Aşkale Yolcusu Kalmasın | Ahmet Aziz


“Aşkale Yolcusu Kalmasın”dan önceki ilk romanım “Triumvira” üzerine (yayın sırasına göre) şu ifadelerin yer aldığı yazılar çıkmıştı:

“Diliyle, kurgusuyla, kişi ve karakterleriyle, yarattığı İstanbul atmosferiyle de sağlam bir roman.”
A. Ömer Türkeş / Radikal Kitap

“Tarihin sisinden bilinçle, bilgiyle, duyguyla, özenle süzülmüş ışıl ışıl bir roman.”
Nihat Behram / Cumhuriyet Kitap

“Romanı bitirdikten sonra yakın tarihimizde bir gezintiye çıkmış gibiydim. Tarihin derinliğinde bir su pınarının pırıltısı içindeydim. (…) Bu roman okunmalı, tartışılmalı!..”
Hikmet Çetinkaya / Cumhuriyet

“Hikâyenüvis Ahmet Aziz’in kaleminden cıva gibi bir roman elimizdeki…”
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap

“Az sayıdaki gerçek ve gerçekçi romanlardan biri. (…) Romanı roman yapan öğelerin tümünü taşıyor olması bu başarıyı daha somut kılıyor; aynı zamanda, bundan sonra yazılacak tarihsel romanlara olumlu örnek oluşturuyor.”
Burhan Günel / Evrensel Kültür

“Ahmet Aziz’in bu romanı, yakın tarihi yalnızca kurmaca boyutunda yorumlayan bir metin olarak kalmamakta, aynı zamanda bu tarihi temsil de etmektedir. (…) Ahmet Aziz, bir tasvir ustasıdır. (…) Anlatımı ve dili bir fenomen!”
Oşin Çilingir / Agos

“Aşkale Yolcusu Kalmasın”da da gene bir tarihsel dönemin kurgusunu yaptım. Paralardan ve pullardan başlamak üzere, Atatürk’ün üzerinin çizildiği Milli Şef dönemini, o karanlık yılları anlatmaya çalıştım. Yerli ve yabancı Nazileri, ırkçılığı, Varlık Vergisi’nin hangi noktalara kadar tırmandığını, halka uygulanan şiddeti, yaratılan korkuyu hatırlatmak istedim, Almanya’nın yenilgiye uğramasıyla ülkenin Amerika’nın kanatları altına girişinin, Kore Savaşı ile açılışı yapan Demokrat Parti iktidarının ilk aylarının resmini çizmeye çalıştım.

“Triumvira” üzerine elektronik postama gönderilen yazılar, internet sitelerindeki kısa veya uzun ifadeler, yüzüme karşı ya da gıyabımda kullanılan sözler, dergi ve gazetelerde yayınlanan yukarıdaki gibi değerlendirmeler beni onurlandırdı. Aynı duyguları tekrar yaşarsam mutlu olacağım.

Ahmet Aziz

***

1. Bölüm

Bu teneke mahallenin evlerinde hiddet, nefret, karamsarlık ve bedbinlik bir arada yaşıyordu. Dar sokağın iki yanına sıralanmış küçük evlerin taşlıklarından nafile yere abuk sabuk bağıran bazı kadın sesleri, pasif korunmaya geçmiş çocuklara pek de tesir etmiyor, öksürük nöbetine tutulmuş diğer bazı sesler arasında eriyip gidiyordu.

Bu mahalle, farkında dahi olmadan fikri bir sıkıntı içinde, çerden çöpten sınırlı düşüncelerini ince kalın parçalar hâlinde doğrayıp, birbirlerine karşı çeşitleyerek kullanıyor veya daha da haşinleşmiş kaba bir fikirsizlik, görüşü olmayan bir zemin üzerinde yaşıyordu. Bu durum mahalleyi bir anlamda mutlu da ediyordu.

Bütün bu mahallenin mukadderatı birbirinin aynıydı. Bu onlar için kararlaştırılmış kutsal bir yazgıydı. Burada yaşayan insanların; kullanıla kullanıla tahrip olmuş sinirleri bir anda tahrik olur, izzeti nefisleri, gururları bir anda kırılır, an geçmez gönülleri parça parça dağlanırdı.

Mim konulması lâzım gelen şey şudur ki, bu mahallenin tarihinde eksikliği hissedilmeyen tek şey vukuattır. Günlük geçim, onları geçimsiz birer savaşçıya dönüştürmüştü. Erkekleri gözü kara, kadınları kavgacıydı. Ve fakat gene aynı bu gözünü budaktan sakınmaz mahalle; dışarıda haddini bilir, buyruk dinler, güce korku dolu bir saygı ile iştirak ederdi.

Bu mahallede kaynayan bir tencerenin yaydığı nezih yemek kokuları zalim zamanların bitişi, bir ümidin yeniden başlangıcıdır, yanan bir mangalın başında oturmak ise, saadet içinde asri bir gece geçirmektir. Ne gardenparti, ne çay toplantıları, ne balo, buradaki konforun adı; kaynayan tencere ve ateş dolu mangaldır. Ve tuhafı da şudur ki, bu iki şey yüzleri tebessümle aydınlatır, limonküfü dudakları canlandırır, sesleri ahenkleştirir, sözleri güzelleştirirdi.

Ve kış, bütün enkazı ile birlikte bir defa daha gene aynı şekilde, yılışık bir sırıtkanlıkla yeniden mahalleye gelmişti.

Ve her zamanki gibi bugün de, pencere kanatlarından içerilere girmeye çalışan karanlık, gün ışığının son direncini de bastırarak, gündüzü uykuya yatırmak üzereydi. Tepelerdeki son bulutlar, boş buldukları çeşitli yönlere yavaştan hızlıya dağılmaya başlamıştı. Sanki sobelenmemek için birbirlerinden kaçıyorlardı. Hafiften oluşan esinti rüzgâra döndü. Rüzgâr serinletip ürpertti. Gökyüzünde bir yağmur kuşağı göründü. Damlalar teker teker, ince ince inmeye başladı. Şimşeklenmeden kaçamayan bulutlar, zirvelerden doğru kırık kırık, çizgi çizgi üst üste çakan sert ışık ve keskin parıltılarla kavrulup, tek renge dönüşerek karardı. Gittikçe şiddetini gösteren ve hızını artıran bir yağmur başladı. Gök patladı.

Necip, teneke mahallenin evlerini birer birer, hızlı hızlı arkasında bıraktı, adımlarını giderek daha da sıklaştırdı. Rüzgâr ve yağmur, Necip’in yüzünü nokta nokta tırpanlıyor, vücudunu ürperterek titretiyordu.

Çıldırmış gibi yağan yağmur, çok kısa zamanda çelimsiz toprak yolu eritmiş, çözüp çamurlamıştı.

Necip, evine yaklaşmıştı ki, tekmil muhitin tanıdığı Polis Nusret ile karşılaştı. Yağmur onu hiç etkilememişti. Sıradan normal bir günün içinde hayatını sürdürüyormuş gibiydi. İri ellerinin birinde mavi ışıklı bir el feneri vardı, bir şeyleri avuçlamak isteği içindeki diğer eli manevra kemerindeki tabancanın kılıfı üzerindeydi. Ruhu dâhil titremeden, yüzünde bir ciddiyet, duygularını kapatmış yürüyordu. Fırlak patlak lokma gözleriyle Necip’i uzun uzun süzdü. Sokaktaki bütün halk ürkerdi ondan. Diliyle sokar, ağır söyler, kırardı. Kendisinin en büyük hayranı kendisiydi. Kendisi, kendisine çok önemli biri olarak görünürdü. Onda gizli bir sanatçı kudreti vardı.

Biraz sonra hava tam kararacak ve bütün sokakları, Polis Nusret de dâhil olmak üzere devriyeler omuzlayacak, dillenip lisana gelerek karakol gezecek, sinirleri harap eden keskin sesli uluyan düdükleri ile korku vererek, tehlikeye karşı uyarıp, şehre ışık örtme uyarısı yapacaklardı.

Her pencerenin, dışarıya çıkıntılı soba borusundan fışkırarak savrulan dumanlar; göğe uçmak için yerde birbirlerine karışırlarken, hem Necip’in, hem de Polis Nusret’in gözlerine hücum etti.

Neciplere komşu; yarı yıkıntı, yarısı yanmış eski evin girişinde kendilerini emniyete almış beş-altı civarında çocuk kalabalığı, çocuksu davranışlar içinde, yağmurdan kaçan iki esmer çocuğu birbirlerinin tesiri altında taciz ediyorlardı.

“Arap Arap, eski çorap!” diye bağırıyorlar, bir yandan da kimisi dudaklarını büzüp, kimisi parmaklarını dilleri üzerine koyup, ince ve tiz bir ses ile tenleri kendilerininkinden farklı öteki çocukları ıslıklıyorlardı. Sonu olmayan yoksulluk onların sinirlerini de bozmuştu.

Çocuklar; Polis Nusret’in sert ve edep dışı kelimelere anne-babaları da dâhil eden yüksek perdeden uyarısı ile karşılaştılar. Dil zifir saçıyordu. Heyecan içinde kalıp, korkuya kapılarak her biri bir tarafa dağılıp, leş gibi kokan daracık sokaklardan evlerinin yolunu tuttular.

Geçirdiği kısmî yangın ile kırmızı aşı boyası kararmış, kullanılmayan evin birkaç küçük tahta parçası, çocukların toplu hareketinin yarattığı etki ile tavandan zemine düştü. İhtimaldir ki, Polis Nusret’in bağırtısı da buna yol açmış olabilirdi.

Necip, evin bahçesinden içeri adımını atarken, ince ve keskin bir ses, lekesiz bir İstanbul şivesiyle akşam ezanını başlattı:

“Tanrı uludur
Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak.”

Necip, giriş katın tamamı harabe hâle gelmiş küf kokulu geniş salonunun uzak bir köşesinde, Tarzan Halit ile Çerkez Hilmi’nin konuştuklarını gördü. El ve vücut hareketleri ile seslerini örtmeye çalışıyorlardı. Sigaralarından dalga dalga ortalığa yayılan tütün sisi, körelmeye başlamış gün ışığını daha da boğmuştu. Dertlerini birbirlerine dökerlerken, çizmeye çalıştıkları samimî görüntü, yüzlerine oturmuş karanlık ile çelişki içindeydi, kalpleriyle konuşmuyorlardı.

Necip, diğer yakın bir köşede tilki uykusuna yatmış Munise’nin yanından geçerken, ilk şaşkınlığını atlatıp, başı ile ikisini birlikte selâmladı. Munise, uykulu gözlerle Necip’e baktı, kuyruğunu birkaç defa öylesine oynattı, patilerini gövdesi altında toplayıp, başını göbeğinin içine gömerek yeniden uyumaya başladı. Ne Çerkez Hilmi, ne Tarzan Halit, ne selâmı fark ettiler, ne Necip’i gördüler.

Bu iki adam, daha geçen hafta, karnesiz kaçak ekmek satarlarken merhametsizce birbirlerine girmişlerdi. Sarf ettikleri perişan sözlerle, karşılıklı olarak birbirlerinin sinirlerini heyecanlandırmışlar, birbirlerinin kafa, göz, yüz, diz gibi uzuvlarına ise hiç acımamışlardı.

Bunlar birbirlerine, hatıraların da tesiri altında kimi zaman dost, kimi zaman düşman olurdu. Bir vakit gelir, parlayıp sönen ateş böceği gibi, biri ya da diğeri, bazen de birlikte kayıplara karışırlar, uzun bir süre ortalıkta görünmezlerdi. Her ikisinin hususiyetleri birbirinden farklıydı, ama her ikisi de yaradılıştan yaralı, her ikisi de hayatın dirsek çevirdiği adamlardandı.

Tarzan Halit ile Çerkez Hilmi’nin konuştuğu bu geniş mekân ise, bir zamanlar, duvarları orijinal yağlı boya tablolarla süslü, vitrinleri seçkin çeşmibülbüllerle dolu, mazinin ağırbaşlı, varlıklı dirlikli büyük bir salonuydu. Burada bir zamanlar namlı musikişinaslardan, ediplerden, tiyatro sanatkârlarından, şöhretli muharrirlerden seçilmiş zevat, bir koltuktan diğerine, fikri bir çeşitlilik içinde filozofça sözler atardı. Güzelliği mi aklıyla, aklı mı güzelliği ile yarış yaptığı karıştırılan hanımları, mebusları, belediye meclisi azalarını, mevkili vali zevcelerini ağırlayan bu büyük salon, son iyi zamanlarında ise kemanla piyanoyu yarıştırmış, orkestra veya cazbantlı müsamerelere şahitlik yapmıştı.

Necip, gıcırtısı olan ve olmayan ahşap bakiyesi sakat merdiven basamakları tamamlayıp, ikinci katın batı tarafındaki sol koridora girdiğinde Cavidan Hanım ve kızı Sacide ile karşılaştı. Demirci Balımyan’ın karısı Ebe Manuşlara ev gezmesine gidiyorlardı.

Cavidan Hanım, sırma ve sim, bazen de renkli ipliklerle nakış işler, Sacide ipek ibrişimle iğne, mekik, tığ oyası yapardı. Kızın firkete ile yarattığı ince dantelden oyalar, oya gibi olurdu. En çok da, her ikisi birden bütün kış, beş şiş ile eldiven örerlerdi. Bu işler, kendi köşelerinde yaşayan ana-kızın geçim kaynağı idi.

Cavidan Hanım, Necip’in selâmını alırken durdu, başındaki beyaz çatkıyı düzeltti, hafifçe eğilip romatizmalı yaşlı dizlerini birkaç kez ovdu.

Sacide’nin elinde tuttuğu karpuz şişedeki gaz lâmbasının değişken hareketli ışığı, yerinde kımıldamadan duramıyor, tedirgin tavırlar, huzursuz mimikler sergiliyordu. Sacide’nin diğer elinde, küflü ile küfsüz arası yuvarlak bir ekmek vardı.

Cavidan Hanım, dizleriyle irtibatını kesip yeniden doğrulurken, gözlerine oturmuş bir teslimiyet, kendilerine dönük merhametsiz bir alaycılıkla, Necip’in kauçuk pabuçlarına bulaşmış çamura bakarak:

“Mutfak sarfiyatı giderek artıyor, aydınlatma ve ekmek bizden, ısıtma Ebe Manuş’tan, yeme-içme Arabacı Topal Garabet ile karısı Zaruhi Hatundan. Günlerimizi böyle kapı arayarak, kapı kapı dolaşarak geçiriyoruz. Ebe Manuş’un kocası Demirci Balımyan’ı dün 20 Kura ikinci askerliğe aldılar. Ağva-Kandıra’ya gitti. Malûm harp…” derken, yılların acısını taşıyan, yenilgiyi kabullenmiş patlıcan rengi dudakları usanç, bezginlik ve sıkıntı ile kendiliğinden açılıp kapanıyor, yıpranmış, eskimiş, kararmış iki ön dişinin arasından hafif, yavaş ve alçaktan of ve puf seslerini ortalığa bırakıyordu. Ağzının içinde ikiden başka dişinin olmaması, enine ve boyuna derin çizgilerle arızalanmış yanaklarının, fütursuzca kâh dışarıya doğru şişmesine, kâh içeriye doğru çökmesine sebep oluyordu.

Cavidan Hanım ile Necip, kısa konuşmalarını lüzumu kadar iyi niyet ve hayır dileyen intizamlı ifadelerle neticelendirdiler. Cavidan Hanım, Ebe Manuşların kapı koluna elini uzatırken son anda geri çekti, koridorda yavaş adımlarla ilerlemeye başlayan Necip’e seslenir gibi:

“Sizde de misafir var.” dedi. Necip’in kim sorusuna, yüzüne bir çeşni katarak, bir sırrı deşifre ediyormuş gibi: “Buranın sahibi…” Cümlesini ekledi.

Necip’in, münasebetsiz bir hadise beklentisi ile ruhuna kasvet doldu. Çamurlu pabuçlarını çıkardı. Hatıralar onu hep acıtmış, ama o, bu neviden şeylere hep tevekkülle katlanmıştı.

Bugün, birbirinin aynı günlerden biri değildi. Bunu hissediyordu. Tereddüt içindeydi, gözleri sual doluydu. Zaten epey zamandan beri, uykularını parça parça eden, korkunçlaştıran, sinsi bir yorgunluk yaratan simsiyah rüyalar görüyordu. Kolunu kapıya uzattı.

İlkin bakışları ile odanın içine girdi. Camlar siyah örtülerle dışarıdaki manzaraya kapatılmıştı. Odaya dökülen ışığın içinden, yuvarlak iri göğüsleri vücudunun dışına fırlayacakmış gibi kıvranan meçhul bir kadın, manalı bakışlarında tenezzülsüz bir gurur ile çevresini süzüyordu. Kırmızı dudakları ateş ateş yanıyordu. Necip, bu evin içinde böyle birisi ile karşılaşacağını hiç düşünmemişti. Sel olup akan bu güzel endam, yel olup esen bu narin vücut; altın, zümrüt ve yakut ile ziynetleşmiş bir şehir zenginiydi. Kadın tam bir tayyare piyangosuydu.

Kadın, odaya giren Necip’in yakışıklı yüzüne, kırmızı ruju ile hafif hafif tebessüm dağıtmaya başladı. Bu tebessüm, bir yanı ile heyecan verip ipek gibi yumuşak yumuşak dalgalanıyor, diğer taraftan ise, ruhu zapt edip iradeyi kırarak, hâkimane hükmetmek istiyordu.

Necip, büyük dayısı Mümtaz’ı; uzun, sarı, yumuşak saçlı, teni taze ve beyaz genç kadından sonra fark etti.

Büyük dayı, hislerinin kendisinde oluşturduğu olumsuz uyarı ile ayağa kalktı, vücudunu Feriha’nın cazibeli güzelliği önünde siper yaptı.

Necip’in gözü anneannesinin üzerine kaydı. Nemli gözlerini siliyordu. Kederini besleyen gözünün yaşı her zaman taze, her şeyi tasa eden, ıstırap çeken bir kadındı zaten anneanne. Keder ona tebelleş olmuştu. Her bahanede, her sebeple cisimlenip gözlerinde beliren berrak sıvı, kendini tutamaz, boşalıp yanaklarına doğru duygulu duygulu süzülürdü hep. Gözlerinde sürekli bir bulut dolaşırdı. Gözlerinin içi her zaman nemli, her an ıslaktı. Göz pınarları marazîleşmiş, laçka olmuştu.

Tuhaf bir şeyler vardı ortalık yerde.

Necip’in düşünce ve duyguları birbirine karışmıştı, ama gene de efendi bir tavırla:

“Hoş geldiniz büyük dayı.” dedi.

Büyük Dayı Mümtaz, karanlık maziden mağrur bir gülümseyiş ile seslendi:

“Büyük dayı değil, dayı… Artık, askerliğini bitirmiş, çalışma hayatına atılmış, vazifesini bilen bir genç oldun, çocukluğundaki konuşmaları bir kenara bırak.” diye cevapladı. Kolay kolay zihinlerden silinmesi mümkün olmayacak meçhul kadını teşrifata dâhil etti: “Feriha Hanım!”

Feriha, kırmızı ile parlatılmış tırnaklarını Necip’e doğru uzattı. Necip yaklaşıp eli sıktı. İltifattan hoşlanan kırmızı el, kibar bir buse ile temas sağlamak için uzanmıştı. Feriha’nın dudakları küstah bir tebessümle büküldü.

Büyük Dayı Mümtaz, Necip’e doğru konuşmasını sürdürdü:

“Ona saadetimi emanet etmek istiyorum. Kurtulmuş, hüviyetini bulmuş, toplum hayatından kaçmayan, şahsiyetli bir Türk kadınıdır o. Evleneceğiz. Ona zaman zaman, çocukken ökse ile kuş tuttuğum, koşup oynadığım bu köşkü anlatıyordum. O da, oraları göreceğim diye tutturdu.” Feriha’ya dönüp: “Nonoşum, ben sana esas olarak eski güzel günleri anlattım, bu köşkün çevresi eskiden bağlık, bostanlık, böğürtlen ve yaban gülleriyle donanmış bir çayırlıktı hep. Etrafı son yıllar içinde bu hâle geldi. Gördün, nasılmış?”

“Berbat!”

Büyük Dayı Mümtaz, malûmdan meçhule uzanan bilinmez yolun başlangıcını bir kez de Necip’in önünde tekrarladı:

“Burayı satmakta haklıymışım değil mi?”

Necip, anneannesinin gözündeki yaşların anlamını o dakikada çözdü. Köşkün satış bildirimi, kendisi burada değilken de söz konusu edilmişti demek ki. İçini bir ıstırap yaktı, kalbi kanamaya başladı, yanaklarına kırmızı bir bulut oturdu.

Feriha:

“Haklıymışsın nonoşko, satmakta bin defa haklıymışsın. Burası berbat bir yer hayatım! Köşk de berbat, etrafı da berbat! Sokakları da berbat! Ben bazıları gibi umumî yerlerden sıkılmam. Bilirsin, insanların kalabalık olduğu yerler rahatsız etmez beni. Şimdiye kadar ne Maksimbar’da, ne Gardenbar’da, ne Tokatlıyan’da sıkıldım. Ama buranın hayat tarzı, burasının insanı sıktı beni.”

Büyük Dayı Mümtaz, anneanneye döndü:

“Nurbanu Sultan, sen de bu döküntüden kurtulacaksın. Sana bir kira evi buldum. Artık Necip de çalışıyor, ara ara kiraya ben de yardım ederim. Bu benim için milli bir vazife!” derken kelimeleri cıvıklaşmış, kendisi sırnaşıklaşmıştı.

Necip’in anneannesi, kardeşi Mümtaz’ı dinlerken, mendilini bir avucundan diğerine alıp eziyor, parmakları arasında didikliyordu.

Büyük Dayı Mümtaz:

“Feriha hususî kâtibem idi, kalbimi alevlendirdi. İki sene var ki, benim yüzümden aşkın derece derece her türlü ıstırabını çekti.”

Feriha, çantasının içinden ipekli tülden bir mendil çıkardı, pudralı, allıklı yüzüne götürdü, fayans soba ateşinin etkisini azaltmak isterken Mümtaz’ı düzeltti:

“Dört sene!” dedi.

Mümtaz, Feriha’ya döndü:

“Böyle latifeler etmeyiniz. Rahmetli eski eşim Adviye Hanım’ın Şişli Şifa Yurdu’nda hakkın rahmetine kavuşması iki buçuk sene önce oldu. Ablamın ve yeğenimin yanlış anlamasını istemem. Böyle şeyler hafif romanlarda olur. Reca ederim, reca ederim!” Tebessümü kurnazdı.

Mavi çini sobanın ateşi iyice alevlenmiş, odanın içini sıkıntıya sokmuştu. Alevler sobanın penceresine vurup vurup geri dönüyordu. Büyük Dayı Mümtaz, ceketini çıkardı, ham ipekten, yakası ve manşetleri kolalı beyaz gömleği iyice göze batmaya başladı. İpek gömlek, altın kol düğmeleri ve ortası pırlantalı kravat iğnesi; yaşlı, zayıf, silik vücuda mahcubiyetle ilâve olmuş gibi duruyordu.

Feriha, bacağını diğer bacağı üstüne attı. Atlas iskarpinleri ve ipek çorabı daha iyi sergilendi. Berberden yeni çıkmış saçlarını arkaya doğru savurdu. Sigarasını yasemin ağızlığa taktı, Büyük Dayı Mümtaz çakmağına davrandı. Dışarıda bir köpek uludu. Duman ağır ağır havaya savruldu. Feriha’nın yüzü hükmediyordu.

Necip, her ikisini de dikkat çekmeden tetkik etti. Büyük dayı yetmiş üçünün içindeydi -büyük dayı anneanneden iki yaş küçüktü ve anneanne şu anda yetmiş beş yaşındaydı- ve Feriha’nın ise, yirmi beşini gösterdiği tartışılırdı. Zarifliği ve güzelliği bir yana bırakılırsa, şıklık anlayışı yirmi beş yaşın aleyhinde bir görüntü çiziyordu Feriha’da.

Para hisleri savurmuş, saadeti tutuşturmuştu. Büyük Dayı Mümtaz ile Feriha arasındaki ilişki, masum olmayan bir alış verişti.

Büyük Dayı Mümtaz:

“Artık onu mesut etmek için yaşayacağım. Erenköy’deki köşkte de yaşamak istemiyor.” Kuruyan dudaklarını yaladı. “Bu hususta hiçbir müşkülümüzün kalmaması gerekiyor. Türkiye’den harice birçok mal satıyorum, hariçten birçok mal alıyorum, iki yıldır varlığıma hiçbir ilâve olmadı. Hatta eksilme var. Münasebetsiz hadiseler, hayattaki mevkiimi geriletti. Neyse ki Alamanlar Prusya’yı geçti, Leningrad’a kadar ilerledi. Minsk ve Smolensk’te Bolşevik birliklerini esir aldı. Bütün komünistlerin dişlerini dibinden kırmak için Alman tank birlikleri Moskova’ya dayandı. Hitler, dört gün önce radyoda, Kızıl Ordu’yu yok etmeye başladığını bütün dünyaya ilân etti. Bu tam bir yıldırım harbidir ve komünistlere son vuruş yakındır.” Damdan dama, damdan çardağa atlıyordu. Kendi saadetinden, memleketin saadetine geçti. Oldukça tesirli konuştuğunu düşünüyor, cihanın dört köşesinden haberler veriyordu. Büyük dayı, aslında gülmez, söylemez, dil döküp hatır sormaz birisiydi.

Necip ve anneannesi, böylesine döküntü bir köşkün iç içe geçmiş iki odasında yaşamalarına rağmen, şimdi onları daha da kötü günler bekliyordu. İpipullah sivri külah ortalık yerde kalmışlardı.

Nurbanu Hanım, kardeşinin merhametini tahrik edeceği düşünülebilecek mazlum bir sesle, zihninde demlendirdiği soruyu yöneltti:

“Bu köşkü gerçekten sattın mı?”

Büyük Dayı Mümtaz:

“Maziye ben de hasretlik çekiyorum. Ama ihtiyacım var. Sosyal münasebetlerim, izdivacımız, bu aşkın muhafazası için gerekiyordu, sattım.” Hakikat her zaman sevimli değildir.

Nurbanu Hanım’ın kelimeleri kilitlendi, üzerine çöken ağır bir hüzünle başı sessiz ve durgun eğildi. Duruşu kederli idi. Muhtelif hislerle, yaş damlaları gözünde gene parlamaya başladı. Bitap yıkıldı.

Nurbanu Hanım, bu eskimiş köşkte torunu Necip ile hayatı sürdürse de, esas olarak; eskimiş, sararmış, kırılmış fotoğrafları ile yaşardı. Bunlar onun hazinesiydi. Gerçekliği tespit edilip sabitlenmiş bu anıların gizli yerlerine, kimi vakit fenasına giden, arada bir daralmış gönlünü ferahlatan bir büyü, bir sihir saklanmıştı. Bazen fotoğrafların derinlerinde delik deşik olmuş hatıralardan biri hareketlenir, oradaki bir bakış yalvaran yakaran bir hâl alır, safdil gövdelerden biri acı ile kımıldanır, kapalı bir dudaktan perişanlaşmış feryatlar yükselirdi.

Satıldığı söylenen bu köşkün geçmişinde, Nurbanu Hanım ile kardeşi Mümtaz’ın büyükbabası vardı. Büyükbaba, dillere destan olmuş bir varlığa sahipti. Onların çocukluklarının geçtiği bu köşkte, kalabalık bir aile efradı yaşardı.

Nurbanu Hanım’ın evlendiği adam, yani Necip’in dedesi operet meraklısıydı ve kendisinin de sesi çok güzeldi. Bu sese güzel demek haksızlık olur. Onda öyle bir ses vardı ki, korulardaki bütün bülbüller susar onu dinlerdi. Sesi yalnızca kulaklara hitap etmez, gönüllerde de akis yapardı. Burada bir musiki bahsi açılmaya görsün, saatler sürerdi. Bütün eğlenceler onun iştirakiyle yapılır, pek yerinde, umumî bir memnuniyet ile de biterdi. Kendisi sürekli takdir toplayan birisiydi. İnce duygulu, sanatkâr, nihayetinde Nurbanu Hanım’a âşık zarif bir adamdı. Ona şiirler okurdu. Bir gün, amansız düşmanı verem alıp götürdü onu. Ne tuhaftır, aynı verem illeti peş peşe, önce hatırlı ve mevkili genç bir adam olan Necip’in babasını, sonra annesini ölüm döşeğine serip yok etti.

Büyük Dayı Mümtaz, gençlik yıllarından başlayarak, muvaffak olmanın sırlarını çözmek için, hayatın içinde deneye yanıla dolaşmaya başladı. Bazı hususî müesseseler kurdu, kimine ehemmiyet verdi, fakat başarı sağlayamadı, kiminin önemsiz bir iş olduğunda karar kılıp kendisi yıktı, tecrübe sahibi oldu. Fikir hayatı da kendisiyle birlikte büyüyüp geliştikçe, kardeşi Nurbanu’nun hak sınırları içinde de şahsiyetsiz bir şekilde ilerlemeye başladı. Ve giderek, bütün para, bütün mülk onun eline geçti. Dillere destan varlığın hacmi yıl yıl küçülse de, Büyük Dayı Mümtaz, gene de ciddî denilebilecek günahkâr bir servetin tek maliki, bu eski büyük ailenin tek makam, mevki, şeref sahibi ve kolay şöhreti oldu.

Nurbanu Hanım’ın ise, giderek mukavemeti kırıldı, Galatasaray Pazarı, Ekler pastanesi, Küçüksu’ya, Çamlıca’ya birkaç küçük gezinti dışında, evin haricindeki hayattan çekildi, dünyası yalnızca torunu Necip ve anıları ile sınırlı kaldı.

Zaten zaman hatıralara bile tesir eder, eski dost ve ahbaplarla birlikte birer birer söner.

Yani köşkün satış işinin izi çok derinlerdedir ve bu hadise ayrıca tetkike değer.

Hissedilir bir sessizlikten sonra çöken durgunluğu Büyük Dayı Mümtaz dağıttı. Herkes neyi düşünüyor ise bırakıp, tekrar onu dinlemeye başladı. Sesi kibardı, ama kendisi sinirliydi:

“Bu köşkün köşklüğü mü kalmış Allah aşkına Nurbanu Sultan? Otomobil köşkün girişinde bizi bırakıp ayrılırken, az kaldı bir sütçü beygirine çarpıp harap olacaktı. Kiracıların tamamı, İstanbul köylerinden kopup burada toplanmış avamın en altındaki bir güruh. Akşam ahıra sabah çayıra, yer içer, yatar kalkar kaygısız insanlar. Zerzevatçılar, küfeciler, esnaf kılıklı adamlar, ameleler, dikişçi kadınlar… Kiramı bile düzgün alamıyorum, bazısı takıp, enik encik ortadan kayboluyor. Düşünebiliyor musun, bir odanın minicik kirasını bile ödemeden kaçıyorlar. Burası darülaceze, bir yardım kuruluşunun düşkünler evi değil, mayası bozuk bunların, mayası. Haylaz hepsi… Ne demişler; haylazın malı, sineğin balı olmaz. Benim kâtip, gözü kara olmasına rağmen, buralara gelip kira toplamaktan korkuyor. Onlarla hep güreşe mi tutuşacağım ben?”

Nurbanu Hanım, ondan beklenmeyen bir çıkışta bulundu. Bütün duygularını dökerek:

“Bu köşkte oturan komşularımdan böyle bahsedilmesine rızam yoktur. Buradakiler ve bütün bu mahalledeki evler güneşten önce uyanır. Ya gün boyu iş peşinde koşarlar, ya gün boyu köle gibi çalışırlar.” dedi.

Aslında Nurbanu Hanım’ın, ilerleyen zaman içinde hayattan öğrendiği bir tecrübesi vardı. Ayrıntıları zapturaptı altına alır, hatırda tutar, zorunlu kalmadıkça vakitli vakitsiz kullanmaz, uyuyan yılanın kuyruğuna basmazdı.

Nurbanu Hanım’ın üzerine sinsi bir yorgunluk çöktü, vücudu yirmi yaş birden ihtiyarlamış gibiydi. Sanki ecel gelmiş, onu koyu bir uykuya yatırıp kendi ülkesine götürmek istiyordu. Güzel ve feci hatıralara şahitlik yapmış, kim bilir kimlerin arzularına ümitlerine dâhil olmuş, yüz yıla yakın ömürlü bu köşkün satılması ile birlikte, sıkıntılar içinde sığındığı hayatla olan bağı belki de kopmak üzereydi.

Büyük Dayı Mümtaz, birkaç saat önce tıraşlanmış matruş yüzünü avuçladı. Ablası Nurbanu’nun komşularını savunan konuşmasına cevap vermedi. Köşkün içindeki ve dışındaki komşulara ilişkin teferruatı bırakıp, kendilerinin şu anda bulundukları bölüme konuyu getirdi. Pencerenin karşısına düşen seyre müsait duvarda, unutulan bir tarihten beri yanmayan, hurdaya çıkmış şöminenin üst kısmındaki yarısı kırık düşkünleşmiş mermeri; göğsünün üzerinde ellerini çaprazlayıp, başı ile işaret ederek:

“Eskiden bu şöminenin tam ortasında hususiyetli bronz bir saat, her iki yanında şahsiyetli gümüş şamdanlar vardı.” diyerek mübalâğalı bir malûmata girişti. Yontmalı kapılardan, ceviz dolaplara uzandı. Konuya dış mekânları da dâhil etti, yağ iskelesindeki mağazasının bulunduğu piyasaya gitti. Sabun ticaretindeki kurnazlıkları, istikbale ait hülyalarını, sanki bütün bunları, izahat vermek mecburiyetindeymiş gibi anlattı, birbirinden farklı her bir şeyi, aklına geldikçe ilâve etti.

Nurbanu Hanım’ın yaşlı vücudu, bu kırık dökük yaşam, çeşitli açılardan saldıran bu etkili travmaya dayanabilir miydi? Derdin hakikisi ile birlikte, zaten hayatının kışını yaşayan ve kendi kendini zehirlemeye başlamış bulunan yıpranmış kırılgan beden, bu son büyük darbeye dayanamayıp iyice bozulmaya başlamıştı. Büyük Dayı Mümtaz ve Nurbanu Hanım aynı zaman içinde yaşamışlar, ama hayat içinde her birinin zamanı farklı olarak çalışmıştı. Nurbanu Hanım’ın zamanı hızlanırken, Büyük Dayı Mümtaz’ınki yavaş bir ölçüde ilerlemişti. Aralarında iki yaş fark olmasına rağmen, Nurbanu Hanım, kardeşi Mümtaz’dan çok çok yaşlı duruyordu. Birisinin ömür basamaklarını tabaka tabaka inişi yavaş, diğerininki hızlıydı. Aslında Nurbanu Hanım, yıllardan beri yaralanan ruhu ile bu basamakları hızla inmemiş, yuvarlanmıştı. Bugün ise bu basamakların en altına paldır küldür düşmek üzereydi.

Nurbanu Hanım, çivit, yeşil sabun ve çamaşır sodasının bozup mahvettiği yer yer patlak, bazı kısımları yarık yorgun ellerini Büyük Dayı Mümtaz’a uzattı. Kemiklerine yapışmış el derisinin katları, kıvrımları, her parçasına kadar derinlemesine kırışmıştı. Cümlelerini muntazam bir şekilde dizerek:

“Mümtaz, burayı satma. Bütün cemiyet harap olmuş durumda. İnsanlar sırt sırta vermiş yaşamaya çalışıyorlar şurada. Üstte yok başta yok, boğazlarına sokacak bir lokma kuru ekmeğe muhtaçlar bugün.”

Bir saatten beri durup dinlenmeden yağan yağmurun sesi kesildi. Yağmur durdu. Bahçeden önce bir takunya tıkırtısı, sonra kollu kuyu tulumbasının kulaklara tecavüz eden gıcırtılı sesi geldi. Bir camın ağaç çubuklu kafesi, pencere eteğinden gürültüyle yukarıya sürüldü.

Büyük Dayı Mümtaz’ın bakışları misli misli manalandı. Nurbanu Hanım’ın gözlerini, bir poker partisi ya da bezik toplantısındaymış gibi tetkikinden geçirdi:

“Sen İstanbul nüfusunun ne kadar olduğunu biliyor musun?” İmtihana çeker gibiydi. “İstanbul’un nüfusu beş yüz bin. Şehzadebaşı sokaklarının diğer yangın yerlerinde yaşayan cemiyetten hiçbir farkı yok. Biraz dikkatle bakmak, bunları bilmek için kâfi gelir. Bu konaktakilere benzeyen insanlar, İstanbul’un tamamında da mühim bir yekûn tutuyor. Benim ticari ehliyetim, bütün bu harap olmuş cemiyeti kurtarmaya kifayet etmez. Kaldı ki ben, amme menfaatine falan çalışmıyorum. Biraz akıl hududu içinde kal lütfen.”

Feriha araya girdi, boynundaki siyah kadife kurdele ile oynarken, yorgunluğunu bahis konusu yaptı:

“Şişli’deki mezarlık başından buraya gelinceye kadar zaten yoruldum. Bu esaret bıktırdı beni, hürriyetimi istiyorum. Söyleyeceklerini tamamla da gidelim. Otomobil çoktan beri gelmiş, bizi bekliyordur.” İyice inceltilmiş az kıllı kaşlarının altındaki bakışları hiddetlenmişti. İçyüzünü tetkik için ruh doktoru olmaya gerek yok.

Büyük Dayı Mümtaz, okşayan bir sesle:

“Böyle asabileşme iki gözüm nonoşum, gideceğiz, pek yakında gideceğiz.” dedi. Necip’e döndü, kumanda verir gibi: “Köşkün kiracıları ile konuş, ay içinde burayı boşaltsınlar. Polise müracaat etmeden bu iş bitse iyi olur.” Yılışık bir sırıtmayla: “Bu iş tamamlansın, yakın bir zamanda Abdullah Efendi lokantasında oturur, gelen sene zarfında senin geleceğin için neler yapacağımı konuşuruz. Mektepte fevkalâde istidatlı bir talebeydin.”

Necip, o ana değin sedirin patiska örtüsü, ot yastıkları kadar bile varlığını belli etmemiş, gölgede durmayı tercih etmişti. Bir kelime dahi ilâve etmeden söylenenleri aynen tekrar etti ve sonra: “Söylediklerinize iştirak etmem mümkün değil. Hem de hiçbirine. İnsanın insan tarafından istismar edilmesinin demek ki ölçüsü yokmuş.”

Büyük Dayı Mümtaz, bu cevabın uyandırdığı mana ile şaşkınlaşıp çekingen bir hâle büründü, Feriha sorgu dolu gözlerle ona baktı:

“Burada sana taarruz ediliyor. Seni söze davet ediyorum.” diye araya girdi.

Büyük Dayı Mümtaz, beklemediği böylesi bir konuşmanın daha güçlü bir sözlü hücuma döneceğini düşünüp, bu müşkül dakikalar içinde durgunlaşmıştı, aldığı uyarı ile:

“Ben tebrik mektupları almış, fikrine müracaat edilecek insanlardan biriyim.”  Necip’in üzerinde ne gibi bir tesir bırakacağını düşündüyse, pek yakın bir hatırasını araya sıkıştırdı. Lâflarını giderek irileştirdi: “Mebus listesine İstanbul’dan ithal edilenler arasında bulunmam için, birçok önemli mevkideki zattan teklif aldım. Bu insanlar, Ankara ile temas kurmak maksadı ile iki dudağım arasından çıkacak eveti günlerce beklediler. Bunların arasında parti il idaresini yöneten bir mutemet(*) bile var. Senin benimle, yani böyle bir dayıyla bu şekilde saygısız bir konuşma yapman hiç de tasvip edilecek bir davranış değil.” Feriha’ya baktı. Onu dikkat içinde dinliyordu. İki bakış cilveleşti. Büyük Dayı Mümtaz’ı bu bakışma, kendi kendisi ile tek başına bir mutluluğun içine aldı. İlgisi kendi kendisine kaydı.

Feriha, bakışlarına mahcubiyet ilâve edip Necip’e yöneldi. Gençlik ve kuvvete bakıyordu. Bakışlar şüpheyi davet ediyordu. Giderek o bakışlar münasebetsizleşti, adi kaçamaklara dönüştü. Sanki cinsel ihtirası fitillenmiş, sanki Necip’e buseler üfler gibiydi. Hareketleri de değişikliğe uğradı. Hususî neresi varsa fark ettirmeye çalışıyor, umumî her yerini teşhir ediyordu.

Necip, dudaklarını sıktı, gözlerine sürünen baygın gözlerden kaçıp, hissiyata bürünmüş mazlum bir sesle Büyük Dayı Mümtaz’a:

“Bu konağın insanları, zaten geçim derdiyle omuzlarına vurulan yükün ağırlığından çökmüş vaziyetteler, buradan çıkarıldıkları vakit, ayrıca örfi idare sürgünleri kadar perişan olacaklar. İşin içyüzünü bütün tafsilatı ile siz de biliyorsunuz. Ben bunları demek istemiştim. Size karşı hiçbir saygısızlık yapmadım.” Bu konuşmanın kısası şu idi ki, Necip geri çekilmişti. Münakaşanın hararetini artırmak istemiyordu. Konuşmaların ilerleyişinden, olayı kafasının içinde yeniden değişik tarzda muhakeme etmeye başlamıştı. Ne gibi bir netice çıkaracağını kestiremiyordu. Konak belki de satılmamış, belki de buradaki konuşma bunu belirleyecekti. Çünkü lâflar hâlâ dereden geçip, tepeden dökülüyordu.

Büyük Dayı Mümtaz:

“Örfi idare sürgünlüğü, omuzlardaki yük… Bunlar beni neden ilgilendirsin?”

Necip resmiyeti bıraktı, fakat sözler ağızdan gene de sakin olarak dökülüyordu:

“Bu insanlar zaten kötü durumdalar, iyice kötüleyecekler.”

————

(*) İl başkanı.

Benzer İçerikler

Sarmaşık | Şebnem İşigüzel | Birazoku

yakutlu

Çöplüğün Generali

yakutlu

Hayat Kitabı – Eduardo Punset – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy