Aşkın Gözyaşları III / Kimya Hatun

“Şems! Ey seyyarelerin en tekinsizi! Çarpacak bir
beni mi buldun? İyi ki beni buldun. Hoş âmedî!
Hoş âmedî! Seni arıyordum Şems! Ama dağıla
dağıla. Seni bekliyordum Şems!
Ama savrula savrula…

Allah’ım beni Şems ile yarala! Öyle yarala ki akan
gözyaşlarım cehennemi söndürsün. Ağlamaktan kör
olup görmesem de cennetini. Sen varsın ya!

Şems, Kimya’nın yüzüne doğru eğilirken,
pencereden bir ışık huzmesi süzüldü odaya.
Oda göz kamaştıracak bir şekilde ışıkla dolmuştu. Bir
gül kokusu yayıldı odanın her yanına.
Kimya başını pencereye doğru çevirdi. Hemen
ayaklarını dizlerine, dizini ise karnına doğru çekti.
Tıpkı bir bebeğin anne karnında durması gibi. Kimya
yatağın içinde doğrulmaya çalıştı.
Tebessüm etti. Dudağından;
“Efendimiz… Efendimiz…”

Başı yastığın sağ ucuna düştü.”

Herkes kendi yüreğinin diline uygun kitaplar okur.
Bu kitapta okuyucu, içinin içtenlikle dolu sesini
duyacaktır. Her bir bakışı ömrünün
Şems’ini arayan, her bir adımı özünün aşk kapısını
aralayan, Kimya’nın sessiz ağıtına
aşkın gözyaşları ile katılan,
o saf yüreklerini okuyacaklar.

*

Hz. Peygamberimiz için Hz. Fatıma ne ise, Hz. Mevlana’nın Fatıması’da Kimya Hatun’dur. Hz. Mevlana Şemsi’ne yoldaş olması dileğiyle Kimya’yı yolladı. Bu Allah güzeli’nin işi zordu. Bir taraftan Mevlana Muhammed olan babası, Diğer yanında Şems lakabıyla Muhammed olan mürşidi vardı. Kimya hatun’da biliyodu ki hepsi Hz. Muhammed’e varisti. Ama biri Efendi adıyla varis olmuştu. Zira önüne gelenin putlarını kırıp onları Efendi makamına yükseltmişti. Diğeri Hz. Peygamberin güneş halinde’ki tecellisiydi ki, yakıp yapıyordu. Kimya Hatun ise baştan aşağıya içti. Fizik değildi ki dayansın. Peygamberini, onun şahsında Allah’ın isim ve sıfatlarını bu iki aynadan seyretti durdu. Ta ki mübarek vücudu kül olana kadar. Kim tanıyabilir ki onu? Kimya Hatun gibi olmamız niyazıyla…

CEMÂLNUR SARGUT
Mutasavvıf – Yazar

Kalemin hep yansın ve buza durmuş kalplerimizi yaksın… Zaten ateş dediğin üşümek mi bilir? Ve ey Şems… Aşkın Gözyaşları’nı okuduktan sonra, rüyamda seni gördüğümü sandım… bilemedim sende bir rüya gördüğümü!

Ve ey Şems.. şimdi senden gitsek, gelmeler kanıyor.. kalsak gitmeler ağlıyor..

Bu kitabı okuyunca, Sinan Yağmur’un kaleminin ucundan akan sıvının mürekkep olmadığını, yüreğinin bendinden taşan kan olduğunu hissettim. Şems’i anlatmıyor, Şems’i yaşıyor. Ve bizi bir kez daha hayran bırakıyor Şems’e… Aklımı aklayan kelimeleri bana rüzgarla kalbimi yıkamayı kendi denizinde yüzmeyi unutan dalgaları sevmeyi ve kalpler ayrı olsa da yaranın hep aynı olduğunu gösterdi…

KAHRAMAN TAZEOĞLU

***

Ey aşk! Bu nasıl bir sır? İçine giren tufan oluyor.
Bu nasıl bir hırka? Kim giyse aşk sarhoşu olup çıkıyor.
Aşkın çilesini küçümsediğiniz an içinizdeki cehennem büyür.
Aşkın çilesiymiş aşka dayanak olan. Yeter ki yan! Dumanın bulut olur.
Yeter ki yak! Ummanlar kazan olur. Nerede ateş, orada su.
Nerede su, orada ateş. Ne tuhaf kimya!

Bazı hayat hikâyeleri vardır, sadece sonu hüzündür. Benimse ömrümün başı da sonu da hüzün. Bir ömür boyunca hiçbir şey istemeden bir erkeğe sevdalanmış ve ölene kadar bu adanmışlıktan o erkeğe bile söz etmemiş bir kadının hikâyesidir bu. Bu hikâye, kadınları, acılarını ve onların, yalnızlıklarını taşıyışlarındaki görkemli hüznü anlatıyor.

Ömrümün defterine bir önsöz yazmak istiyorum. Özü aşk olan, başı aşk sonu aşka varan. Öyle ya aşk; yakınlarını, tanıdıklarını, eksik olan şeyin diğer yarısını, yürek yarını, yârin yüreğini bulmak için susuz, suskun yola çıkmaktı. Yalnızlığına, meçhul bir gönüldaş bulup, ruh solgunluğuna maşuktan can soluğu almayı umut etmekti. Aşk, insanın en dürüst, en yüce ve en gerçek duygusu ve ihtiyacıdır. Peki maşuk? Meçhuldür. Yüce aşk doğuran gönüller az değildir; ama maşuk olabilecek ruhlar bulmak hiç de kolay değildir. Neden aşk hakikat, maşuk hayaldir? Aşığın içinde taşıdığı maşuk ile onun hakikati arasındaki uyuşmazlığın adıdır aşk, acıya yatırılmış bir hayal kırıklığıdır. Maşuklar hep hevesin muhataplarıdır, tenselliğe dayalıdır; ama ilk başlarda aşkla kendi yüzlerine makyaj yapıyorlar? Neden? Çünkü muhtacız, doğruya benzeyen yalana bile çok muhtacız. Ben, bu hayatın cahil ve çirkin çizgisinin dışında kalan, sürekli, gönül sahibi, mana ehli, dert ortağı, ruhi halveti doygun ve diğer âlemi tanıyan yolcumu bekledim. Geldi. Ben Şemsimi buldum. Ya sizler?

Hayat ne umduğumuz kadar önemlidir, ne de sandığımız kadar önemsiz. Hayat çoğumuz için kendisi ile ismi arasındaki o kısa çizgiye sığanlardır. Hayat, su üzerinde yürümek, yürürken yüzünü suya dönmektir. Benim hayatım, ölümü uslandırmak için değil, ölmeye sevgi ile razı olma gayretidir. Peki gerçek hayat ne? Yaşamak istediklerinle yaşadıkların arasında kalan.

Sevdama söz söylemeyin bırakın yüreklerde tarih olsun. Hüzünle yetinemiyorsanız alnınızda karanlığın tüm gölgeleri ile bekleyin güneşinizi. Ben güneşimi geçmiş masallardan değil derin bir sevdanın kuyusundan çıkarırım.

Ben bu aşkı alın terimle yıkamışım. Aşkını ihanetle mayalayanlara inat, acıların içinden yürümüşüm. Veda etmesini bilmek gerekir ya sabra, ben bu aşka sabrımı dökmüşüm. Yüreğimi yakmışım sevdaların uğruna, gözyaşlarımı esirgememişim gecenin koynunda. Yıkılmışım duvar diplerine, inleyişlerim hayat sofrasında kan çorbası. Zaman aşan kelimelerim kör yüreklere bir sancıdır. Evet, artık herkes sussun. Sus ey gece! Mehtap sen de sus. Deniz, çöl, yıldız ne varsa sussun. Söz sırası bende. Çekilin kenara ey karanlıklar! Şems’imi örtmeyin. Aşkımı hoşgörün bilemezsiniz Şems dolu yüreğimden ne parıltılar parlayacak.

Ne aynalar parçaladık içimizde. Yüreğimiz bin parça. Bir yanımız kış diğer yanımız nevbahar. Masallara bırakılmış sevdaları sevdamız sandık, sevgi ekmeğine nefreti katık ettik. Gözlerimizde yaşlar vardı sadece ve yüzümüz ihanet… Yüzümüz maskeli, yüzümüz, kaç tane yüzümüz var unuttuk. Sevgi bir nefes kadar yakın bazen. Bazen biz kadar bize uzak. Gözlerimiz dolsa da bin bir acı ile bir şeyler kalır içimizde hafif yanık hafif dumanlı. Kurak topraklar gibi yüreğimiz, bir tatlı tebessüme muhtacız, uzağız kendimize. Gözlerden damlayan, ateşten bir yağmur. Bizler aynaların içinde hapis kalan gölgeler gibiyiz. Parmak ucunuza mum dikip yakın. Yakın da aşkta yanmak nedir bir görün.

Hayalleriniz var mı? Hayatınızın kaçta kaçını yaşadınız? Hülyalarınız, içine sığındığınız yasaklara mı kurban gitti? Siz yüreğinizi ne kadar dinliyorsunuz bilmem ama ben gittiğim yere yüreğimi de götürüyorum. Artık, yüreğime doğru akıtıyorum gözyaşlarımı. Gözyaşlarımla gidiyorum hayallerime.

Biliyorum ki; bu yürek bu tende oldukça daha çok defa ağlayacağım. Umarım beni anlıyorsunuzdur çünkü benim sizden başka kimsem yok. Gözyaşlarımı ancak siz görebilirsiniz. Çığlığımı ancak siz duyabilirsiniz ve bir gün benimle beraber siz de ağlarsınız. Sahi, benimle ağlar mısınız?

Ben, Kimya… Ben Rabb’ime âşık bir garip kul… Ben Mevlâna’nın ciğerparesi Kimya… Ben dünyanın anlamamakta ayak dirediği ve yüreğine parmak sayısınca kişinin agâh olduğu Tebrizli Şems’i anlamış, yaşamış, maşuğum. Şems… Şems… diye inleyen acıların çağırdığı kelimeler kadar gerçek, gerçeğin acılarından mutlulukla geçen o kadınım… Aşka sadık, maşuğa yanık bütün kadınların kendilerini seyrettikleri bir ayna, hayatın boz bulanık tozlarının kirletemediği simyasını, sırrını, boğum boğum her zerresinde yansıtan Kimya… Bizi anlamanızı, anlayanların bize bir Fatiha ve üç İhlas okumasını istirham ediyorum. Aşk adına. Aşkın nârına… Biz aşkı yaşadık, aşkla yaşadık, aşkla sonsuzluğa ulaştık. Biz sizler adına sevdik. Aşkın masumiyetini size emanet ederek ayrıldık başı muamma sonu muhal yeryüzü yatağından. Biz toprağın üstü için değil toprağın altı için yaşadık.

Sakın bu aşkı beşerî aşkla karıştırmayın, anlamlandırmayın. Ve bizi sakın üzmeyin vebalimiz büyüktür üstünüze almayın. Biz sadece sevdik; her şeyi, herkesi, Yaradan’ın penceresinden bakıp gördüğümüz her varlığı.

Ben, kaderi, ilân-ı aşkının ilk harflerinde saklı bir suskun kadın… Kaderin cilvesi ki, bazı aşklar ancak «Bir mahzun kadının duran kalbiyle ölümsüzleşebiliyor ve geriye sizlere miras olarak vuslatın ocağında birkaç damla, kanlı gözyaşı bırakıyorum.

Güya gibi yaşayanlara gözlerimi vermek istiyorum son kez, sonra sormak istiyorum:

Ey gözleri aşkın gözyaşlarında yıkananlarI

Ağlamak gittikçe daha çok zorlaşırken var mı benim için de birkaç damla gözyaşınız?

Şems’in Kimya’sı

**

ÇOCUKLUĞUM

Ben rüya görmüş bir dilsiz, âlem ise hep sağır. Ben söylemekten âciz, âlem ise duymaktan… Maneviyat âşıklarını aşk-ı muhabbetle dinle; onlar hazineyi meşakkatle huzura taşımaktan biteviye yorulmazlar…

1 Kasım 1229 İznik’in İnikli köyünde doğmuşum. Babam, İranlı bir halı tüccarı iken ticaret için kasabaya geldiğinde annemi tanımış. Birbirlerine âşık olmuşlar. Annem Hristiyan, babam ise Müslüman olunca, büyük dayım bu evliliğe şiddetle karşı çıkmış ve annemi önce evden sonra kasabadan kovmuşlar. Bana hamile iken, dedemin köyüne küçük bir göz odalı eve taşınmak zorunda kalmışlar. Babam işi gereği sürekli yolculuk yapmak zorunda olduğundan annemi güvenilir bir yere yerleştirmek istemiş. O nedenle annemin doğduğu köyde benim de doğumum gerçekleşmiş.

Küçük bir köyde, ufak bir evde yaşıyorduk. Annemin doğduğu ev, gelin geldiği ev oldu aynı zamanda. Annemin dinî inancına saygı gösteren babam asla ona dini telkinlerde bulunup Müslüman olması için baskı kurmadı. Annem de babamın inanç ve ibadetlerine müdahale etmedi.

Bir Rum kasabası olan Elbeyli’deki Hristiyanlar başta müsamaha gösterdikleri babama, zamanla kin duymaya ve dini ile alay etmeye başladılar. Köyde, Haçlı seferlerinin kalıntıları
hâlâ dipdiriydi. Bana gelince, annem ve babam, küçük Kristina büyüyünce dinine kendi karar versin diye anlaşmışlar. Annem ismimi koyarken, “Bir çocuk, annesinin dinine bağlı olur,” diye düşünmüş.

Hayat, macerasını bulmuş, ağır ağır zaman nehrinde akmaya devam ediyordu. Büyük mutluluklar yaşanan küçük evde, minik bir kelebektim sevilen, paylaşılamayan. Yanağıma, ellerime öpücük kondurmak, onların dünyadaki mutluluklarına mutluluk katıyordu.

Ailenin ilk çocuğuydum. Zayıf, sıska ve yerinde duramayan, kedi kovalayan, nerede bir ağaç görse ona tırmanarak en yukarısına çıkan ve bir dala oturup yemyeşil çayırlıkları seyretmekten zevk alan bir çocuk.
Babam benim bu hallerime ” Hiç de bir kız çocuğu gibi değil, bez bebeklerle oynayacağına oğlanlar gibi sekerek koşup hopluyor,”diyordu.

Babam kervan ile yola çıktığında arkasından ağlayarak el sallardım. Döndüğünde boynuna sarılır ve çantasındaki şekerlerimi avuçlardım. Annem yaramazlıklarımdan şikâyet edip dururdu. Bahçeye saklandığımda konu komşu beni ararlardı. Hava kararsa dahi eve gitmekten hoşlanmazdım. Hep bir kuş olmayı isterdim, dünyayı gökyüzünden seyrederek süzülen bir kuş. Kartal, şahin, serçe ya da kırlangıç fark etmez.

Yeter ki kanatlarım olsun uçayım. Bu çocukluk hayalimi ileriki yıllarda Şems sezmiş olacak ki bana genellikle “Serçecik” diye takılırdı.

Büyüdüğümde Şemsin serçeciği olacaktım, küçüklüğümde babamın kelebeğiydim. Bana sürekli olarak kelebek hikâyeleri anlatırdı babam.

“Bir zamanlar ufacık bir kelebek yaşarmış uçurumlarla çevrili bir dağ başında. Daha kozasından yeni çıkan yavru kelebek, minik kanatlarıyla uçmaya çalışırmış. Her kanat çırpışında yaşama sevinci akarmış üzerinden. Bir an önce uçup uzaklara gitmek istiyormuş. Hemen annesinin karşısına çıkıp durumu anlatmış: “Kısacık ömrümü dağ başında geçirmek istemiyorum, yeni yerler, farklı bitkiler tanımak istiyorum.” demiş. Annesi: “Olmaz, bizim ömrümüz zaten kısadır, uzaklara gidemezsin, üstelik burayı çevreleyen uçurumları aşamazsın. Düşersin uçurumdan, kırılırsın, incinirsin, ölürsün yavrucuğum” demiş. Yavru kelebek: “Ya yasakladığın uçurum benim uçurumumsa o uçurumda özgürlüğüm varsa, ben varsam…”

Sonra, ölmeyecek miyiz eninde sonunda? Ne fark eder burada ya da başka yerde?” demiş ve uçuruma doğru kanat çırpmaya başlamış. Gözden kaybolana dek arkasından bakmış anne kelebek ve uzaklaşıp giden yavrusunun ardından son sözlerini söylemiş:

“Kendi göğünde doğmak için uzak bir yıldız misali, kendi uçurumundan düşmen gerekirmiş. Kaderin buymuş yavrum…”

Babamın anlattığı hikâye yazgımın okunmasıydı âdeta. Anlamıştı babam taa o günlerde ömrümün uzun yollar üzerine kurulduğunu ve kısa bir hayat sürdürüp gençliğimin baharında öleceğimi, öyle ya, kelebeklerin ömrü azdı.

Çocukluğumda en çok sevdiğim şey bir ağacın üzerinde oturtup etrafı seyretmekti. Ağacın güzelliğini kelimelerle anlayamazsın, gözlerinle o ağacı görmen gerek. Ağacın altına uzanmak, yapraklarının hışırtısında ki musikiyi dinlemek, gövdesine tırmanmak, daldan dala geçmek ve oturup seyre dalmak, Fezaya çıkmak isterdim hep. Yıldızları beşik yapıp gökte uyumak isterdim. Babam bana ahireti anlatırken ağaçlardan, ormandan örnek verirdi. Dünya, ihtirasın elinde karanlık bir ormandı. İnanç, umut ve ibadetle aydınlatılabilirdi ancak bu kara orman. Ahiret aydınlık, rengârenk bir ormandı. Bu güzel ormana aşk ile yürünebilirdl.

Dağda uzun yürüyüşleri, gölgeli ikindide ağaçlar arasında koşuşturmayı seven, neşeli, bol çığlıklı bir çocuktum. Gelincik tarlalarını seyretmekten, küçük dereleri, kuş seslerini dinlemekten keyif alırdım. Ele avuca sığmaz bir çocuktum. Çocukluğumun güneşli uykuları annemin sesiyle bölünürdü. Günlerim hep ışıklı geçerdi. İçimdeki şenliğin ışığıydı bunlar. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen, ama o kadar çabuk bitiveren, sabun köpüğü gibi uçup giden, ardında ince yorgunluklar, çocukça arzular ve akşam kızıllığına doğru yükselen toz bulutları bırakan ışıklı günler.

Annem beni hikâyelerle ve ninnilerle uyuturdu. En sevdiğim hikâye “Fakir bir kadın ve kızı.” Fakir bir kadın, kucağında kızı ile kırlarda dolaşırken yolunu şaşırmış ve kaybolmuş. Günlerce aç kalmışlar. Nihayet bir çobanla karşılaşmışlar. Çoban onların bu haline acımış ve biraz ekmek vermiş. Annesi ekmekten bir lokma dahi almadan kucağında uyuyan yavrusunun uyanmasını beklemiş. Kızının gözlerini açtığını fark edince ekmeği ona uzatıvermiş. Kız, annesinin de aç olduğunu bildiği için “Sen de ye anneciğim” demiş. Anne yemediği halde; “Ben yedim yavrum. Sen devam et.” demiş. Böylece ekmeğin tamamını çocuğa yedirmiş, kendisi aç kalmış.

Bu hikâye beni çok etkilemişti ve ömrüm boyunca nerede aç bir insan olduğunu duysam hemen koşup yardım ederim.

Yaşadığımız yerde bir Müslüman’la, bir Hristiyan’ın evliliği, evin dışındakiler tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmadı. Sürekli konuşulanlar, artık hem annemin hem de babamın huzurunu kaçırmaya başlamıştı. Kolay değildi. Farklı dinlere mensup iki kişinin aynı çatı altında yaşaması ve doğan çocuklarının da -onlara göre- din yönünden arada kalması, kabul edilemez bir durumdu.

Evimize gelen Hristiyan kadınlar, babamın namaz kıldığı seccadesini ya da sürekli okuduğu Kur’an-ı Kerim’ini gördüklerinde, anneme türlü serzenişlerde bulunurlardı. Babam için de durum bundan farklı değildi. Annemin, önünde dua ettiği Hz. Meryem ve Hz. İsa ikonalarından dolayı, babamın hiçbir Müslüman arkadaşı evimize girmek istemezdi. Müslümanlara göre bizim evimiz bir kiliseydi, Hristiyanlara göre ise bir cami. İki tarafın mensupları da bırakın diğer dine ait ibadethanelere girmeyi, önlerinden bile geçmekten son derece rahatsız olurlardı.

Bu kadar karmaşa ve insanların bize bakışları, belki de Konstantiniyye’ye gidişimiz için bir sebep oluşturdu. Babam ise hiçbir zaman bunu dile getirmedi. Uğraştığı halı ticaretinin, Konstantiniyye’de daha iyi yürüyeceğini düşünse de asıl sebep, burada gördüğü baskılardı.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun sonunda geldiğimiz bu devasa Bizans şehri, daha önce yaşadığımız küçük yerden çok farklıydı.

Aile fertleri arasındaki dini farklılık, pek de kimsenin umurunda değildi. Bunun yanında, babamın işleri de eskisinden daha iyi yürür olmuştu. Bizans İmparatoru’nun kervanlarıyla seyahat ettiği için, ticaretini yaptığı mallar eskisinden daha güvenli bir şekilde yerine ulaşabiliyordu. Babam, eskiden kervanlara dadanan eşkıyalardan bahsederdi. Her kervan öncesi ise annemi korkunun hâkim olduğu bir telaş sarardı. Şimdilerde annemin böyle bir telaşı kalmamıştı.

Küçük bir bahçesi olan, iki katlı, taştan bir binada oturuyorduk. Bahçemizin girişinde sağ tarafta, kapının karşısında bir üzüm asmamız vardı. Babam, birkaç gün uğraşıp, o üzüm asması için yapılan çardağı onarmış ve onun altına bir sedir kondurmuştu. Çardağı o kadar sağlam onarmıştı ki, bana ipten bir salıncak bile yapmıştı. Arada sırada, beni salıncağa bindirir, “Uç bakalım kelebeğim,” diyerek sallardı. Bazen hızlı sallamasını isterdim. Göklere, en yükseklere çıkmak için ısrar ederdim.

Benzer İçerikler

Rome – Jay Crownover Online Kitap Oku

yakutlu

Füreya

yakutlu

En Son Yürekler Ölür

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy