………………….54
Gecenin sesi………………………………………………………………………………………………………..56
VIII Suna’yı seven çocuk……………………………………………………………………………………….63
İkinci Gün………………………………………………………………………………………………………………..73
I Eski kraliçenin yazgısı………………………………………………………………………………..75
Küçürek köyün öğrendikleri…………………………………………………………………….76
II Helallik meydanı…………………………………………………………………………………………….81
III Arı ile beşerin eli……………………………………………………………………………………………..85
Huzursuz misafir…………………………………………………………………………………………….86
IV Karşı kordonda bir Deniz………………………………………………………………………….94
Üçüncü Gün………………………………………………………………………………………………………..105
I Veda ……………………………………………………………………………………………………………………..107
II Fidanlar ve fısıltı………………………………………………………………………………………….115
III İncinen ruh……………………………………………………………………………………………………….121
IV Dağın ardındakiler……………………………………………………………………………………..125
Dördüncü Gün………………………………………………………………………………………………..133
I Derviş’in kaçışı………………………………………………………………………………………………135
II Unutuluşa dair………………………………………………………………………………………………143
III Ağırlığa dair……………………………………………………………………………………………………147
İzcinin hikâyesi……………………………………………………………………………………………..150
IV Nihayet eve varmak……………………………………………………………………………………155
Beşinci Gün………………………………………………………………………………………………………….161
I Arı fısıltıları…………………………………………………………………………………………………….163
II Yürümenin düşüncesi…………………………………………………………………………………169
III Arının hezimeti……………………………………………………………………………………………..173
Şimdi ne yapacaksın Derviş?………………………………………………………………..174
Altıncı Gün…………………………………………………………………………………………………………..181
I Kıble……………………………………………………………………………………………………………………..183
II Bu bir hafiflik değil…………………………………………………………………………………….189
Yedinci Gün………………………………………………………………………………………………………..195
Razı olmak ya da olmamak………………………………………………………………………………….197
Birinci Gün
Dağlardan esen rüzgâr
Dumanı iletin hele!
Rüzgâr saf, çocuk gibi
Kötülük olduğun ne bile?
– Behçet Necatigil, “Duman”
1
Hafiflik
Bunun bir öncesi vardır, mutlaka olmalı. Altları dümdüz bir cetvelle çizilmiş gibi duran bu puf bulutlara ve bulutların altında güneye doğru süzülen kuş sürüsüne tutunmuşsa, bu tutunma sebepsiz ve evveliyatsız olmamalı. Ama öyle. Hafif, ilgisiz, varsa bir ağırlığı, bu ağırlıktan kurtulmuş, şehri izliyor. Kesişen iki bulvarı, hareket halindeki insanları, trafiği, kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile atlayan trafik ışıklarını. O trafiğe uzaktan yaklaşan cankurtaranları seçiyor. Cankurtaranlarda bir telaş… Bulvarı kesen bir ara sokağa sapıyor hemen. Küçük bir kız bir balkonun parmaklıklarına yaslanmış, dalgın ve hüzünlü ama bu hüznün içinde kaybolmaktan sanki mutlu, bir şarkı mırıldanıyor. Bir kadın bir balkonda çamaşır asıyor, yaşlı bir kadın pencerenin denizliğinde uyuklayan bir kediyle konuşuyor, bir köpek başını yukarıya dikmiş gökyüzüne doğru havlıyor, bir söğüt ağacının dalında bir çift serçe gagalarıyla yuvalarına son şeklini veriyor. Ötelerde kol kola yürüyen üç kız bir futbol sahasının önünden geçerken yavaşlıyor ve sahada koşarak idman yapan genç adamlara bakıyor. Gençlerin hareketleri canlanıyor kızlar böyle bakarlarken, terli başları dönüyor, yüzleri ışıldıyor.
Bacaklar daha havalı şimdi, ayaklar daha kararlı basıyor yere, kaslar daha şevkle kasılıyor sanki. Ah, ama ne güzel. Bu hatırladığı arzu ne güzel, bu hüzün ne güzel! Bir yalnızlık ve ulaşmazlık sarıyor içini. İç nedir sahi, neresindedir insanın? Sanki daha biraz önce boşalmıştı o iç, daha biraz önce tutmak istedi onu, akmasın, dursun yerinde, gitmesin, bitmesin istedi. Öyleyse burada, bu havada işi ne, bu hafiflik neden? Sahi gök mü burası, yer mi? O kaldırımın emip etrafına saçtığı bir düşünce, bir hayal mi sadece? Bu ses. Bu çağrı. Öyle istekli, öyle içten ki.
Bir kadının sesi. Emekleyerek ulaştığı annenin kucağı. Karanlıkta nihayet yaklaşan tanıdık koku. Sonunda kavuştuğu süt dolu bir meme. Kadının yüzünü görüyor, kızıl damlalar sarı saçlarının lülelerinden akıp burnuna, burnundan çenesine damlıyor. Kadının yakasından dışarıya çıkmış etiketin parmaklarını nasıl gıdıkladığını hatırlıyor. Elini hatırlıyor, kolunu, tenini, o ani tarifsiz acıyı; dibe, en dibe çekiliyormuş gibi bir duygu uyandıran baş dönmesini, susamışlığı ve nihayet korkuyu. Biri tutsa da kadının kucağındaki başa ait kolu eski yerine, eldeki eksik parmakları yerli yerine geçirse, akanı yeniden içe verse, etleri yeniden bütününe, üstünü başını temizleyip eski güzelliğine, kendini tam da en güzel hissettiği o ana kavuştursa. Kalabalığın arasında genç bir adam koşuyor. Bir elinde bir pet şişe, bir elinde bir simit, kalabalığı yarıyor.
Sırt çantası sanki ondan daha telaşlı, çantanın fermuarındaki renkli püskülle beraber bir sağa bir sola, yukarı aşağı zıplıyor. “Susamam geçti Deniz!” diye bağırıyor. “Dur, koşma, susamam geçti!” Ama Deniz durmuyor. Başı kadının kucağına gömülü, içiboşalmış o gövdeye doğru koşuyor. Ötelerde beyaz önlüklü iki adam, ortalarında bir sedye, tıpkı Deniz gibi kalabalığı bölerek yol arıyor, aceleyle aynı gövdeye ulaşmaya çalışıyor. Umutla, istekle arkalarına düşüyor Suna da. Birden bir gaz bulutu yükseliyor, sarıya çalan bir su fışkırıyor, kalabalık birbirini eze eze dört bir yana savruluyor, beyaz önlüklü adamlar dengelerini yitiriyor ve ellerindeki sedye yere yuvarlanıyor. Deniz, kadın, gövde, kırmızı lekeler, kızıllığı emen ıslak kaldırım seçilmez oluyor. Ama gaz bulutunun altında kaybolan o gövdeye bakınıyor yine de Suna. Tek bir düşüncesi var: Onu bulup ayağa kaldırmak, Deniz’le yürüyüp bu cehennemden çıkmak, sonra otobüse binip Deniz’in kasabasına, o kasabanın karşısındaki kaplıcalarda kendisini bekleyen annesine, olmadı, başka bir otobüse binip evine geri dönmek.
…