…Baharı Bekleyen Aşk Hikayesi…
İsmiyle müsemma olmayan genç bir kadın, Gülbahar. Yüzyıllar öncesinde, dününde, bugününde ve geleceğinde yer alacak olan 4 farklı İbrahim. İnsanın içinde ve dışında yarattığı ”Babil”i tanıyıp bilen, yol gösterici bir bilge…
İstanbul’un tanıdık semtlerinde başlayıp tuhaf rastlantılarla farklı iklimlere, coğrafyalara taşınan ve gerçeğini arayan kayıp bir aşk hikayesi…
Türk Edebiyatının klasikleri arasına girmeye aday bu romanda siz de kendi aşk hikayenizden parçalar bulacaksınız!
”İki Cami Arasında Aşk” romanının yazarı Mürvet Sarıyıldız’ın usta kaleminden sizlere ulaşan Aşk-ı Zemherî sizleri, her sayfasında aşkın ayrı bir anlamını keşfedeceğiniz sırlarla dolu bir yolculuğa davet ediyor!
AŞK-I ZEMHERİ
I.
Sokağa saptığı anda evlerine kaç adım kalmıştı bilmiyordu. Heyecanla evinin bahçesinin önünden geçti, ağaçların salınışlarını duydu; onlar da mutluluğuna ortak olmak istiyorlardı sanki. Köpeği Süslü’nün havlaması duyuldu sokakta. Yıllarca geçtiği bu yol, acılarının, hüzünlerinin sokağı olmaktan bir anda çıktı; bambaşka bir kimliğe büründü. Yeşil ağaçlar, gözlerinde kendini selamlayan birer eli bayraklı çocuğa döndü. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla yürüdü sokağı.
Beyaza boyanmış iki katlı evlerinin önüne geldiğinde kalbinin atışlarını duyuyordu. Parmaklıklarından mor çiçeklerin sarktığı, her yanım değişik çiçeklerin sardığı bu ev, şehrin biraz dışındaydı. Bu halini daha çok seviyordu, araba gürültülerinden uzak, yeşil bir bahçesi olan bu evde yaşamak kendisine ayrıcalık tanıyordu sanki. Kendini bildiğinden beri suskunluğun hüküm sürdüğü bu ev, gözünde şu an saraydan farksızdı. Bahçe kapısının önüne geldi, kapıyı açtı. Düz taşlık yolu adımladı, basamakları birer ikişer çıktı, kapının önünde durdu.
Onu tanıyan hiç kimse yüzünde böylesi bir neşeyi bugüne kadar görmemişti. Genelde dalgın bakışlarıyla izlerdi insanları, çocuk yüzüne yansımış karamsarlıkla, gülmeye çalışsa da ruhunun derinliklerinde saklı olan acıyla yaşadığım anlamak zor değildi. Diğer çocuklar gibi çılgınca koşmaz, evi dağıtmaz; dur denildiği yerde durur, kımıldamazdı. Onun bu halini görenler, “Bu çocuk büyümüş de küçülmüş,” derlerdi. Şimdi kendini gerçekten büyümüş hissediyordu.
Heyecandan elleri titriyordu. Anahtarı düşürdü. Eğilip paspasın üstünden anahtarı almaya çalıştı. Bu mutluluğunu annesiyle paylaşmak istiyordu. Anahtarı çevirdi, kapıyı açtı.
Elinde tuttuğu kimliği havada savurdu. “Bil bakalım elimde tuttuğum şey ne?” diye annesine sorduğunda annesi oturduğu yerden kalkmış, oğluna karşı birkaç adım atmıştı. Annesinin konuşmasına izin vermeden “Artık ben de üniversiteli oldum!” dedi ve neşeyle annesine sarıldı. Oğlu İbrahim’in mutlu olduğunu görmek onu da mutlu etmeye yetiyordu, o da sevinçle oğlunun yüzünü gözünü öptü. Yüzünü avuçlarına aldı ve oğlunun gözlerinin içine baktı; gözleri yaşla doldu. İbrahim, annesinin her an bir nedenden dolayı hemen ağlayabileceğini bildiği için annesinin derin nefes alıp vermesine aldırış etmedi. Bu defa ağlaması ile sevincini bölmesine izin vermeyecekti. “Arkadaşlarımı aramalıyım,” deyip hızla odadan çıktı.
Gülbahar, bir süre daha olduğu yerde kaldı ve oğlunun arkasından baktı, inlemeye benzeyen bir ses çıkardıktan sonra pencere kenarındaki yerini aldı. Bahçedeki ağaçlara bakıp uzaklara dalıyordu. Bir an yeni bir şeyi fark etmiş gibi yerinden kalktıysa da tekrar koltuğa bıraktı kendini. “İbrahim, demek üniversiteyi kazandı,” diyebildi. Gözlerinden akan yaşa aldırış etmiyordu. Oğlunun büyüyüp koca adam olduğunu belki de o an fark etmişti. Yıllarca üstüne titrediği, el bebek gül bebek yetiştirmeye çalıştığı oğlu, şimdi bir üniversite öğrencisiydi.
İbrahim’in hafiften çıkan bıyıklan, arada sırada yüzündeki tüyleri tıraş etmesi… Gitgide babasına benzemeye başlamıştı. Gözlerinin maviliğini, boyunun uzunluğunu babasından aldığını; babası gibi yakışıklı olacağını anladığında heyecanından mı yoksa üzüntüsünden mi belli olmayan hıçkırık nöbetlerine yakalandığı zamanlardaydı. Oğlunun babasına ait pek çok özelliği taşıdığını fark etmesinden sonra, yıllarca bu gerçeği kabullenmemek için direndiyse de oğlunun tarih bölümüne kayıt yaptırmasıyla birlikte bu kabullenmeyiş yerini belli belirsiz bir gurura bıraksa da babasına benzemesini bir türlü kabul etmek istemiyordu.
Fakat kabul ettiği bir nokta vardı ki o da oğlu, İbrahim, babasından bir parça taşıyordu ve Gülbahar, bu parçayı hiçbir zaman kaybetmemek için oğlunun adını özellikle İbrahim koymuştu. Eş olarak kaybettiği “İbrahim”i her an ve her zaman yanında “oğul” olarak görmek istemişti.
II.
Gülbahar, havanın kararmasına rağmen oturduğu koltuktan kalkmamıştı, yemek vaktine daha vardı. Huzurunu kaçıran düşünceler yüzünden yemek yiyecek hali de kalmamıştı. Son günlerde zaten iştahı da yoktu. İçini kemiren düşünceler girdabına yine düşmüştü: İbrahim, babasının kim olduğunu, hatta adını bile taşıdığını bilmeden büyümüştü. Onu da telaşlandıran bu gerçekti. Bu gerçeği oğluna anlatmadan göçüp gitmek istiyordu fani dünyadan.
İbrahim, babası hakkında konuşmak istediğinde Gülbahar, hiç görülmemiş sinir nöbetlerine yakalanır, nerede olduğunu unutur, sanki gizli bir el onu girdabın içerisine çekiyormuş gibi inler; kıpkırmızı olmuş yüzüyle koşar adım uzaklaşırdı.
Hatta bir gün öylesine kızmıştı ki, evi terk ettiğinde onu günlerce bulamamış, en son Namık Kemal Mahallesi’nin arka sokaklarındaki bir bankın üstünde yan baygın bir halde bulunduğunu evi arayan polislerden öğrenmişti İbrahim. Kendisini eve getiren polislerin gitmesi üzerine İbrahim, ona sarılmış ve “Bir daha o adam hakkında sana hiçbir şey sormayacağım, yeter ki beni bırakma anne!” diye ağlamıştı. O günden sonra da küçük çocuk annesine babası hakkında hiçbir şey sormamıştı.
Akşam ezanının okunduğunu duydu Gülbahar. İçinde terk edilmişlik hissini duydu. Bazı akşamlar, genelde bu saatlerde, sokaktan el ayak çekildiğinde ve karanlık çöktüğünde kendisini terk edilmiş bir şehir gibi hissederdi. Bu hisse neden kapıldığına ise hiçbir zaman açıklama getirememişti.
“İbrahim’in bu suskunluğu,” diye mırıldandı Gülbahar “bir gün bütün cesaretimi toplayıp kendisine gerçekleri anlatacağıma inanmasından kaynaklanıyor,” dedi.
Ezan bittikten sonra oturduğu yerden kalktı, sofrayı hazırlayıp İbrahim’e seslendi. İbrahim, biliyordu ki annesi, mantıklı bir kadındı. Onun her şeyi vakti ve saatinde yaptığını, titiz olduğunu çok iyi biliyordu. Bu titizliği sayesinde zaten kendisi de düzenli bir hayat yaşıyordu. Kalkış saatleri, uyku saati, hatta yürüyüş ve yemek saatleri bile çocukluğundan kalma alışkanlıklar haline gelmişti.
Misafirliğe gittiği arkadaşlarının evinde ev halkının bazısının yemek yerken bazısının da çay içtiğini, yemek saatinde masada herkesin bulunması gibi bir kuralın olmadığını gördüğünde çok şaşırırdı.
Annesi, akşam yemeğine ya da sabah kahvaltısına geç kaldığında kıyameti kopartırdı. Bu nedenle de bazen evde ufak da olsa tartışmalar yaşanır, her zaman olduğu gibi annesi bu tartışmalardan galip çıkar; yemek saatlerinde herkesin masada bulunması şartına uyulması karan, bir kez daha alınırdı. En mutlu gününde küçük de olsa bir tartışma yaşamak istemediği için telefonunu kapadığı gibi yemek salonuna doğru adımladı. Akşam yemeği yendikten sonra yine herkes kendi işine koyulmak üzere dağıldı; Gülbahar, bulaşık…