“Arıcının Çırağı; hâlihazırda Sherlock Holmes hayranı olanları yeterince memnun edeceği gibi, şüphesiz kendine yeni okurlar da kazandıracak.” School Library Journal
“Orijinal ve eğlenceli muazzam bir üslup – başından sonuna kadar sizi içine çekiyor!” Booklist
Tanıdığımız Sherlock Holmes; dâhiyane fikirleri, zekâsı ve pek çok olayın perde arkasındaki gizemi çözmekte üstüne olmayan şahsiyetiyle bir ekol… Bir gün emekli olup da bir kasabada arıcılıkla uğraşacağını duysanız inanır mıydınız? Evet, doğru duydunuz!
Yıl 1915… Sussex’te bir çiftlik evinde arılarıyla karşımıza çıkıyor dâhi dedektif Sherlock Holmes. Ta ki yakın zamanlarda öksüz kalmış, en az kendisi kadar zeki ve bir o kadar da kendini beğenmiş küçük Mary Russell hayatına girip onu etkileyene kadar…
Ondaki ışığı gören Sherlock, bildiği her şeyi öğretiyor Mary Russell’a; bir ipucunun peşine düşüp büyük resmi görmeyi, bulguları birleştirip bir şüphelinin peşinde iz sürmeyi, kılık değiştirip kendini gizlemeyi ve uzun zamandır unuttuğu içindeki o yılların kıpırtısını… Bir usta-çırak ilişkisi olarak başlayan bu ilişki, kısa sürede muhteşem bir ikilinin soluksuz maceralarına dönüşüyor.
Evet, Sherlock’un yeni sağ kolunu takdim etmekten onur duyarız; Mary Russell!
The New York Times Bestseller yazarı Laurie R. King, “20. Yüzyılın En İyi Polisiye Romanı” ödülünü kazanan Arıcının Çırağı ile sizi tamamıyla yeni maceraların peşinde iz sürmeye davet ediyor!
Takipte kalın! Bu ikilinin ismini yeni kitaplarla daha çok duyacaksınız!
BİR
Kılıksız İki Tip
Kendimizinki dışında sahici bir zekânın belirtisini keşfetmek;
Robinson Crusoe’nun, adasının kumlarında bir insan
ayağının izini gördüğünde hissettiklerine
benzer bir hisse kapılmamızı sağlıyor
Sherlock Holmes’a ilk rastladığımda, yani Sussex Downs’da burnumu bir kitabın içine gömmüş vaziyette yürürken ve az daha onun üzerine basacakken on beş yaşımdaydım. Kendimi savunmak adına söylüyorum ki çok sürükleyici bir kitaptı ve dahası normalde 1915’te savaş sürerken o bölgede başka birine nadiren rastlardın. Nitekim genelde benden uzak duran kuzuların ve çektiğim acılar sonucu uzak durmayı içgüdüsel olarak öğrendiğim karaçalıların arasında dolanarak geçirdiğim yedi hafta boyunca daha önce kimsenin üstüne basmamıştım.
Nisan ayında serin ama güneşli bir gündü ve kitap Vergilius’un bir eseriydi. Sessiz çiftlik evinden şafakta çıkmıştım ve her zamankinden farklı bir rotaya güneydoğuya, denize doğru sapmıştım. Gün ağarırken vaktimi Latince fiilleri çözmeye çalışarak, taş duvarların üzerinden farkında olmadan atlayarak ve çalı çitlerin etrafından hiç düşünmeden dolanarak geçirmiştim ve öyle ki denizi muhtemelen kalker uçurumlardan birinden düşünceye dek fark etmeyecektim. Evrende başka birilerinin de bulunduğunu, az ötemde bir erkek boğazını gürültüyle temizleyince fark ettim. Latince kitap havaya uçtu, hemen ardından bir küfür geldi. Kalbim küt küt atarken hızla toparlandım ve ayaklarımın dibindeki adama gözlüğümün üzerinden baktım.
Bu; saçları ağarmış, ellili yaşlarında, cılız bir adamdı. Başına bir kep takmıştı. Üzerinde tüvit kumaştan eski ve uzun bir palto, ayağında ise düzgün ayakkabılar vardı. Yerde, hemen yanında lime lime olmuş ordu sırt çantası duruyordu. Belki eşyalarının kalanını bir çalının altına saklamış bir berduştu, belki de eksantrik bir tipti ama çoban olmadığı ortadaydı. Bir şey söylemedi. Alaycı bir tavrı vardı. Kitabımı yerden alıp silkeledim. “Ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Burada böyle yatmış, birini mi bekliyorsunuz?” Bu soru üzerine tek kaşını kaldırıp aynı küçümseyici ve sinir tavırla gülümsedi ve yüksek sınıftan, fazlasıyla eğitimli İngiliz beyefendilerinin yaptığı gibi ağır ağır konuşmak üzere ağzını açtı.
Yüksek oktavlı, insanı âdeta ısıran bir ses; kesinlikle eksantriğin biri… “Herhangi bir yerde ‘yatmakla’ suçlanabileceğimi hiç sanmıyorum,” dedi, “çünkü bomboş bir tepede alenen oturuyorum ve kendi işime bakıyorum. Tabii beni ayaklarının altında ezmek isteyenleri savuşturmak zorunda kalmadığım durumlarda…” Bir önceki hecede yer alan r’yi bana ağzımın payını verebilmek için üstüne basa basa söylemişti. Başka bir şey ya da aynı lafları başka bir şekilde söyleseydi, üstünkörü bir özür dileyip giderdim ve o zaman hayatım bambaşka olurdu.
Fakat hiç bilmeden, aşırı hassas bir noktaya parmak basmıştı. Günün ilk ışıklarında kendimi evden dışarı atmamın sebebi teyzemden kaçmak istememdi ve teyzemden kaçmak istememin o sıralardaki sebebi de bir gece önce ettiğimiz feci kavgaydı. Tartışma, ayaklarım büyüdüğü için ayakkabılarımın artık bana küçük gelmesi yüzünden çıkmıştı; ki bu üç ay önce geldiğimden beri ikinci kez oluyordu. Teyzem ufak tefek, derli toplu, şirret, dili keskin, hazırcevap bir kadındı ve küçük elleriyle ve ayaklarıyla gurur duyardı. Bana kendimi devamlı sakar ve inceliksiz hissettiriyordu ve onun yüzünden boyum ve ayaklarımla ilgili yok yere alınganlaşmıştım.
Daha da kötüsü, sonrasında çıkan para kavgasını da o kazanmıştı. Adamın masum sözleri ve masumiyetten çok uzak tavrı yangına körükle gidip tepemi iyice attırdı. Savaşa hazırlanırken omuzlarım geri gitti, çenem havaya kalktı. Nerede olduğumu ya da bu adamın kim olduğunu hiç bilmiyordum. Onun arazisinde miydim, yoksa kendi arazimde mi; bu adam tehlikeli bir deli miydi, yoksa bir hapis kaçkını mı veyahut da bir malikâne sahibi miydi bilmiyordum ve umurumda da değildi. Küplere binmiştim. “Soruma cevap vermediniz beyefendi!” diye çıkıştım. Öfkemi ciddiye almadı. Daha da fenası, öfkemin farkında bile değil gibiydi. Sadece canı sıkılmış görünüyordu, sanki gitmemi istiyormuş gibi bir hâli vardı.
“Burada ne mi yapıyorum, onu mu soruyorsunuz?”
“Aynen öyle!”
“Arıları seyrediyorum,” dedi ve düşünceli bir tavırla tekrar yamacı seyre daldı.
Adamın tavırlarındaki hiçbir şey kelimeleriyle uyuşan bir delilik göstermiyordu. Yine de kitabımı paltomun cebine sokarken gözlerimi ondan ayırmadım. Sonra yere -ondan epeyce uzağa- çöktüm ve karşımdaki çiçeklerin arasında kımıldanan şeylere baktım. Bunlar hakikaten de arılardı; çiçekten çiçeğe dolanıyor ve canla başla bacaklarındaki keselere polenleri dolduruyorlardı. Seyrettim; tam da bu arıların kayda değer bir özellikleri olmadığını düşünürken sırtında garip bir işaret bulunan bir arının geldiğini gördüm.
Sıradan bir bal arısına benziyordu ama sırtında kırmızı bir noktacık vardı. Ne garip, bunları mı seyrediyordu yani? Benim eksantriğe baktım, şimdi havaya bakıyordu. Sonra bana rağmen ilgi gösterip arılara daha yakından baktı. Arının sırtındaki benekte bir gariplik olmadığı sonucuna vardım; hatta muhtemelen boyaydı, çünkü biri beneği biraz yana kaymış olmak üzere başka iki arı daha vardı. Sonra başka bir tuhaf şey daha gördüm; mavi benekli bir arı. Ben seyrederken kırmızı iki noktacık kuzeybatıya doğru uçup gitti. Mavi-kırmızı benekliyi ise o keselerini doldururken dikkatlice izledim ve onun kuzeydoğuya doğru gittiğini gördüm. Bir an düşündükten sonra ayağa kalktım ve koyunlarla kuzuların arasından geçip tepeye kadar yürüdüm. Aşağıdaki köyü ve nehri görünce nerede olduğumu hemen anlamıştım.
Evim buranın üç kilometre kadar uzağında kalmıştı. Dikkatsizliğim karşısında başımı acı acı salladım, bu adamla onun kırmızı ve mavi benekli arılarını düşündüm ve gitmek üzere aşağı indim. Başını kaldırıp bana bakmayınca arkasından konuştum. Ona, “Başka bir kovan arıyorsanız mavi benekliler daha iyi bir fikir,” dedim. “Sadece kırmızıyla işaretledikleriniz muhtemelen Bay Warner’ın meyve bahçesinden… Mavi benekliler daha uzakta ama onlar büyük olasılıkla vahşi…” Kitabı cebimden çıkardım, ona iyi günler dilemek için kafamı kaldırdığımda bana bakıyordu ve yüzündeki ifade karşısında ne diyeceğimi bilemedim.
Yazarlar hep söylese de insanların ağzı nadiren açık kalırdı. Aslına bakılırsa adam bu hâliyle biraz balığa benziyordu ve sanki kafamın içinden bir kafa daha çıkmış gibi bana hayretler içinde bakıyordu. Yavaşça ayağa kalkarken ağzı kapansa da bön bön bakmaya devam etti. “Ne dediniz?” “Kusura bakmayın, işitme engelli misiniz?” Bu sefer sesimi biraz yükseltip daha yavaş konuştum. “Dedim ki, eğer yeni bir kovan bulmak istiyorsanız mavi beneklileri takip etmeniz lazım; çünkü kırmızılar büyük olasılıkla Tom Warner’a ait…” “Ne işitme engelli biriyim ne de saf olduğum söylenebilir. Sadece merak ediyorum, neyle ilgilendiğimi nasıl anladınız?” Sabırsızlanıp, “Bariz belli,” dedim ama aslında çoğu insanın böyle şeylerin hiç farkına varmadığının o yaşta bile bilincindeydim. “Cebinizdeki mendil boya lekesi olmuş, silmenize rağmen parmaklarınızda da izi kalmış. Arıları işaretlemenizin tek sebebi onları kovanlarına kadar takip etmek olabilir diye düşünüyorum. Ya bal toplamak istiyor sunuzdur ya da arılarla ilgileniyorsunuzdur ama bal toplama zamanı da değil. Üç ay önce alışılmadık bir soğuk yüzünden arıların çoğu öldü. Dolayısıyla tahminimce siz bunları kendi stokunuzu yenilemek için takip ediyorsunuz.” Bana bakan yüz artık bir balığın suratına benzemiyordu.
Bilakis, bir zamanlar gördüğüm esir düşmüş bir kartalın yüzünü andırıyordu; tüm haşmetiyle tünediği yerden kendinden hakir gördüğü bu yaratığa üstten bakan, onu gri gözlerinde buz gibi bir kibirle seyreden bir kartal. Sahte bir hayretle, “Tanrım,” dedi, “düşünebiliyor!” Arıları izlerken öfkem biraz yatışmıştı ama bu hakaret karşısında sinirim tekrar tepeme çıktı. Bu uzun boylu, cılız, sinir bozucu yaşlı adam kendisiyle hiçbir zoru olmayan bir yabancıya neden böyle sataşıyordu ki? Aslında biraz da benden uzun boylu olduğu için çenemi tekrar havaya kaldırdım ve cevaben ben de onunla alay ettim. “Tanrım, birini ancak kafasına çarpılınca fark edebiliyor!” Üstüne bir de, “Ben de yaşlılar kibar olur sanıyordum!” diye de ekledim. Laflarımın etkisini görmek için geri çekilmiştim. Fakat ona bakarken öncesinde duyduğum söylentileri ve uzun süren iyileşme sürecimde okuduklarımı hatırladım. En sonunda karşımdaki kişinin kim olduğunu çıkarınca şaşırdım.
Şunu belirtmem lazım; Dr. Watson’ın dalkavukluk hikâyelerinin büyük kısmının onun bayağı hayal gücünün ürünü olduğunu düşünmüştüm. Okurun da her zaman kendisi kadar yavaş olduğunu sanıyordu. Ne sinir bozucu! Yine de biyografi yazarının saçmalıklarının ardında gerçek bir dâhi, kendi neslinin en büyük dehalarından biri vardı; bir efsane. Dehşete kapıldım; bir efsanenin karşısına geçmiş, ona hakaretler yağdırıyordum. Âdeta ağaca havlayan bir köpek gibiydim. Sindiğimi belli etmemeye çalıştım ve kendimi en kötüsüne hazırladım. Ama onun karşı atağa geçmek yerine anlayışlı bir şekilde gülümsediğini ve sırt çantasını yerden almak için eğildiğini görünce hem şaşırdım hem de korktum. Çantanın içindeki boya kavanozlarının şıngırtılarını duydum. O ise doğruldu, ağarmış saçlarını örten demode kepini düzeltti ve bana yorgun gözlerle baktı.
“Delikanlı, ben…”
“Delikanlı!”
İşte bu! Damarlarıma dolan öfke beni güçlendirdi. Evet, kıvrımlı değildim; evet, rahat ve bol erkek kıyafetleri giymiştim ama bu kadarı da fazlaydı. Korkumu ve efsaneyi bir kenara ittim; bu sefer köpek âdeta bir yetişkin gibi büyük bir kibirle saldıracaktı. Elime verdiği silahı keyifle kavradım ve ölümcül darbeyi indirmek için geri çekildim. “Delikanlı mı?” diye tekrarladım. “Büyük dedektifin aklından geriye bu kadarı kaldıysa emekli olmanız isabet olmuş!” Bu sözlerimin ardından büyük kepimi çıkardım ve uzun, sarışın örgülerim omuzlarıma döküldü. Yüzünün şekilden şekle girdiğini görünce zaferimin ödülünü almıştım. Basit bir şaşkınlığın ardından suratına hazin bir yenilgi ifadesi yerleşti ve sonra belli ki tüm konuşulanları tekrar düşünürken beni şaşırttı. Yüzü rahatladı, ince dudakları hafifçe oynadı, gri gözlerinin etrafında beklenmedik kırışıklıklar belirdi ve en sonunda başını arkaya atıp müthiş bir kahkaha patlattı.
Sherlock Holmes’un kahkahasını ilk kez duyuyordum ama o gururlu, çileli suratın elinde olmadan kahkahalara boğulduğunu görmek beni sonrasında da şaşırtacaktı. Daima hep kendine gülerdi ve bu sefer de öyle yapıyordu. Hazırlıksız yakalanmıştım. Gözlerini, paltosunun cebinden başını uzatmış mendiliyle silince mavi boya sivri burnuna hafifçe bulaştı. Sonra bana baktı, sanki beni ilk kez görmüştü. Bir an sonra çiçekleri işaret etti.
“Demek arılar hakkında bilgi sahibisiniz?”
“Çok az,” diye itiraf ettim.
“Ama belli ki ilginizi çekiyorlar,” dedi.
“Hayır.”
Bu defa iki kaşı da havaya kalktı. “Ne olur söyleyin, bu konuda neden bu kadar katı görüşlüsünüz?” “Bildiğim kadarıyla akılsız yaratıklar; ağaçlara meyve bırakmaktan başka pek bir şey yaptıkları yok. Tüm iş dişilerde; erkeklerse… Pek bir şey yapmıyor. Ve en dişe dokunanları, yani kraliçe ise kovanın iyiliği için günlerini yumurta makinesi olarak geçirmeye mecbur…” Konuya ısınarak, “Ve dengi geldiğinde, yani başka bir kraliçe ortaya çıktığında ne oluyor?” diye devam ettim.
“İkisi de kovanın iyiliği için ölümüne dövüşmek zorunda kalıyor. Arılar sıkı çalışıyor, bu doğru ama bir arının hayatı boyunca ürettiği bal tek bir tatlı kaşığı kadar değil mi? Her kovandan devamlı yüz binlerce saatlik arı işgücü çalınıyor; sırf kızarmış ekmeğe sürülsün ve mum yapılsın diye. Ama onlar akıllı, kendine saygı duyan herhangi bir ırkın yapacağı gibi savaş ilan etmek ya da grev yapmak yerine buna katlanıyor. Bana kalırsa insan ırkına biraz fazla benziyorlar.” Bay Holmes tiradım boyunca ayakta durmuş, mavi bir noktacığı izlemişti. Sözlerimi bitirince bir şey söylemedi ama ince, uzun işaret parmağını kaldırıp arının tüylü vücuduna ona hiç rahatsızlık vermeden hafifçe dokundu. Yükünü sırtlamış arı kuzeydoğuya, tahminimce oradaki koruya doğru uçup gidinceye dek, birkaç dakikalık bir sessizlik oldu. Holmes arının gidişini seyretti ve kendi kendine, “Evet, Homo sapiens gibiler hakikaten. Onlarla belki de bu yüzden ilgileniyorum,” diye mırıldandı.
…