Aşk ve Zafer, devrinde ´Ümmü´l-Muharrirât (Yazarların annesi)´ ünvanını almış Halide Nusret´in en çarpıcı romanı. Milli Mücadele yıllarında İstanbul´da ve Urfa´da yaşanan bir aşkın romanı. Roman, Milli Mücadele´nin Anadolu´da ve İstanbul´da yaptığı değişimleri, Urfa´nın kültürel dünyasını, Halide Nusret´in bakış açısıyla sunuyor. Roman, Halide Nusret´in biyografisinden kuvvetli izler taşımasıyla ayrıca önem kazanıyor. Son olarak roman, Urfa´daki hayat etrafında kadın meselesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.
GİRİŞ
Aşk ve Zafer, 1966 yılında Sabah gazetesinde tefrika edildikten 12 yıl sonra, 1978 yılında yayımlanmıştır. Halide Nus-ret Zorlutuna’nın gerek roman tekniği gerek konu arka planı açısından önemli bir romanıdır.
Halide Nusret’in yedi kurgusal eseri arasında Aşk ve Zafer’in ayrı bir yeri vardır. Bu, onun tefrika ettiği son romanıdır. Öteki romanlarında görülen teknik kusurların bu romanda nispeten azaldığı görülür. Bu yönüyle, Aşk ve Zafer, daha ziyade şairliği ile tanınan Halide Nusret’in romanda geldiği son noktadır.
Halide Nusret, ilk kurgusal eseri Küller’den itibaren Romantizm’i tercih etmiş, romanda “gerçek”ten çok “güzel, şairane” olanı aramıştır. Küller’in önsözünde, “Küllerimde yaşatmak istediğim vak’a ve kahramanların için ‘muhayyel!’ diye dudak bükenlervar, onlara sorarım: her gün hakiki hayat tipleri önünde o kadar bunalan zavallı ruhlarımız, ‘hayal1 adlı mübarek teselliyi kitaplarda da bulmasın mı?.. ” diyerek söz konusu akımı niçin tercih ettiğini dile getirir. Halide Nusret’e göre roman, gerçek hayattan kaçıştır ve fonksiyonu gerçek hayattan daha “güzel”, şiirsel, romantik bir dünyaya okuyucuyu sürüklemedir. Halide Nusret, Küller’den sonra kaleme aldığı dört romanında daha bu edebi anlayışını sürdürür. 1947- 50 yılları arasında Kadın Gazetesi’nde tefrika edilen Aydınlık Kapı ve 1966’da tefrika ettiği Aşk ve Zafer’le onun roman anlayışında küçük bir sapma olur. Halide Nusret’in bu iki romanı kaleme
aldığı dönem, “Sosyal Gerçekçilik, Köy Romanı” gibi edebi anlayışların revaçta olduğu bir dönemdir. Yazar, bu akımlara mesafeli durmakla birlikte sosyal gerçekçiliğin onun romanına yansıması Realizm’e yönelmesi şeklinde olur. “Romanlarımın içinde tefrika edildiği halde kitap halinde basılmayan Aydınlık Kapı ile Aşk ve Zafer’i severim, onlara değer veririm.” diyen Halide Nusret’in bu iki romanda denediği teknik daha gerçekçidir. Aşk ve Zafer’le alakalı yaptığı değerlendirmelerin hepsinde de “gerçek” kelimesine vurgu yapmaktadır. O, bu realizmi, “Urfa’da dört yıl bu romanı tetkik ettim….. Her üç
şehri bütün devirleriyle tanıyorum. Yani romanda, vakalar da kahramanlar da hayattan alınmıştır. Ama sosyal gerçekçilik meraklısı romancılar gibi bu kahramanların – Affedersiniz kabalığımı lütfen mazur görün! – ikide bir helaya gitmeleri kabilinden realitelere yer vermedim!” cümleleriyle dile getirir. Bununla birlikte, Halide Nusret gerçek hayattan alınma bir aşk hikayesini romanında işlerken “gerçekçi” değildir. Faruk Nafiz’in Halide Nusret’in şiirlerinde bulunduğunu söylediği “ince melal” bu romanında da hissedilir.
Farklı yayınevlerince birkaç kez basılan roman, Milli Mücadele Dönemi Urfa, İstanbul ve Ankara’sını konu alması ve zengin bir tarihi malzeme sunmasıyla da değerlidir. Ne var ki bu değerine rağmen hak ettiği ilgiliyi görmemiştir. Hakkında yazılan değerlendirme sayısı çok fazla değildir.
Aşk ve Zafer, Halide Nusret’in eserlerinde en çok işlediği iki temayı da içermesiyle yazarın bu temalar karşısındaki edebî tavrını anlamamıza bütüncül bir bakış sunmaktadır. Eserin adından da anlaşılacağı üzere, romanda romantik, içli, zaman zaman santimantalizme varan, kadın duyarlılığını yansıtan “aşk” teması ile yazarın bütün ömrünce kendini adadığı vatan, millet sevgisi, milliyetçi yönünü yansıtan “zafer” temi iç içe geçmiştir.
Halide Nusret, eserlerini yazarken oldukça titizdir. Eserleri, hemencecik kaleme alınan, özensiz, kolayca yazılıvermiş hissi veren romanlar değildir. Hatıralarındaki bahisler, yazarlığı, yazma sürecini sancılı geçirdiğini göstermektedir. Ayrıca eserlerin tefrika ve yayımlanmış halleri arasındaki değişiklikler de bunun bir başka ispatıdır. Önceden kurguladığı, üzerinde uzun uzun çalıştığı romanlarında olay genellikle sağlam bir temel üzerine kurulmuş, gerilim unsurlarıyla genişletilmiş ve başarılı bir sonuçla bağlanmıştır. Romanların eksik tarafı, psikolojik tahlillerin azlığı, diyalogların yetersizliği, mekan tasvirlerinin reel olmayışı gibi durumlardır.
“Can da, canan da, sanat da memleket için”diyen Halide Nusret, şairliği ile olduğu kadar romancılığı ile de genelde Türk edebiyatı özelde kadın edebiyatında önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Çok sayıda kadın dergi ve gazetesinde yazan, kendisi de bir süre kadın dergisi çıkarmış olan Halide Nusret’in kadın hakları ve kadının modernleşmesi hususundaki tespit ve teklifleri oldukça çarpıcıdır. O, pek çoğu kadın olan roman kahramanları vasıtasıyla ideal kadın tipini oluşturmaya çalışırken kadın hakları konusunda Anadolu’da yaşamış, İstanbul’da yetişmiş bir Türk kadını olarak pek çok değerlendirmede bulunur. Bu yönüyle, muhafazakar bir kadın hakları savunucusudur. Haksızlıkları mercek altına alırken problemlere yapıcı çözümler aramasıyla da milliyetçi, vatansever bir kadın yazardır. Aşk ve Zafer, kadın edebiyatımız açısından bu sebeplerle tetkik edilmesi gereken bir romandır. Aşk ve Zafer, heyecanlı olay örgüsü, milli heyecanın had safhada olduğu Milli Mücadele dönemi romanı ve milliyetçi bir kadın yazarın kaleminden çıkmış bir eser olması yönüyle günümüz okurlarına hâlâ çok şey söylemektedir.
* * *
Roman, her biri kendisi içerisinde 7 alt bölümden oluşan iki ana bölümden oluşmaktadır. Halide Nusret, olayları belli bir merkez çevresinde yönetmek ve konunun dağılmasına meydan vermemek için farklı başlıkları olan bölümlere yer vermiştir. Yazar, bu teknikle bir aşk hikayesini romanın merkezine oturtmak ve yan olayları bu merkezden yönetmek konusunda başarılıdır.
Yaklaşık 25 yıl boyunca konusunu tasarladığını söylediği, 4 yıl malzeme topladığı7 bu romanda, olaylar mantıklı bir bağla birbirine bağlanmıştır. Romanın birinci bölümü İstanbul’da, Cihan harbini içerirken ikinci bölümü Urfa ve Ankara’da Kurtuluş Savaşı’nda geçer. Halide Nusret’in bu şekli tercihi anlamlıdır. Bu yapı ile İstanbul’un savaş öncesi ve sonrası arasındaki farkını, okuyucuya mukayese ettirir. Romanın birinci bölümünde uzun uzun I. Dünya Savaşı İstanbul’unun sosyal, ekonomik ve fiziki panoramasını çizerken romanın son bölümünde I. Dünya Savaşı’ndan yaklaşık 20 yıl sonraki görüntüsünü, Cumhuriyet dönemi İstanbul’unu tasvir eder. Arada geçen bölümler ise Urfa ve Ankara’nın Kurtuluş Savaşı sırasındaki sosyal, siyasi, ekonomik ve fiziksel halleridir. Yazar, bu farklı mekan ve zamanları İstanbul ekseninden birleştirirken ustaca hareket eder. Bu bağlamda, İstanbul bütün olay örgüsünün mihenk taşıdır.
Roman, bir aşk macerası etrafında neredeyse ülkenin geçirdiği yarım yüzyıllık serüveni anlatır. Halide Nusret, vermek istediği tarihi ve içtimai arka planı bu aşk hikayesi çerçevesinde ustalıkla sunar. Savaş ve inkılaplar ile bu aşk iç içe geçmiş gibidir. İkisinde de bir dağılma görülmez.
Aşk ve Zafer’in zengin konu arka planı ve etkili üslubuna rağmen eksiklikleri vardır. Yazarın “gerçek dünyadan” alınma dediği olay ve kahramanlar realist bir romanda olduğu gibi tamamiyle gerçeklik duygusu vermezler. Roman, zaman zaman “romanesk”e dönüşür. Bunun en büyük sebebi şahıs kadrosudur.
Romanda klasik bir konu, üçlü aşk söz konusudur. Romanın baş kahramanı Zinnur, İstanbul’da yetişmiş, oldukça güzel, ailesinde pek çok sanatkar bulunan, eğitimli bir paşa kızıdır. İbrahim, Urfa’da yetişmiş, bununla beraber İstanbul Sultanisi’nde okumuş, asil ve zengin bir ailenin çocuğudur. Romanda Zinnur’un dışında az da olsa iç dünyasında çatışma yaşayan tek kahramandır. Aldığı eğitim ile içinde doğup büyüdüğü çevrenin geleneksel yapısı arasında büyük bir tezat vardır. İbrahim bu tezatı, sadece Zinnur’a olan aşkı sırasında duyar. Zeliha ise, İbrahim’in amcasının kızıdır ve doğduğunda bu yörenin gelenekleri mucibince bu iki genç nişanlı sayılmıştır. Zeliha, eğitimsiz, erkeğine körü körüne bağlı bir genç kızdır. Halide Nusret, onun şahsında kadın konusunda Güney Doğu gerçeğini gözler önüne serer.
Zinnur, İbrahim ve Zeliha aşk üçgeni etrafında zengin bir şahıs kadrosuna sahip romanda, Halide Nusret kahramanları seçmede ustadır. Fakat bu kahramanlar, olay örgüsü içerisinde kendilerine düşen rolleri ustalıkla yerine getirirken başarılı bir romanda olması gereken çatışma ve psikoloji neredeyse yoktur. Zinnur, İbrahim ve Zeliha fiziki anlamda ortak paydada roman boyunca hiç birleşmezler. Bu da, çatışmayı engelleyen bir durumdur. Yalnızca Zeliha’nın Zinnur’a gönderdiği mektup ve İbrahim’in Zinnur’a gönderdiği mektupla ufak da olsa bir çatışma olur. Romanda beklenen çatışma, ancak bu mektuplar sonrasında Zinnur’un iç dünyasında olur ki, yazar bu çatışma etrafında İstanbullu, modern bir kadınla Urfalı köylü kızın farkını ortaya koyar. Bununla beraber, romanda bu büyük farkı ortaya koyarken Zinnur’un derin bir psikolojik tahlilini yapmaz. Zinnur, kumayı kabul eden bu Urfalı kızı anlayamaz, kıskançlığının etkisiyle İbrahim’den sonsuza dek ayrılır. Yazar, bu trajediyi birkaç ağlama sahnesi, Zinnur ile teyzesi arasındaki diyalogla verir. Zinnur’un iç dünyasını derinleştirmiş olsaydı oldukça orijinal bir konu Güneydoğu – İstanbul, gelenek – medeniyet çatışması daha etkili bir şekilde romana dahil olmuş olurdu.
Zeliha’nın iç çatışma yaşamayışı ise diğer karakterlerin aksine “gerçek”çidir. Zeliha, Urfa’nın gelenekleri ile yetiştirilmiş klasik bir köylü kızdır. Doğduğunda nişanlandığı İbrahim’e tutkundur ve onu ölene kadar bekler. Onun bir başka kadını sevmiş olması bile onun duygularında bir değişiklik yapmaz. Öyle ki, Zinnur’a yazdığı mektupta, “Eğer sen “Al” dersen İbrahim beni de alır. Bizim erkeklerimiz bir kadınla kalmazlar, İbrahim gibi bir beyzadeye sen layıksın amma ben de onun amcası kızıyım; vebalim boynumadır.” der. Bu çerçevede Zinnur başka bir kadınla paylaşmaktan ise aşkından vazgeçerken, bu sosyal gerçeğe bağlı olarak Halide Nusret, Zeliha’yı çatışma-sız, tevekküllü bir ruh haliyle verir. İki kadın arasında kalan bir kahraman İbrahim ise, Halide Nusret’in kahramanlarının çoğu kadın olan romanlarında çizdiği en dikkate değer erkek karakterdir. Diğer romanlarında, erkek kahramanlar sadece baş kahraman olan kadınları tamamlamak, olay örgüsü içerisinde kendilerine biçilen rolü yerine getirmekle görevli, çoğu “tip” özelliğiyle öne çıkan kişilerdir. İbrahim ise, bütün cepheleriyle romanın diğer iki önemli kahramanı Zinnur ve Zeliha kadar kapsamlı verilir. Vatan aşkı ile Zinnur’a duyduğu aşkı birleştiren bu kahraman, aslında Halide Nusret’in ideal erkek tipidir. Eğitimli, romantik, fedakâr… İbrahim, iki coğrafya arasında yaptığı mukayeselerle Türk romanının konu arka planına önemli değerlendirmeler ekler. Çok derinleştiril-memekle birlikte iç dünyasında da bu iki farklı kültürün çelişkilerini yaşayan İbrahim, artık benimsemediği bu kültürün kurbanı olur. Bununla Halide Nusret, geleneklerin, kültürün baskın yönünü vurgulamış olmaktadır.
Romanın hem olay örgüsünü hem de konu arka planını oluşturan bu aşk macerasının dikkat çekici yönleri vardır. Halide Nusret, bu aşk etrafında evlilik ve flört gibi konulara döneminin pek çok kadın yazarından daha farklı bakar. Onun bakış açıcı romanın olay örgüsünün ardında ustalıkla gizlenmiştir. Yazar, hamasi duygularının etkisiyle zaman zaman konu akışını bölmekle birlikte aşk ve evlilik gibi romanın en önemli iki konusunu olayın içine ustalıkla yerleştirmiştir. Zin-nur ve İbrahim’in aşkı, biraz Tanzimat romanlarındaki aşkı hatırlatır. Yüz yüze görüşmeleri roman boyunca yalnızca bir kez olur. Zinnur, İbrahim’den gelen aşk mektuplarına ise uzun süre cevap vermez. Ancak babasından istemesini belirtmek için kısa bir mektup yazar. Nişan sonrasında ise görüşmeleri yine mektup aracılığıyladır. Zinnur’un babası Fahrettin Bey de ancak bu kadarına müsaade eder. Romanın bir yerinde yazarın sözleri, bunda bilinçli hareket ettiğini ortaya koyar mahiyettedir: “Evet evlenmişler, amma sevişmeden. Yani evlenmeden evvel değil. Evlendikten sonra sevmişler birbirlerini. Bu temiz bir şey. Eskiler: ‘Sevip dostuna varma, boşanıp kocana varma!’ demişler…”
Halide Nusret, romanlarındaki zengin şahıs kadrosuna mukabil hayatın içinden, canlı karakterler vücuda getirememiştir. Bunda pek çok sebebin yanı sıra kişiliği ve yukarıda bahsettiğimiz hususlar etkilidir. Kızı Emine Işınsu, Halide Nusret’in romancılığının bu eksik yönünü tarif ederken çok önemli tespitlerde bulunur: “Annemin romanlarına gelince gerçekten iyidirler. Kendisi yazarken pek rahat değildi. Okurlarının değer yargılarını önemser; onların yazılanlarla Halide Nusret’in hayatını karıştırabileceklerinden, bazı gereksiz yakıştırmalar yapabileceklerinden endişe ederdi. İsterdi ki romanlarının baş karakterleri de kendi hayatı kadar lekesiz, namuslu, dürüst bir ömür sürmüş olsunlar. Bu endişesi olmasaydı sanırım çok daha kuvvetli, gerçekçi romanlar yazacaktı”
Şahıs kadrosu dolayısıyla değindiğimiz kadın konusu romanın merkezinde yer alır. Halide Nusret, kadının üç önemli cephesi, hissi arasında gerilimi sağlar: aşk, kıskançlık, annelik. Diğer romanlarında olduğu gibi kadının bu üç güçlü duygusu olaylara yön verirken romanın sonunda galip gelen duygu annelik olur. Aşk, kıskançlık, annelik üçgenindeki Zinnur’un bir başkasıyla yaptığı evlilik sonrasında dünyaya gelen çocukları ve evlat sevgisi olayların düğüm noktasıdır.
Aşk ve Zafer’in zengin konu arka planı oldukça çarpıcıdır. Urfa’da yaşamış bir İstanbullu kadın yazarın gözünden kadınının konumu olayları, mekanı ve zamanı yönlendiren asıl unsurdur. Halide Nusret’in eserinde göstermek istediği, iki farklı kültürdeki kadının konumudur. O, bazen aşikar bazen gizli Zinnur’un yanındadır, Urfa’ya eleştirel bir gözle bakar. Urfa’daki çok eşle evlilik, genç kızların eğitimi, kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesi gibi hususları eleştirirken Urfalı bir genci İstanbul’da bir paşa kızına âşık ederek “flört” konusundaki görüşlerini de sunmuş olmaktadır. Yazar, bunu yaparken başarılıdır. İstanbul’da eğitim almış İbrahim’in ya da Zinnur’un gözünden Urfa’yı anlatırken yazar anlatıcı olarak araya girmez. Yazar, doğrudan olmasa da dolaylı olarak Urfa kadınının teslimiyetçi yapısının karşısındadır. Bununla birlikte o Milli Mücadele’de aktif rol oynamış “Rahme Ana” karakteriyle Türk kadınının üstün yönlerini, faziletlerini de anlatır.
Halide Nusret’in mekan tasvirleri genellikle şairanedir. Onun şairlik vasfının özellikle mekan tasvirlerinde yoğun şekilde öne çıktığı görülmektedir. Her bölümün başına yerleştirdiği mısraların yanı sıra özellikle tasvirler arasındaki şiirler de bunu sağlamaktadır. Dolayısıyla onun mekan tasvirleri fazlasıyla romantiktir. Halide Nusret, dönem şehirlerini, bizzat şahit olmuş bir yazar olarak her yönüyle ortaya koyar. Tarihi ve sosyolojik bilgiler fazlasıyla yer alır. Fakat mekan tasvirlerindeki romantizmin yanı sıra Halide Nusret’in duygusal yaklaşımı, hamasetin öne çıktığı bölümleri artırmıştır. Romanda mekanın gerçekliği adına bir kusur sayabileceğimiz bu durum, yazarın araya girmesiyle bakış açısı sorununu beraberinde getirmektedir. Eserin bütününde tanrısal bakış açısı tercih edilmekle birlikte özelikle savaş sahnelerinde yazar anlatıcı olarak olaya dahil olur. “Zevk İçin Çalışmadılar” bölümünde Birinci Cihan Harbi’nin gençlik üzerindeki etkisini anlatırken yazar anlatıcı araya girer, Mehmet Akif’ten mısralarla coşkun bir üslupla tasvirler yapar. Anlatıcının değiştiği yerlerin bazıları da alıntılarla olur. Fakat alıntılar yine roman tekniği açısından problemlidir ve yazarı fazlasıyla hissettirir.
Çerçeve zamanı yaklaşık 40 yıl olan romanın reel zamanı 1917- 1920 yılları arasıdır. Zaman, romanın bütün olayları ile organik bir bütünlük içerisindedir. Aşkın başlaması harbin dördüncü yılında Çiftehavuzlar’a tebdil-i hava için gönderilmesinin sonucudur. Aşk, İstanbul’un işgali, Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ile gelişir. Urfa Kurtuluş Savaşı ise ayrılığın başlangıcıdır.
Yazar, diğer romanlarında kullandığı günlük, hatıra defteri gibi bakış açısını I. tekil şahsa dönüştüren anlatım tekniklerine bu romanda çok fazla yer vermez. Romanda yalnızca mektup kullanılır. Bu mektuplarla iç monologların azlığı nedeniyle göremediğimiz kahramanların kendileriyle karşılaşırız. Eserde şiir, türküler dil ve üsluba etki etmiştir. Çok sayıda mısranın ve türkünün yer aldığı romanda, Halide Nusret’in şairliği ve kadın duyarlılığı üsluba tesir etmiştir. Üslup açısından bir başka önemli nokta, yazarın Urfa’yı anlattığı bölümde yörenin şivesini aksettirme çabasıdır.
***
Milliyetçi bir yazar olan ve edebiyat dünyasına atıldığı ilk günden itibaren Türkçülüğü ile öne çıkan Halide Nusret’in Aşk ve Zafer’deki kadın konusundaki düşünceleri kadın edebiyatında önemli açılımlara imkân tanımaktadır. Eser, bu yönüyle feminist okuma, sosyolojik okuma gibi tekniklerle incelendiğinde kadın konusunda kesin tavır ortaya koyan eserler arasında yer aldığı görülecektir. Türk modernleşmesinde kadın konusu, başlıca unsurlardan olması ve Aşk ve Zafer’in bu konuda özgün yaklaşımlar sunması; eseri, okunmaya değer kıldığı gibi ciddi tetkiklere de büyük bir kaynak olarak öne çıkarmaktadır.
Halide Nusret’le ilgili çalışmalarım süresince her zaman fikirlerinden istifade ettiğim, büyük yardımlarını gördüğüm muhterem hocam Prof. Dr. Sema Uğurcan’a ve Halide Nusret’in eserlerinin yayımlanması hususunda büyük gayretler gösteren Emine Eroğlu Hanım’a teşekkürü bir borç bilirim.
Betül Coşkun
HALİDE NUSRET VE “AŞK VE ZAFER”
Romanlarımdaki “anne” tipleri umumiyetle olumsuzdur. Çaresiz, zavallı, fedakârlık gösterileri arkasında benliklerini besleyen yahut aşırı hırslı.. Şöyle böyle. O “anneler”in benim anamla münasebetlerinin bulunup bulunmadığı sorulmuştur. Ben de sordum bu suali kendi kendime. Cevabım, içtenlikle “Hayır” oldu. O anneler, benim annem Halide Nusret Zorlutu-na değildir.
Benim anam, her türlü gösterinin ötesinde gerçekten fedakâr bir kadındır. Aşırılığı ise hassasiyetinde ve belki cemiyetin değer hükümleri karşısında gösterdiği dikkattir.
Vatani vazifeyi her türlü sorumluluğun üstünde tutan, “Zorlu” bir askerin eşi; zamanı şimdiki gibi değil, şartlar bilhassa ordu mensupları için çok ağır ve yıpratıcı… Şair, yazar, öğretmen hanım kâh katır sırtında, kâh at; bazen iptidai otobüslerde, bazen kamyonda, zaman zaman da trenle dolaşır yurdun dört bucağını. Yanında eşi, annesi, sonra oğlu ve derken kızı. Mahrumiyet bölgeleri, bazı şehirlerde lise var ama ekserisinde bir tek ortaokul. Edebiyat ve Türkçe hocalığı yapar. “Benim Küçük Dostlarım”, “Evlatlarım” dediği talebelerinden bir küçük demettir. Yıllar önce yayımlanan bu kitabın ikinci baskısını 1977’de Kültür Bakanlığı yaptı. Annemle talebeleri arasında pek çabuk oluşuveren samimiyet ve dostluk havasına şaşmışımdır, fakat beni asıl şaşırtan, gittiğimiz her şehirde yahut kasabada, hatta bir prevantoryum köşesinde annemin etrafını hemen çevreleyen, ondan bir şeyler bekleyen her yaştan ve çeşitli kültür seviyelerinden meydana gelen insan kalabalığı olmuştur. Ondan bir şeyler beklerler. Yalnız bilgi değil elbet, – çünkü edebiyata dair çok soruları vardır.-fakat ne? Bir genç kızın ümitsiz aşkından, çeşitli aile dertleri, çocuk problemleri, problemli çocuklar, eş-dost geçimsizlikleri, yazı heveslileri, genç kabiliyetlere kadar. Bilhassa sıkıntılar! Annem, hepsine cevap verebiliyor muydu, bütün bu konularda söz sahibi, nasihat sahibi olacak kadar bilgili ve yetenekli miydi? “Öyleydi.” diye kestirip atmak, satıhta bir cevap olur. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim, annem karşındakinin derdiyle, meselesiyle yürekten hemhâl olurdu. Verdiği, samimiyetti; içten gelen riyasız duygularıydı, imanından doğan huzur ve saflıktı. Bu yüzden o, üç şiirinde insanlardan korktuğunu, onlara acıdığını ve onları sevdiğini söylerken son derece içtendi.. diyorum.
İlk hatıralarım arasında, okuldan eve, evden okula koşup duran bir hanım var. Küçük kızı, saatin yelkovanı ve akrebine dikip gözlerini, anasının dönüş vaktini kestirmeğe çalışır. Anne, telâşlı ve heyecanlı bir hanımdır, ev işi yaparken, yüksek sesle şiirler okur. Eğer bir mısraı unutmuşsa, arûzun vezni ile tamamlar onu, öteki mısraa atlar. Meselâ: “Körfezdeki durgun suya bir bak göreceksin / Mef û lü – me fâ î lü – me fâ î lü
– fe û lün/ Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin.” devam edip gider. Bu yüzden olacak çocukları, çocuk yaşlarındayken öğrenmişlerdi arûzu.
Bir de masa başındaki genç kadın; pek çok kurşun kalem, silgi, kalemtıraş, sarı defterler ve öğrenci vazifeleri, öğrenci yazıları ve bunlar için mutlak kırmızı kalem. Bu bitmek tükenmek bilmeyen vazife kâğıtlarını titiz bir dikkatle düzeltiyor, bilhassa kompozisyona ehemmiyet veriyor, her kâğıdın altına, âdeta çocuğun tahririnden daha uzun bir tenkit yazıyor ve mutlak teşvik edici sözlerle bitiriyor… Sarı defterler ise kendi yazıları, şiirleri için.
Hâlâ daha kurşun kalemle yazar, ucu silgili kurşun kalem onun için pek sevindirici bir hediyedir.
Hediyeden söz açılmışken şunu belirteyim: Annem, yalnız maddi imkânsızlıklar yüzünden değil, ehemmiyet vermeyi bir nev’i zaaf addettiği için, giyim kuşam ve takılarla ilgilenmezdi. “Bir büyüsem, zengin olsam, anneme kürk ve tek taş pırlanta alsam.” diye pek düşünmüşümdür. Eh, o zamanlar gördüğüm, tanıdığım bazı paşa hanımları, kürklü ve pırlantalı idiler!… Annemin yazarlığından dolayı, o hanımların karşısında üstünlük falan duymaz, bilâkis onların giyim kuşam ve takılarına annem namına özenirdim!
Çocukluğumun “anne” manzarasını tamamlayan seccade bölümü de vardır, beş vakit. Beyaz baş örtüsünü çevrelediği boyasız yüzü. Tesbih şıkırtısı ve nedense hiç unutmadığım “Ya Vedud.. Ya Vedud..” zikri.
Ve misafirler.. misafirler.. ve pek çeşitli sosyal müessesede, yardım derneklerinde faal görevler. Hepsinin içinde, arasında yazarlığa vakit bulması – bana göre- bir mucizedir! Çünkü sağlığı da hiçbir zaman iyi değildi. Geçirdiği ve beraber yaşamayı öğrendiği rahatsızlıkları belki tam hatırlayamam. Ondaki enerji; gücünü hayata bağlılıktan mı, yoksa sadece imandan mı alır bilemem. Belki ikisinden de. Önceki yıl “Hac”a gitmeğe karar verdiğini bir dost evini beraberce ziyaret ettiğimiz vakit, o dosta açıklarken öğrenmiş; öfkeden, şaşkınlıktan taş kesilmiştim. Çankaya’daki evinden Kızılay’a yalnız gidemeyen şu zayıf ve rahatsız hatun, bu yaşında! Yakın çevresinin ve bilhassa benim şiddetli karşı koymalarımıza rağmen, kararında diretti. Gerçi yalnız değildi. Allah razı olsun bir eski öğrencisi ve onun eşi annemin sorumluluğunu üzerlerine almışlardı amma. İşte ben, hava alanında bir dost kalabalığı arasında onu mukaddes topraklara yolcu ederken, anamı bir daha hiç göremeyeceğimden emindim. Zayıf bedeni o toprakları istemişti, Allah da kabul etmişti duasını.. böyle düşünüyordum.
Hac dönüşü annem, çok daha sağlıklı ve mutluydu! Kalbî arzusuna onca karşı gelmiş olduğum için kendimden utandım.
İşte böyle kopuk kopuk hatıralar, ince kalın çizgilerle anlatmaya çalıştım tanıdığım Halide Nusret Zorlutuna’yı. Bir evlât, kendi bencil hislerinden – sevgiden yahut tenkitlerden
– sıyrılıp, nasıl tarafsız bir gözle bakabilir anasına? Elimden geleni yaptım. Şimdi “Aşk ve Zafer” den söz açalım.
Dolaştığımız yerler arasında Urfa’ya bir başka türlü tutuldu annem. Şehrin mistik havası; halkının sıcak kanı, mertliği. Mahalli gelenek ve âdetlerin çeşitliliği, renkliliği. İstiklâl Savaşı’nda; kendi başının çaresine bakıp dillere destan bir kurtuluş muharebesi vermiş olması. Saymakla tükenir mi? Suruç ovası, çiğ köftesi, geceleri ve insanlarıyla annemin kaleminde şiirleşti Urfa. Urfa’dan ayrılıp Sarıkamış’a gittikten, Ankara’ya geldikten sonra bile “Urfa’ya, hasretim var” diye sesleniyordu.
“Aşk ve Zafer” mütareke zamanının İstanbul’undan manzaralar verir ve Urfa kurtuluş muharebesini: İstanbul’lu bir kızla Urfa’lı bir gencin aşklarında şiirleştirerek anlatır.
Yedi, sekiz yaşlarındaydım, hatırlıyorum, annem pür heyecan babama anlatırdı:
“Paşam, bugün Müftü Efendi ile görüştüm, savaşın pek çok vesikası var onda. Ata’ya çekilen telgrafları, gelen cevapları, hepsini gösterdi. Notlar aldım.”
“Hacı Mustafa Efendi ile de görüştüm, muharebeye bizzat katılan birkaç gaziyi de tanıttılar bana. Çok heyecanlandım, çok.”
“Biliyor musun paşam, muharebenin ilk gecesi.”
“Bugün çarpışılan sahayı adım adım gezdim, Mahmut Nedim konağındaki kurşun yaraları olduğu gibi duruyor. O günleri, o geceleri yaşadım. Yaşadım paşam.”
Annem böyle söylediği vakit; babam ciddi ciddi gülümserdi. Bu “Ciddi gülümseme” ona has bir özellik olsa gerekti yahut da Trablus’tan Balkanlar’a, Çanakkale’ye, İstiklâl Savaşı’na kadar cephelerde çarpışırken aldığı yaraları, gıdasızlıktan dökülen bütün dişleri düşünür, şu “yaşama” olayını, kendi açısından bir hoş karşıladı.
Roman hakkında anneme birkaç soru sormak istedim:
– Mütareke zamanı İstanbul’unu yahut kurtuluş muharebesi veren Urfa’yı değil de, şu romanı baştan başa ören aşkı merak ediyorum, öyle bir aşk ki, İbrahim’de vatan aşkı ile iç içedir. Delikanlı al bayrakta bile sevdiğinin yüzünü görür. Bu aşk hakkında söyleyecekleriniz var mı?
– Yaşanmış bir aşktır, benim için temiz ve aziz bir hatıradır. Aslında İbrahim, Urfa’lı değil Maraşlı’dır. Maraş’ın eski, köklü ailelerinden birine mensuptur. Biliyorsun Kahraman Maraş da, İstiklâl Savaşı’nda kendi göbeğini kendi kesti; kurtuluşunu bizzat öz evlâtları, kendi hakkıyla, kanı pahasına kazandı.
– Peki ya Leylâklı Köşk’ün güzel kızı?
Bu sualime, annem hafifçe tebessüm ediyor:
– O hanım kız, romanda gösterildiği kadar güzel değildi!… Evet, romanın yalnız Zinnûr’la ilgili bölümlerinde epeyce hayâl payı vardır.
Bir zamanlar çocuk kalbimi kıskançlıkla dolduran bir olayı hatırlıyorum, annem Kemâlettin Kâmî’nin vefatını öğrendiği zaman ağlamıştı.
– Kemâlettin Kâmî’ye dair de bir bahis var.
– Ah rahmetli çok sevdiğim bir arkadaşımdı. İyi bir şair, iyi bir insandı. Bizim zamanımızda kadın erkek arkadaşlıkları daha saygılı, daha bir değerli mi oluyordu, bilmem. Ben romanımda bu kıymetli arkadaşımı, öylece anmak istedim.
– Zeliha’da kastettiğiniz belirli bir şahıs var mı?
– Hayır.
– Ben şahsen ve sanırım bir çok kimse sizin nesrinizi, şiirinizden üstün buluruz; bu konuda söyleyeceğiniz bir şey var mı, yahut tercihiniz?
– Bilmem ki, bu sual iki çocuğunuzdan hangisini daha çok seviyorsunuz gibi geldi bana. Cevap vermek güç, belki de imkânsız. Ancak şiir, zaman ve mekân tanımadan kendi kendine gelir, bazen uykudan uyandırır insanı. Sonra yazarsınız, rahatlarsınız. Şunu da belirteyim, kâğıda geçen şiirlerim, hiçbir zaman gönlümdekilerin güzelliğine erişememiştir. Romana gelince; evet… Roman beni asıl yaşamam lâzım gelen hayattan koparır. Karakterlere ve romanda geçen olaylara öylesine kendimi kaptırırım ki; dış dünyadan herhangi bir müdahale beni çok rahatsız eder. Kahramanlarım beni sürükleyip götürürler, meselâ “Beyaz Selvi”yi tasarlarken, sonunu hiç de öyle düşünmemiştim, fakat karakterlere söz geçiremedim, istedikleri neticeyi elde ettiler!… Velhasıl yazarken iki dünya arasında kalmış gibi oluyorum; sıkıntılı, şaşkın hattâ sinirli. Fakat bu hâl de bir çeşit mutluluktur; bilirsin yavrum. Her neyse ben, sorduğun konuda bir şey söyleyemeyeceğim, tercih yapamayacağım. Karar, okuyucumun.
Evet, Halide Nusret Zorlutuna ve “ Aşk ve Zafer” hakkında karar; okuyucunun!
Ben anneme ve yurdumun bütün analarına, Allah’tan uzun ve sağlıklı ömürler niyaz ediyorum.
Emine IŞINSU
Birinci Bölüm
ZİNNUR
“Tepeden tırnağa dek nur gibi, billur gibi!’’
Nedim
İstanbul’un baharı güzeldir. Hele yazlıklarda, hele Çifte-havuzlar’da, baharın tadına doyum olmaz.
Bahçelerde bir gölge ve ışık, bir renk ve ahenk cümbüşü vardır. Dünyanın en güzel denizinden esen tatlı bir rüzgâr; bu bahçeleri dolaşır; çiçeklerin en güzel kokularını koparır, kuşların en güzel şarkılarını alır; sonra kafesleri, panjurları, tül perdeleri hiçe sayarak, köşklerin içine dalar, İstanbul’un nazlı kızlarını uykudan uyandırır.
1917 baharı da İstanbul’a -kendinden evvel gelenler gibi-böyle coşkun, böyle sarhoş bir güzellikte gelmişti. Hatta evvelkilerden daha da bir güzel, daha da alımlıydı sanki.
Harpmiş, darpmış; gidenler dönmüyor, kalanlar perişan oluyor… Memlekette açlık varmış, sefalet varmış… Çiçeklerin umurunda mı?… Kuşların haberinde mi? Onlar kendi tabii hayatlarını iyi yaşamaya bakıyorlar; kendilerine düşen vazifeyi ellerinden geldiğince kusursuz yapmağa çalışıyorlar: Çiçekler renk renk açılıp saçılıyor, kuşlar tatlı tatlı sevda türküleri söylüyorlar… Ama kuşlar artık Çiftehavuzlar’ın nazlı kızlarını uykudan uyandıramıyorlar. Bu vazifeyi şimdi askerin “Kalk borusu” yapmaktadır.
Bir leylâk ormanı içindeki eski ahşap köşkün üst kat odalarından birinde de Zinnur, gün doğarken, boru sesleriyle uykudan uyandı ve her zamanki gibi içi bir tuhaf oldu, burkulur gibi, ezilir gibi… Uykuyla uyanıklık arasında hep aynı düşünce: “Harb içindeyiz. Harb… Harb… Gidiyorlar… Bir türlü dönmek bilmiyorlar. Halil ağabey de gitti, dönmedi… Hiç dönmeyecek.. Zavallı babası, mezarını bile Çanakkale’de boşu boşuna aradı… Dayım da gitti, boyalarını, fırçalarını bırakıp cepheye koştu arkadaşlarıyla beraber… Allah’ım, o dönsün… Dayımı bize bağışla! Bize bağışla!… ”
Bu Zinnur’un sabah duasıydı; her sabah uykudan uyanırken tekrarladığı bir dua.
Göz kapakları ve bütün yüzü; bir manolya yaprağı kadar düz, pürüzsüz ve tatlı bir beyazlıkla beyazdı; hem mat, hem de içinden ışıklı, garip bir beyazlık.
Uzun kirpikleri, ince ve keskin kaşlarına doğru yükselince, bir çift iri yeşil göz, günün ilk ışıklarıyla ıslak ıslak parıldadı. Biraz kalın, kırmızı dudaklarının arasında bembeyaz dişleri, kızın içini ezen duygulardan, düşüncelerden habersiz, kendi başlarına gülüyor gibiydiler…
Askerin oturmasına tahsis edilmiş bulunan deniz boyundaki köşklerden zabit namzetlerinin marş sesleri geliyordu:
“Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar… ”
O günden tam iki yıl sonra, güneş başlı bir büyük komutanın, bu marşı söyleye söyleye Samsun sahillerinden Anadolu içlerine gideceği; vatanı bir korkunç felâketten kurtaracağı o tarihte kimin aklına gelirdi?
Genç kız, hisli göğüsler gibi kabarıp inen tül perdeye baktı; sonra yorganı üstünden itti. Yumuşak patisten yapılmış ve
ince dantellerle süslenmiş beyaz geceliğinin üstünde kalın, siyah örgü göründü, sonra yüzü gibi pürüzsüz ışıklı bir beyazlıkla beyaz ve çok biçimli bacaklarının ucunda pembe topuklu iki ince ayak, bu şaheser güzelliği tamamladı.
Fakat az sonra örgülerini çözüp aynanın karşısına geçtiği zaman, omuzlarından diz kapaklarına kadar dalga dalga inen simsiyah saçları ile daha da güzel oldu. Büyük bir ressamın zengin muhayyilesinden doğmuş bir tablo kadar güzel.
Zinnur her gün görmeğe alışık olduğu bu tabloya kayıtsız bir bakış fırlattıktan sonra, saçlarını taramağa başladı. Kafa-cığında kendi güzelliğinden çok daha mühim meseleler vardı. Bu gece, rüyada Halit ağabeyi görmüştü. Tam kendine yakışan bir masal şehzadesi kıyafetinde, sırmalar içinde. Göğsü, babasının nişanları gibi parıl parıl nişanlarla dolu. O acayip, uzak gülümseyişi ile gene: “Kim bu zümrüt gözlü küçük kız?” demişti. Sonra birden o kaybolmuş, dayısı karşısına dikilmişti, “Beni tanımadın mı Nurkuş?” diye gülüyordu. Ne kadar açık bir rüyaydı. Yoksa?… Hayır… Zinnur bunu aklından geçirmeye bile tahammül edemiyordu. Dayısı dönecekti, dönecekti.
Uzaklardan marşın son nağmeleri geliyordu:
“Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin, inlesin!”
***
Zinnur; dedesi Abdülhalim Paşa’dan, babası Fahrettin Paşa’ya intikal etmiş bulunan bu köşkte, yirminci asrın birinci baharında dünyaya gelmişti.
Baba soyunun hemen bütün erkekleri asker olduğu halde, ana soyunda birçok sanatkâr vardı: Annesinin merhum dedesi, meşhur bir hattat imiş; babası tanınmış bir muharrir, erkek kardeşi ressamdı. Kız kardeşi Vedia güzel keman çalardı, merhum annesi de, güzel sanatların hiçbir kolunda şöhret yapmamış olmakla beraber hepsinden az çok anlardı. Gayet ince, zarif, tatlı, neşeli bir kadındı. Onun neşesi evi bir güneş gibi aydınlatır, ısıtırdı. Buna rağmen bu kadında hemen solmaya hazır bir çiçek hâli vardı.
Orduda sertliği ile tanınmış olan babası Fahrettin Paşa, hanımının yanında çok halim selimdi; onu incinmekten, ürkütmekten, kırmaktan korkardı sanki.
Zinnur; ayrı karakterler taşımalarına rağmen birbirlerini son derece sevip sayan bu iki asil ve iyi insan arasında kendini bildi.
Köşkte, onlardan başka kemanı bülbül gibi söyleten genç, güzel teyzesi vardı. Daha da bir sürü insan: Dadılar, bacılar, kalfalar, ağalar, alıcılar, seyisler, bahçıvanlar… Fakat Zinnur’u onlarla temas ettirmezlerdi. Zinnur ile gürbüz bir Anadolu kızı olan kendi dadısı Gülsüm, bir de bacısı -yani annesinin dadısı- Cemalifer Kalfa meşgul olurdu.
Bu yaşlı Çerkez kızı bir sürü güzel masal bilirdi. Fakat bunları Zinnur’a ancak onu gündüz uykusuna yatırdığı zamanlar söylerdi. Her seferinde de:
“Gündüz masal söylenmez ki sultanım. Allah vere de donumuza fare kaçmasa.” diye yalancı bir endişe gösterdikten sonra:
“Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde develer tellâl iken, keçiler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken…” tekerlemesi ile başlar; ona şehzadelerle bahçıvan kızlarının; sultan hanımlarla genç çobanların devli perili aşk maceralarını anlatırdı.
Ama Zinnur annesinin masallarını daha çok severdi.
Bedia Hanım, kızına çok düşkün olduğu için, onu kendi yatak odasının bir köşesinde yatırırdı.