O, kurnaz, yakışıklı, türlü zorlukların içinden sıyrılıp çıkmayı başaran, hazır cevap bir suç dehası!
O, polisi parmağının ucunda oynatan cesur bir antikahraman…
O, klasik kötü karakter klişelerini yıkıp geçen, dünyanın en centilmen hırsızı!
O, Arsen Lüpen!
Bir gemi yolculuğu esnasında çaldığı her şeyi kaybeden Arsen Lüpen, atıldığı hapishane hücresinden Baron Cahorn’a şatosunu soyacağına dair bir mektup gönderir. Dedektif Ganimard, önüne geçemediği hırsızlığın gizemini çözmeye çalışırken bir kez daha Arsen Lüpen’in inanılmaz zekâsıyla çarpışmak zorunda kalır. Dreux ailesinden çalınan ünlü mücevheri sahibine teslim eden ve Kontes d’Andillot’nun katilinden Siyah İnci’sini geri alan kibar hırsız, centilmenliğinden asla ödün vermeden pek çok maceraya karışır.
Klasikleşen kahramanı Arsen Lüpen’le hayal gücünün sınırlarını zorlayan Maurice Leblanc’tan, nefes kesen bir macera!..
BÖLÜMLER
I. ARSEN LÜPEN’İN TUTUKLANIŞI / 7
II. ARSEN LÜPEN HAPİSHANEDE / 31
III. ARSEN LÜPEN’İN KAÇIŞI / 63
IV. GİZEMLİ YOLCU / 95
V. KRALİÇENİN KOLYESİ / 121
VI. KUPA YEDİLİSİ / 149
VII. MADAM IMBERT’İN KASASI / 205
VIII. SİYAH İNCİ / 225
IX. HERLOCK SHOLMES GEÇ KALIYOR / 249
ARSEN LÜPEN’İN
TUTUKLANIŞI
Bu kadar güzel bir yolculuk için ilginç bir son olmuştu. La Provence çok hızlı ve çok rahat bir transatlantikti. Kaptanından tayfasına kadar tüm mürettebat çok nazikti. Yolcular seçkin ve hoş insanlardı. Yeni insanlarla tanışmanın mutluluğu ve birlikte geçirdiğimiz eğlenceli vakit, yolculuğun güzel geçmesini sağlamıştı. Sanki ıssız bir adada tüm dünyadan kopmuş gibiydik, sadece birbirimizle muhatap oluyorduk.
Daha birkaç gün önce tanışan insanların hemen birbiriyle kaynaşmasını siz de tuhaf bulmuyor musunuz? Sonsuz gökyüzünün altında görkemli denizin insafına teslim olmuş kişilerin dar bir mekânda birkaç gün birlikte yaşamalarını… Uyur gibi gözüken okyanusun uğursuz suskunluğuna ya da gazabına, dalgalarının korkunç saldırılarına hep beraber göğüs germelerini… Aslında yaşam dediğimiz şey bir tiyatro sahnesinden farksız. Bu sahnede gök gürültüsü de var, güneşin doğuşu da. Hem monotonluğun hem de çeşitliliğin sergilendiği bir sahne bu. Belki de bu yüzden hayat dediğimiz bu kısa yolculuğa çıktığımızda hem heyecan hem de korku doluyuz.
Son zamanlarda okyanusu gemiyle aşmak insanı daha da heyecanlandırıyor. Küçük yüzen ada artık sizi kendinizi özgür hissettiğiniz bir dünyaya bağlıyor. Okyanusun ortasında bile sizi birleştiriyor. Telsiz telgraf sayesinde. Haberler size havasız bir boşluktan, gizemli bir yolla ulaşıyor. Görünmez haberlerin gönderildiği görünmez telgraf tellerini düşleyebilir misiniz? Buradaki esrarı açıklayamazsınız, bu harika iletişimi ancak rüzgârın kanatlarına benzetebilirsiniz. İlk saatler hep bunları düşünmekle geçti. Zaman zaman ta uzaklardan gelen ve kulağımıza fısıldayan bu sesi can kulağıyla dinledik. İki arkadaşımla haberleştim. Diğerleri de geride bıraktıklarına hüzünlü ya da neşeli telgraflarını gönderdi.
İkinci gün öğleden sonra fırtına çıktı. Fransa sahillerinden beş yüz mil açılmışken bir telsiz telgraf geldi: Arsen Lüpen geminizdedir. Birinci mevkide. Sarışın. Sağ kolunda bir yara var. Tek başına. Sahte ismi R…. Aynı anda karanlık gökyüzünden korkunç bir patlama duyuldu. Telgrafın sonu bize ulaşamadan elektrik dalgaları kesiliverdi. Sadece Arsen Lüpen’in takma adının R harfiyle başladığını biliyorduk, o kadar Başka bir haber olsaydı bunu geminin kaptanı ya da komiseri kesinlikle saklardı. Ama bazen öyle olaylar olur ki bunu gizli tutamazsınız.
Daha aynı gün ünlü Arsen Lüpen’in aramızda gizlendiğini hepimiz öğrendik. Arsen Lüpen aramızdaydı! Aylardan beri marifetlerini gazetelerde okuduğumuz Kibar Hırsız, bizden biriydi. En yetenekli müfettişlerimizden Ganimard’a ölüm kalım mücadelesi verdirirken beklenmedik olayları birer maceraya dönüştüren bu gizemli adam gemideydi! Genellikle şatoları ve salonları seçen becerikli centilmen! Bir gece Baron Schormann’ın evine girip eli boş çıkan, ama kartvizitinin arkasına “Kibar Hırsız Arsen Lüpen gene gelecek, eğer eşyalar gerçekten antikaysa,” yazan adam! Arsen Lüpen, bin bir kılığa giren; yerine göre şoför, tenor, kitapçı, güçlü ve genç bir adam, ölmek üzere olan bir ihtiyar, Marsilyalı seyyar satıcı, Rus doktor ya da İspanyol boğa güreşçisi olabilen biri! Düşünsenize, Arsen Lüpen bir transatlantiğin içinde dolaşıyor. Ne diyorum ben? Gemiden de beter. Birinci mevkiin müzik salonunda, yemek salonunda ya da sigara odasında. Arsen Lüpen! Belki de şu bey… Ya da şu ötede oturan… Komşu masadaki de olabilir… Kamaramı paylaştığım kişi olamaz mı? Ertesi gün Bayan Nelly Underdown dayanamadı: “Bu iş beş gün sürecek desenize! Dayanılır gibi değil. Umarım onu tutuklarlar!”
Sonra bana dönerek, “Bay d’Andrézy, kaptanı iyi tanıyorsunuz. Siz bu konuda bir şey öğrenemediniz mi?” diye sordu. Keşke Bayan Nelly’nin merakını giderecek bir şeyler bilseydim! Bu güzel yaratık nereye gitse herkesin hayranlığını kolayca kazanabilecek bir kızdı. Güzelliği de zenginliği kadar baş döndürücüydü. Böyle birinin etrafında çapkın erkekler pervane gibi döner durur hep. Bayan Nelly Paris’te büyümüştü. Annesi Fransız’dı. Şimdi Chicago’daki zengin babasını, yani Bay Underdown’u ziyarete gidiyordu. Arkadaşı Leydi Jerland da ona refakat diyordu. Daha ilk görüşte onunla flört etmeyi kafama koydum. Yolcular arasındaki samimiyet işimi kolaylaştıracaktı.
Ne var ki bakışlarım onun koskocaman ve simsiyah gözlerine takılınca basit bir flört için neden bu kadar heyecanlandığımı anlamadım. İltifatlarıma ölçülü yanıtlar veriyor, anlattığım fıkralara gülüyor ve başımdan geçenlerle ilgileniyordu. Tüm çabalarım sonunda biraz da olsa sempatisini kazanmış gibiydim. Belki de çekinmem gereken tek rakibim vardı: Oldukça şık ve yakışıklı bir delikanlı. Genç kız onun suskun davranışlarını benim Parislilere özgü taşkınlığıma yeğleyebilirdi. Genç kız anlattıklarımı dinlerken o delikanlı da Bayan Nelly’nin etrafını çeviren hayranları arasındaydı. Güvertedeki salıncaklı rahat koltuklara oturmuştuk. Bir akşam önceki fırtınadan sonra gökyüzü aydınlanmış, ortalıkta büyüleyici bir atmosfer oluşmuştu. “Ben de pek fazla bir şey bilmiyorum, efendim,” diye cevap verdim. “Ama Lüpen’in düşmanı, emektar Ganimard gibi bir soruşturma açamaz mıyız bu gemide?”
“Çok hızlı ilerlemiyor musunuz?”
“Hayır hanımefendi. Bu o kadar zor bir mesele değil ki.”
“Bence çok zor.”
“Çözmek için elimizde hangi ipuçlarının olduğunu unuttunuz mu?”
“Neymiş onlar?”
“Her şeyden önce Lüpen, ‘R’ ile başlayan bir isim altında
gizleniyor.”
“Zayıf bir ipucu.”
“Tek başına yolculuk yapıyor.”
“Bu yeterli mi?”
“Sarışın.”
“Ee?”
“Yolcu listesine bakarak onun kim olduğunu bulabiliriz.”
Liste cebimdeydi; çıkarıp isimleri okumaya başladım:
“Burada adı ‘R’ ile başlayan on üç kişi var.”
“Sadece on üç kişi mi?”
“Evet, bunlar birinci mevkidekiler. Gördüğünüz gibi
dokuzu kadın; yanlarında çocukları ve hizmetçileri var.
Geriye tek başına yolculuk yapan dört kişi kalıyor: Marki
de Raverdan…”
“Kendisi elçilikte sekreterdir. İyi tanırım,” diye sözümü
kesti Bayan Nelly.
“Binbaşı Rawson…”
“Amcam olur,” dedi biri.
“Bay Rivolta…”
“Burada!” diye bizim gruptan biri seslendi. Simsiyah sakallı bir İtalyandı bu.
Bayan Nelly güldü:
“Beyefendi sarışına pek benzemiyor.”
“O zaman bu listenin en sonundaki isim aradığımız kişi
olacak.”
“Yani?”
“Yani Bay Rozaine. Bay Rozaine’i tanıyan biri var mı aranızda?”
Herkes sustu. Bayan Nelly, ona ilgisiyle beni rahatsız eden, sessiz ve yakışıklı delikanlıya dönerek sordu: “Niye cevap vermiyorsunuz, Bay Rozaine?” Hepimiz ona döndük. Sarışındı. Doğrusunu isterseniz şaşırmıştım. Üzerimize çöken bu sıkıntı verici sessizlik yalnız bizi değil, ötekileri de etkilemişti.
Öte yandan genç adamın davranışlarında şüphe çekecek hiçbir şey yoktu. “Niye mi cevap vermiyorum? Adıma, tek başıma yolculuk ettiğime ve saçımın rengine bakarak aranan kişinin ben olduğuma karar verdim. Bu yüzden tutuklanmam gerekir diye düşünüyorum.” Bunları söylerken komik bir hal aldı. İki çizgiden oluşan ince dudakları sanki daha da inceldi. Yüzü soldu. Elbette dalga geçiyordu. Yine de yüzündeki ifade ve davranışı bizi etkilemişti. Bayan Nelly safça sordu: “Ama sizin kolunuz yaralı değil, değil mi?” “Doğru. Yaram yok.” Sinirli bir hareketle gömleğinin yenini yukarı sıvayarak çıplak kolunu uzattı. Aynı anda aklıma bir şey geldi. Bakışlarım Bayan Nelly’ninkiyle buluştu. Genç adam sol kolunu göstermişti!
Bu duruma açıklık kazandırayım derken Bayan Nelly’nin refakatçisi Leydi Jerland koşarak yanımıza geldi. Hemen etrafını sardık. Kadın güçlükle kekeledi: “Mücevherlerim… İncilerim… Hepsi çalındı!” Hayır, sonradan gördük ki hepsi çalınmamıştı. Elmas mücevherlerin, gerdanlığın ve bileziklerin en iri taşlıları değil, en ufakları yani en az yer tutan; yükte hafif, pahada ağır olanları aşırılmıştı! Bu iş güpegündüz, Leydi Jerland’ın çay içmeye gittiği saatte gerçekleşmişti.
Koridorda onca insanın bulunduğu sırada kamaranın kapısını kırıp ufacık bir şapka kutusunun içinde saklı mücevherleri bulup aralarından seçim yapmak her babayiğidin işi değildi. Hepimizin aklından aynı şey geçti. Hırsızlık olayı duyulduğunda herkes aynı fikirdeydi. Bu, Arsen Lüpen’in işiydi! Öğlen yemeğinde Rozaine’in her iki yanındaki iskemle boş kaldı. Aynı günün akşamı onun tutuklanmış olduğu dedikodusu dolaşmaya başladı. Ufak tefek oyunlar oynamaya başladık. Dans ettik. Özellikle Bayan Nelly o kadar şen ve şakraktı ki başlangıçta Rozaine’in kur yapmasından hoşlansa da şimdi onu unutmuşa benziyordu.
Genç kızın güzelliği ve kibarlığı beni büyülemişti. Gece yarısına doğru, parlak ayışığının altında kendisine aşkımı ilan ettim. Bundan hoşlanmadığı söylenemezdi doğrusu. Ertesi gün Rozaine’in serbest bırakıldığını duyunca hepimiz şaşırdık. Hakkındaki suçlamaları doğrulayacak hiçbir kanıt bulunamamıştı. Kendisi Bordeaux’da saygın bir iş adamının oğluydu; belgeleri kusursuzdu. Ayrıca iki kolunda da yara izi yoktu.
Rozaine’i çekemeyenler, “Nüfus kâğıdı mı? Arsen Lüpen isterse size onlardan tonla getirir!” diye dalga geçtiler. “Yara izi mi? Belki de hiç yaralanmadı ya da o izi siliverdi!” Hırsızlığın gerçekleştiği saatte Rozaine’in güvertede dolaşmakta olduğu ileri sürülünce de, “Arsen Lüpen gibi biri, hırsızlık yaptığında ille de o yerde bulunacak değil ya,” diye yanıt verdiler. Bu saçma düşünceler bir yana bırakılırsa, en kuşkulu insanın bile göz ardı edemeyeceği bir gerçek çıkıyordu ortaya: Rozaine’in dışında tek başına yolculuk yapan, sarışın ve adı ‘R’ harfiyle başlayan kim vardı? Telgrafta ima edilen Rozaine değilse kimdi? Genç adam öğle yemeğinden birkaç dakika önce aramıza katılma cesareti gösterdiğinde Bayan Nelly ile Leydi Jerland kalkıp uzaklaştılar. Bir bakıma iyi de oldu, çünkü korkuyorlardı.
Bir saat sonra elle yazılmış bir pusula gemide dolaştırılarak her mevkideki yolculara ve gemi mürettebatına sunuldu: Bay Louis Rozaine, Arsen Lüpen’i ya da mücevherleri çalanı bulana on bin frank verecektir. “Bana yardım edecek biri çıkmazsa bu işin altından tek başıma kalkarım,” dedi Rozaine kaptana. “Rozaine Arsen Lüpen’e karşı! Yoksa ‘Arsen Lüpen Arsen Lüpen’e karşı mı demeliyiz?’” şeklinde mırıldanmalar da eksik değildi. Doğrusu bu savaş ilginç olacağa benziyordu. Aradan iki gün geçti. Rozaine’in arayıp sormadığı yer kalmadı. Tayfaların arasına girip onlara sorular yöneltti. Her tarafı didik didik aradı.
Geceleri her köşe başında gölgesi görünür oldu. Kaptan da bu işe adamakıllı el attı. Gemi tepeden tırnağa araştırıldı; bakılmadık köşe kalmadı. Hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan tüm kamaralar arandı. Mücevherler herhalde bir yerde saklıydı. Bayan Nelly, “Herhalde bir şey bulacaklar, değil mi?” diye sordu. “Sihirbaz bile o elmaslarla incileri görünmez hale getiremez!” “Çok doğru,” dedim. “Ama şapka astarlarından ceket ceplerimize kadar her yere bakmaları gerek.”
…