Aşk Uykusu | Mehmet Coşkundeniz


ask-uykusu-mehmet-coskundeniz-destek-yayinlari“Aşk dediğin yalansız olmalıydı… Gün gibi açık, dürüst ve onurlu yaşanmalıydı. Bunu bana sen öğretmiştin. ‘Kalbinde benim kadar sevdiğin biri olursa, o kalp artık bana ait değildir’ demiştin…

Ben senden fazla hiç kimseyi sevmedim. Bütün kâinat şahidim olsun ki, sensiz doğacak bir güneşi bile kabullenmedim. Seni sevip sana âşık olmayacaksam eğer, dünyaya yeniden gelmeyi de istemem…

Peki ya senin kalbin hâlâ bana ait mi sevgilim? Benim kadar sevdiğin başka biri var mı aramızda?”

Şüphe bir kez içine girdi mi insanın, temizlenene kadar korkunç bir mücadele başlar. Hele şüphelenen bir kadınsa bu mücadele bir süre sonra savaşa dönüşür. Ve kadınların kendi içinde verdikleri çetin duygu savaşında her zaman ‘karanlık taraf’ kazanır. Mehmet Coşkundeniz yaşanmış gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı ilk romanında kadınların ‘karanlık taraf’ına yolculuğa çıkıyor.

“Mehmet coşkun deniz ilk defa gerçek hayattan alınmış bir romanla okuyucularıyla buluşuyor!”

***

Aşk Ölüme Yatmaktır Biraz da…

Gece kalırı bir perde gibi yayılmıştı üzerlerine… Akşam bo­yunca yemek masasının üzerinde yanan beyaz mumlar iyice erimiş, titrek ve cılız alevleriyle kendi çevrelerini bile aydınlatamaz olmuşlardı… Tülleri açık pencerelerden içeriye süzülen sokak ışıkları da olmasa, neredeyse göz gözü görmeyecekti.

Yerde yüzükoyun yatan genç adam; yanına devrilmiş kadife sandalyenin ayakları dibinde hareketsiz halde, boylu boyunca uzanıyordu.

Simli bembeyaz örtüler, gül kabartmalı kumaş peçeteler, pi­rinç şamdanların üzerinde yaldızlı beyaz mumlar ve sedef inci­lerle bezeli bu sofranın, romantik bir gece için özenle ihtimam­la hazırlandığı belliydi. Yemekler kusursuz, servis incelikli, ağır bir sis gibi odayı dolduran müzikse gayet yumuşak ve hafifti…

Ayağındaki parlak kırmızı, ince topuklu ayakkabıları hızlıca çıkaran genç kadın, küçük ama seri adımlarla uçarcasına ha­lının üzerinde yürüdü… Yerde kımıldamadan yatan genç ada­mın başucundan dolanarak duvar dibindeki raflı dolabın başına kadar geldi. İçerdeki kasvetli havayı yıkayan piyano sonatını kapattığında bütün karanlık; kuşkuya boğuldu. Yine aynı seri ve uçucu adımlarla geri dönen bu uzun ama zarif ayaklar; yer­de yatan adamın yanına gelince durdu. Genç kadın; dizlerinin üzerinde yavaşça yere çöküp adamın üzerine doğru eğildi: “Serkan! Serkan… Beni duyuyor musun!”

Genç adam yerde hareketsizce, sanki cansız gibi, hiç soluk almadan öylece yatmaya devam ediyordu. Küçücük bir yaşam belirtisi bile yoktu üzerinde. Başını, adamın sırtına yaslayan genç kadın, bu halde hiçbir şekilde kalp atışlarını işitemiyordu. Serkan galiba artık nefes almıyordu.

Birdenbire yüreğini derin bir telaş ve korku bulutu sardı. Hissettiği büyük endişe; genç kadının titremeye başlayan elle­rine ve soğuk terle yıkanan bedenine sirayet etmişti. Ne yapa­cağını bilmiyor gibiydi… Eli ayağına dolaştı. Belli ki bu durumu hiç hesaplamamıştı. Bir şeyler yolunda gitmemişti…

Serkan’ın sol omuzunu iki eliyle birlikte kavradığı gibi sertçe çekerek, onu tek hamlede sırt üstü yatırmayı başardı. Genç ada­mın gözleri kapalı, ağzı yarı açık, dili dışarı sarkmaya hazır, gök mavisi gömleğinin düğmeleri neredeyse boğazına kadar ilikliydi.

Endişeli kadın sükûnetini korumaya çalışarak, sert ve derin­ce yutkunduktan sonra, gömleğin düğmelerini açmaya başladı. Elini adamın geniş göğsünde, boynunda ve yanaklarında gezdi­rerek bedenindeki sıcaklığı duymaya çalıştı. Yüzünü Serkan’ın yüzüne iyice yaklaştırdıysa da, tek bir anlık bile olsa hiçbir ne­fes belirtisi alamadığını fark etti.

Giderek ağırlaştığını ve gövdesinden ayrılacağını hissettiği kaygılı başını bu kez genç adamın göğsüne yaslayıp bir müddet öylece bekledi… Dokunsalar ağlayacak haldeydi artık. Ne hırıl­tı, ne de zerre kadar bir inilti duymak mümkündü…

İçine düştüğü çaresizliğin ıstırabıyla yüreği eziliyordu. Kendi kendine, uykuda sayıklar gibi “Ben ne yaptım, ben ne yaptım böyle…” diye tekrarlayıp duruyordu. Başını ellerinin araşma alıp dövünür gibi alçak sesle isyan etmeye başladı: “Allahım! Dayanamam ben… Yaşayamam ben… Ölmek istiyorum… Yap­maz olsaydım. Kimseyi dinlemeseydim keşke… Elim kırılsaydı. Kafam kırılsaydı keşke…”

Bahçede duyduğu çıtırtıyla korkuya kapılıp ürperen genç kadın, telaş içinde feryatlarını kesiverdi hemen. Evin etrafında dolanan birileri vardı sanki… Açık tüllerden istifade edip sa­londa olan biteni izlemeye çalışıyor olabilirlerdi. Etraf her ne kadar karanlık olsa da, sokak ışıkları meraklı gözlerin işini ko­laylaştırmaya müsaitti.

Serkan’ın başucundan emekleyerek ayrılan ve pencerenin altına dizleri üzerinde ulaşan genç kadın, dışarıdan gelen sesleri duymaya çalışarak iyice kulak kabarttı. Bir müddet sonra yan villaya yeni taşınan genç çiftin evlerine sarhoş halde döndük­lerini anladı. Her cuma gecesini dışarıda geçirirler ve gün ağar­madan da zilzurna bir halde eve geri dönerlerdi. Kimseye gidip gelmezler, çok zaman selam bile vermezlerdi. İçlerine kapanık, yabani, burnu havada tuhaf tiplerdi zaten…

Genç kadın, yaptığı şeyin şimdilik herhangi bir görgü tanığı olmadığını düşünüp kısa süreli rahatlamış da olsa, sıkıştığı cen­dereden kurtulmayı henüz başaramamıştı.

Dizleri üzerinde hafifçe doğrularak tülleri ve kalın perdeleri kapatıp salonun dışarısıyla bütün bağlantısını kesti. Artık içe­risi zifiri karanlıktı… İğne ucu kadar bile ışık yoktu. Genç kadın giderek köşeye sıkışıyordu.

Madem hiçbir şeyi eskisi gibi düzeltemeyecekti, o halde en iyisi kaçıp gitmekti. Doyasıya gözyaşı döküp, derin ve kesici matemini yaşamayı daha sonraya erteleyebilirdi. Şu an için is­tediği tek şey, yaptığı hatadan dolayı hiç kimseyle yüzleşmek zorunda kalmamaktı… Ne Serkan’ın annesine verebileceği bir cevabı vardı, ne de polisi ikna edebileceği tek bir mantıklı açık­laması… Kendi anne babasının zaten yüzüne bile bakamazdı. Bundan sonra insan içine de çıkamazdı.

Bahçeye açılan balkon kapısına doğru el yordamıyla emek­leyerek yaklaştı. Anahtarı yavaşça çevirip, kapı kolunu aşağı çekmesiyle birlikte bedenine demir bir balyoz gibi çarpan sert soğuk; kalbini ikiye bölüvermişti adeta.

Soğukkanlılığını ve içtiği üç kadeh kırmızı şarabın verdiği o mayhoş sarhoşluk halini giderek kaybediyordu. Genç kadın, kendi elleriyle sebep olduğu bu vahim hadisenin ciddiyetine bile yeni ayılmış gibiydi.

Kimin yanına, nasıl kaçıp gideceğini hesaplamamıştı… Üze­rinde bu kutlama gecesi için özel olarak satın aldığı derin sırt dekolteli, oyuklu, kırmızı, ipekli gece kıyafeti vardı… Ayakka­bılarını da salonun ortalık yerine çıkardığından şimdi bu zifiri karanlığın içinde onları tekrar bulması çok zordu.

Şubat soğuğunda yarı çıplak halde, yalınayak vaziyette so­kaklarda koşturuyor olmasını kimseye izah edemezdi. Kendi oturdukları bina da dahil olmak üzere, etraftaki bütün evlerin kamera sistemleri vardı. Buhar olup uçmadığı sürece, bu civar­da gizlenmesi imkânsızdı… Şu kapıdan toz olup uçsa bile yüre­ğindeki suçlulukla dünyanın öbür ucuna da kaçsa; yerde cansız yatan bu adamın hayalinden ve vebalinden uzağa gitmeyi başa­ramazdı. Üstelik ardında kendisine ait o kadar çok iz ve yaşan­mışlık bırakacaktı ki, yaptığı Genç kadın kaçmak fikrinden hemen vazgeçip ambulansı aramaya niyetlendi. Keşke bunu en başından beri akıl etmiş ol­saydı. Yaptığı şeyin her halükârda gizli kalması artık imkânsızdı. Lüzumsuz kurtuluş planları yapıp durdukça aslında Serkan’ın hayata geri dönme ihtimalinden çalıyordu. Yolunu şaşırmış, dengesini yitirmiş haldeydi genç kadın. Zihnine hücum eden her düşünce, bir duvardan diğerine savurup atıyordu onu. Şu­ursuz gibiydi… Tutarsızca düşünüp hareket etmeye başlamıştı artık… Bu da onu iyice dibe çekiyor, tek bir adım dahi ileri gidemiyordu içine düştüğü şu bataklık alanından…

Hemen yardım istemesi gerektiğini düşünüyordu şimdi. Bel­li ki bu işten kaçış, kurtuluş yoktu. Varsa eğer, sevdiği adamı ya­şatabilme şansını iyi kullanmalıydı. Duran bir kalbi hayata ye­niden katabilirlerdi… Öyle ya kaçıncı yüzyılda yaşıyorduk. Tıp bunu kesinlikle başarabilirdi. Dünya ölümden geri dönenlerin mucizeleriyle dolu değil miydi? O halde kaçıp gitme planından derhal vazgeçecekti. Suçuna yeni günahlar ekleyemezdi daha fazla. Burada kalacak ve sevdiği adamın kalbine can arayacaktı. Bunun için de derhal telefonuna ulaşmalıydı. Burnunun ucunu bile göremezken, nereye koyduğunu hatırlayamadığı cep telefo­nunu nasıl bulacaktı bu karanlıkta?

Yine emekleyerek koltuğun başucundaki sehpada duran ev telefonuna doğru yol aldı. Yazık ki ev telefonu yerinde değildi. Serkan yaklaşık bir saat kadar önce; gereksiz merakıyla kutlama yemeğini bölen münasebetsiz ablası Vildan’la konuşmuştu. Te­lefonu da o sırada yemek masasının üzerinde bırakmıştı galiba. Serkan’ın kendi cep telefonunu gündüz saatlerinde bile bulmak mümkün değilken, böylesi karanlık ve karmaşık bir muharebe alanında onu aramaya hiç yeltenmeyecekti bile.

Genç kadın bu şekilde eski sahneleri hatırlamaya çalışarak evdeki telefonların her birinin nerede olduğunu tahmin etme­ye devam edemeyecekti. İşığı yakmaktan başka çaresi yoktu… Emekleyerek kapıya doğru yöneldiğinde Serkan’ın yanından geçti. İçi sızladı… Kendi yaptıklarından çok; bütün bunlara se­bep olduğu için onu suçladı… “Senden nefret ediyorum sevgi­lim… Allah belanı versin senin. Sana bu denli âşık olduğum için Allah benim de belamı versin tabii… Verdi de zaten!” diye söylenip emeklemeye devam etti… Duvar dibine geldiğinde, yavaşça ayağa kalkıp salonun ışıklarını yaktı!

Gözlerini kamaştıran parlak ve beyaz aydınlıktan dolayı bir müddet etraftaki hiçbir şeyi olduğu gibi seçemedi. Ellerini gözlerine gölge ederek bu güçlü ışıltıya alışmayı bekledi. Olan biteni seçmeye başladığındaysa gördüklerine inanamadı. Bu kı­yamet ne ara kopmuştu? Evine düşen ateşin amansız alevleri nasıl bu kadar hızla sarmıştı dört bir yanı? Anlayamıyordu… Avizelerin aralarından sarkan kelebek desenli aynaların güçlü yansımalarıyla birlikte, odanın içine irili ufaklı sayısız kelebek­ler doluşmuş, sağı solu kuşatmıştı.

Bu ev; şu an içinde uçuşan beyaz kelebeklerle birlikte Yonca’ya her ne kadar tanıdık gelse de, sanki onun altı yıldır mutlulukla yaşadığı sıcak yuvası değildi artık… Şu perişan hal­de yerde cansız yatan genç adam, hayatının tek aşkı, ilk erkeği, biricik kocası olamazdı… Bu mahşer yerinin tek suçlusu kendisi miydi şimdi?

Genç kadın ellerini yüzüne kapatıp hıçkırarak ağlamaya başladı. Sırtına saplanan vicdan azabı ve suçluluk duygusu, ci­ğerlerini parçalamaya başlamış ve giderek bütün bedenini isti­la etmişti… Yaprak gibi titriyordu ağlarken… Bacakları, karnı, göğsü, parmakları ve hatta kirpikleri, saçları bile acıyordu… Bu tahammül edilebilir türden bir acı değildi. Canı yanıyordu ve yazık ki yaralarını nasıl saracağı hakkında en ufak bir fikri yoktu…

Bir an evvel ambulansı aramalıydı. Bunca oyalanıp zaman kaybettiği yeterdi… Gözleri birkaç saat önce, kocasıyla baş başa yemek yedikleri masaya kilitlenip kaldı. Bugün altıncı evlilik yıl dönümleriydi… Günlerdir bu gece için heyecanla hazırla­nıp durmuştu. Her şeyin kusursuz olması için elinden geleni yapmıştı. Geçen yıl kırmızıyla süslediği yemek masasını, bu kez beyazlar içinde düşlemişti. Pirinç şamdanlar için bütün Çukurcuma’yı, gül kabartmalı beyaz peçeteler ve simli masa örtüsü için Şişli’nin altını üstüne getirmişti… Kocası için seç­tiği saati İsviçre’den sipariş etmişti… Serkan, uzun zamandır o saatin peşindeydi. İşlerinin yoğunluğu yüzünden bir türlü vakit bulup da İsviçre tatiline çıkamamıştı… Her detayın incelikle düşünüldüğü bu kutlama gecesinin şu anki içler acısı hali, da­yanılır gibi değildi. Beyaz mumlar pirinç şamdanlardan aşağı süzülerek sönmüş, yemekler suyunu salmış, ekmekler kurumuş, şarap kadehleri devrilmişti. Yerde cansız yatan genç adamın pe­rişan hali, can yakıcıydı.

Genç kadın, televizyon ünitesinin yanındaki beyaz kütüp­haneye koşar adımlarla gidip kitapların önünde duran cep te­lefonunu eline aldığı gibi hızla geri dönüp ışıkları söndürdü. Salonun karmaşasını, yemek masasındaki hengâmeyi ve yerde yatan adamın acıklı halini izlemeye daha fazla dayanamaya­caktı.

Karanlık bütün günahları siyahla örttüğünde, genç kadının gözleri eskisinden çok daha körletmişti… Artık hiçbir şeyi seçip ayırt edemez olmuştu. Anlık bile oka bu körlükle teselli buldu. Görmediği sürece alışması da kolay olabilirdi…

Bütün dikkatini cep telefonuna veren kadın, derhal 155’ı tuşladı… İyi ama bu ambulans servisinin numarası değildi ki… Aramayı hemen durdurup aklındaki diğer yardım servislerinin numaralarını yokladı telaşla… 118, 154 ve 155…

Başka numara bilmiyordu. Polisi de arayamazdı. Buna henüz hazır değildi. Önce Serkan’ı hastaneye kaldırmalıydı. Gerisini zaten zaman bir şekilde hallederdi… Genç kadın, giderek pa­nikliyordu. Akıllı telefonundan yardım alarak 112’ye ulaşmayı başardı sonunda:

“İyi akşamlar! Yardım edin. Eşim yemek sırasında bayıldı. Ne olduğunu anlamadım. Lütfen bir ambulans yollayın. Adresi veriyorum… Korukent, Levazım Sitesi… Gazete bayiinin tam karşısı… Bahçe katı… Acele edin.”

Telefonu kapattığında ağlıyordu. Bundan sonra, sürece tes­lim olmaktan başka çaresi yoktu. Her ne yaşıyorduysa bütün bunlara kendisi sebep olmuştu. Bunun vicdani bedelini öde­mek zorundaydı… Hayatı bir daha eskisi gibi olmayacaktı. Mutlu günleri geride kalmıştı. Anne olma düşleri bile hüzün denizine düşüp yitmişti artık… Onun için yeni ve umut dolu bir gelecek söî konusu değildi…

Serkan’la vedalaşmak için henüz vakti varken bunu de­ğerlendirmeliydi. Koşarak kocasının yanına giderken, ka­ranlıkta sağa sola çarparak sehpanın üzerine düştü. Yanağı­na süzülen sıcaklıktan, kaşını patlattığını anladı. Yüzünde duyduğu acı kalbine doğru süzülüp, kederini, suçluluğunu ve azabını tetikliyordu. Yere çöküp gözyaşları içinde kocasına sarılarak, başını göğsüne gömdü. Bedeni sıcacıktı henüz…

Koynundaki bu huzur ve aşk kokusunu son kez içine çekti­ğini düşündü.

Pişmanlık içinde, sessizce ve acıyla inledi:

“Aşkım… Sevgilim… Beni affet! Bütün bunlara sana olan aş­kım sebep oldu. Böyle olmasını istemedim. Yemin ederim böyle olmasını istemedim… Affet beni aşkım… Çok pişmanım… Af­fet beni yalvarırım… Seni çok seviyorum… Seni çok seviyorum sevgilim… Çok seviyorum… Çok…”

Ambulansın; bütün şehri ve geceyi yararak yaklaşan acı siren seslerini duyduğunda, kaçınılmaz sona iyice yaklaştığını düşünüp sakinleşmeye çalışarak kaldırdı başını. Derin bir nefes alıp, güç de olsa sükûnetini kuşandı. Elinden bırakmadığı cep telefonunun ışığıyla ilerleyerek salonun bütün aydınlatmalarını yaktı bir kez daha… Ve kelebekler uçuştu yine dört bir yanda…

Kederin kara bir bulut gibi üzerine çöktüğü bu savaş alanına bulaşan kanı gördüğünde, idamına yaklaştığını anladı. Kaşında hissettiği yakıcı acıdan süzülen sıcaklık; ellerine ve boynuna akmış, neredeyse bütün kucağına dolmuştu.

Mutlu yuvasının ipini kendi elleriyle çekmiş, sevincine kan, ölüm ve pişmanlık bulaştırmıştı… Ömrü boyunca kendisini affedemeyecekti. Dizginleyemediğı duygularının bu denli ağır bedellere mal olacağını hesaplayamamıştı. Celladını uzaklarda aramasına gerek yoktu. Odayı aydınlatan ışık, faili ele veriyor­du. Bütün bunlara kendisi sebep olmuştu. Her ne kadar piş­manlık içinde kıvranıyor olsa da, zaman bazen insanın aleyhi­ne işlerdi böyle… Sadece birkaç saat öncesine geri dönebilmek için neler vermezdi.

Anlaşılan o ki; aslında her insan kendisinin katilidir… Baş­kasının canını acıtırken bile en çok kendisini kanatır. Aşk…

Benzer İçerikler

Aşk Affetmez – Sarah Maclean – Online Kitap Oku

yakutlu

Tehlikeli Oyunlar | Oğuz Atay

yakutlu

Adsız Sokak Çocukları

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy