“Göz bir adım ötesini görür,
Gönül ise ötelerinde ötesini…”
Aşkın Kandili
Aşkı nereye ve ne biçimde yazabilirsin? Hangi kalemin mürekkebi dayanır? Hangi nakkaş nakşeder bıkmadan usanmadan? Ömür el verir mi ki yazmaya? El verse bile yürek dayanır mı onu okumaya?
“Geldi geçti ömrüm benim” diye seslenir seneler evvelinden Bizim Yunus. Gelen ömründe, geçen ömründe aşka ahdettiği vefadan olduğunu anlatır her bir adımında. Nakkaşlar onu nakşeder en güzel parşömenlerin ortasına. Âşık, onun yolunda maşuk olur. Kalp vurulur aşka.
Velî’nin bağında bağbândır Yunus. Gül derer susuz kalplerin, kurak çöllere kurulmuş vahaların ortasında. Gül bahçesinde öten garip bir bülbüldür Yunus. Anlatır her dem. Susamaz. Çünkü aşka feda edecek bir şeyi kalmamıştır. Başı mı? Çoktan gitmiştir bedeninden. Gövdesi mi? Çizik çiziktir getirdiği odunların külfetinden. Ayakları? Heba olmuştur Taptuk’un asasını aradığı yollarda.
Âşık, aşk yolunda harcadıklarına bakmadığında görür her şeyi. Zamandan sıyrılır. Mekânı hiçe sayar. Yok olur. Hiç olur. Ama atinin her noktasında yaşar durur.
Bir rüya üzerine yazıldı bunca kelime. Yunus’un seslenişine kulak verdi nâsir. Suskunluğunu bozdu sessizlik. Var olmak için ayaklandı cümle âşık.
“Kendini harap etme, Molla Kasım. Eğer ki bu şiirlerin binini yakmasaydın; melekler Yunus’tan nasibini alamayacaktı ve ki bu şiirlerin binini karşı ki nehre atmasaydın; belki nehir kendini temizleyemeyecek ve balıklar Yunus’tan nasibini alamayacaktı.”
Aşkın Kandili’nde farklı bir Molla Kasım karakteri çizen genç yazar; Yunus Emre hakkında pek çok bilgiyi gözler önüne seriyor.
***
“Yüreğimin ışığı annem Leyla Argun’a Ve hayat ile yolculuğumda bana pusula olan Babam Hakan Argun’a minnet ile…
ve
Aşk’a.”
ÖNSÖZ
Uykudamıydım, yoksa uyanık mıydım? Gözüm karşıdan gelen sarı ışıkla kamaşsa da hemen beri de akan suyun o güzel sesini duyabiliyordum. Ruhum akan suyun sesiyle meşk ediyor, gözlerimi karşıdan gelen ışık yüzünden hala açamıyordum. Biraz sonra karşıdan gelen ışık daha da güçlenmiş, buna binaleyhn suyun sesi sönükleşmişti. Gözlerim yavaş yavaş etrafı görmeye, kendine gelmeye başladığında bir nehrin kenarında uyur vaziyette buldum kendimi. Ama biraz önce yatağa yatmamış mıydım? Rüya görüyor olmalıyım diye düşündüğüm esnada karşıdan vuran ışık huzmesinin ise güneş olduğunu fark etmiştim. Rüya mıydı gördüklerim? 0 an fark ettim ki bir rüya bu kadar gerçekçi olamazdı. Ama kendimi daha fazla yormadım çünkü içimden bir ses bu durumun bir müddet sonra biteceğini söylüyordu. Nehrin cemaline dalarak karşımdaki güneşin doğuşunu ve suyun üzerindeki yansımasını izlemeye başladım. Bir denizin üzerine veya nehrin üzerine yansıyan güneşi hiç görmemiştim. Bu ana kadar bir güneşin nehir üzerindeki yansımasını görmek benim için pek bir şey ifade etmiyordu. Tâ ki yaratılıştaki kusursuzluğu ve doğa harikası diye tabir edilen bu kızıl ışık topluluğunu bu kadar gerçekçi görene değin.
Nehrin suyuna dokunamıyordum. Daha doğrusu dokunmak istemiyordum. Güneşin nehir üzerine çizdiği tabloya dokunarak bozmak istemezdim. Eğer bu tabloya birkaç dakika daha sindirerek bakmayıp bozmaya çalışırsam; ünlü bir ressamın tablosunu berbat etmiş gibi hissedeceğimi biliyordum. O yüzden havanın sessizliğine rağmen nehrin sesiyle raks eden ruhumu kendi haline bıraktım. Ben sadece güneşin nehir üzerine resmettiğine bakıyordum.
Az ileride birbiriyle oynaşan kuşlar, onun biraz berisinde ise sarıkanadı bir kelebek gördüm. Hepsi de bu güzel tabloya yardımcı unsurlar gibi oldukları yerde duruyorlardı. Sanki birisinin onları tuvale geçirdiğini düşünüyormuşçasına kıpırdamadan bekleşiyorlardı. Birbiriyle gagalaşan kuşlar bile biraz ara vermişlerdi. Sadece nehrin ruhum için verdiği musikiye iştirak ediyorlardı, o güzel sesiyle.
Gözlerimi nehrin hemen kıyısına çevirdiğimde sadece benim oturduğum kısmın dışında diğer bölgelerin kurumuş otlarla kaplandığını gördüm. Bu kadar büyük ve billur gibi akan bir nehrin etrafı kuru otlarla kaplanabilir miydi? Doğrusu şaşkınlığım belki de ağzımın sonuna kadar açılmasına sebep olmuştu. Bir an bu otların nankör olabileceğini düşündüm. Bu kadar güzel bir nehre karşı kuruyarak nankörlük yaptığını düşündüm. Ama o an için önyargıyla verilmiş bir karar olduğunu şimdi bunları yazıya geçirirken fark ediyordum. Ya o nehir zehirliyse? Belki de birçok ot o sebeple kurumuştu. Bunca güzelliğin altında zehirli bir su yatıyor olabilirdi.
Bir anda evreni düşündüm. Hayat mefhumunun bu nehir gibi olacağını yeni yeni fark ediyordum. Fark ettikçe içine gömüldüm bu düşüncenin. Öyle ki insan hayatı bir nehrin sularına atılmış kayıklar gibidir. Ya kayığı nehir akıntısının tersine hareket ettirir asıl kaynağa ulaşırsın; ya da kendini nehrin akıntısına bırakır, nehir nasıl isterse o biçimde hareket edersin. Bazen kıyıya çarpar, bazense kayığın batar. İşte o zaman bu pırıl pırıl görünen nehir senin için mezar olur. Seni sinesine gömer ve boğar.
Bunları düşünürken nehrin bir koluna atıldığımı düşündüm. Acaba halen bu kolda mıydım yoksa nehrin akışına zıt bir istikamette mi ilerliyordum? Hiç aklıma gelmeyen bu duygular sonunda yerini bulmuş; zamanının geldiğini göstermişti. Sahi ya ben nehre karşı nasıl bir tutum içindeydim? Kendimi nehrin akışına mı bırakmıştım, yoksa beni nehir istediği yere sürüklüyor muydu? Bunların kendi içimde verilmesi gereken büyük bir hesap olduğunu en başından beri biliyordum; lâkin neden bu kadar geç kaldığımı bir türlü kestirememiştim.
Ruhum hala nehrin sesiyle raks ederken kulağımın bu sese aşina bir tavır göstermesi beni şaşırtmamıştı. Öyle ki bir süre sonra burun aynı kokuya, kulak aynı sese tahammül edemez ve o kokuyu ikinci bir seferde algılamaz. İşte insanoğlunu yansıtan birçok duygu onun uzuvlarında da mevcut haldeydi. Sadece uzuvlarında mı? Yaşadığı dünya da bile bu durumun birçok örneğini görebilir.
Güneş, bunca düşünce yığınına karşılık hala aynı tabloyu biraz sonra bozulacak olmasına rağmen nehrin üzerine nakşediyordu. Nehrin her bir zerresini kendi ışığına doyuran, fakat doyurdukça daha fazla isteyen nehirle baş etmek gerçekten de zor gözüküyordu.
Gözlerim etrafı taramaya başladı. Benden biraz ötede iri yarı bir adam gördüm. Elinde tuttuğu sayfaları hoyratça nehre atıyordu. Hatta yüzündeki küçümseyici ifade güneşin ışığını bile kapatıyorken attığı kâğıtlarda neler yazdığını merak ettim. Yavaşça uzun süredir oturduğum yerden doğruldum ve elindeki kâğıtları atmayı bırakıp bir anda ağlamaya başlayan adamın yanına doğru yürüdüm. Adımlarım koşarcasına hızlı kalp atışlarım adımlarımla aynı doğrultudaydı. Merak duygum ise aynı doğrultuda artış göstermekteydi. Kurumuş dediğim otların üzerine nankörlükleri sebebiyle hoyratça basıyor, belki de bir toy atın yere vurduğu toynaklarından daha güçlüydü ayaklarım. Bunu sıradanmış gibi kabul ediyordum; fakat bir türlü iri-yarı-adamın yanına bir türlü ulaşamıyordum. Ben koştukça mesafe azalmıyor nispetine daha da artıyordu. Bu durumda dolayısıyla benim hoşuma gitmiyordu.
Artık yorulmuş koşmayı bir kenara bırakıp uygun adım halinde yürümeye koyulmuşken gözlerim birden güneşin üzerine çeşit çeşit resim çizdiği nehre kaydı. Nehir kurşunî bir renk almış, yatağı ise kâğıtlarla dolmuştu. Şimdi iri-yarı-adamın elindeki kitap merakımı daha da cezp ediyordu. O sırada uzaklaşan mesafeler bitmiş, mesafeler yok oldukça kendimi iri-yarı-adamın yanında bulmuştum. Konuşmak istiyordum lâkin dilim lâl kesilmişti. Sustum. Fazla zorlamadım. Zaten bu gün için bir şeyler için kendimi fazlaca zorlamıyordum. İçimden geldiği gibi hareket ediyordum ki bu da benim yapıma uymayan bir şeydi.
Gözlerimi gözyaşlarının ıslattığı kitaba döndürdüğümde eski yazıyla bir şeyler yazıyordu. O an eski yazı öğrendiğim için çok mutlu olmuştum. Zira burada yazanları okuyamasaydım ve içimdeki amansız merakı sonlandır- masaydım; belki de kendimi asla affetmeyecektim.
Elinin kapattığı yazıları okuyamıyordum, lâkin son dört bölüm net bir şekilde görülebiliyordu. Sessizce mırıldanmaya başladım. Dilim açılmış, kulağım işitmeye başlamıştı:
“Derviş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme.
Seni sıygaya çeker / Bir Molla Kasım gelir ”
O an haykırdım, karşımda duran adama doğru:
“Sen…” dedim sinirlerimi kontrol altında tutmayı bir köşeye bırakıp. “Molla Kasım’sın. Şu Yunus’un şiirlerinin binini yakan, binini ise şu nehre atan.”
Molla Kasım feryat etmeye başladı. Gözlerinden akan yaşlar belki de karşımda duran nehrin suyunu tertemiz, pürü pak edebilirdi. Fakat kendi böyle bir şey olacağına inanmıyordu. Bu sırada elinde tuttuğu kitabı çekip aldım.
“Evet!” dedi gözündeki yaşları silerken. Eyvah ki eyvah! Koskoca umman benim bu halimi yüzyıl öncesinden görmüşte ben onun hakikatini gözümün önündeyken dahi görememişim.
Molla Kasım’ın içler acısı feryadı yüreğimi pare pare etmişti. Zira zavallı ondan seneler sonra söylenecek sözden habersizdi. Belki bunu söylemek onun yüreğini ferahlatmazdı ancak belki bir çare olur diye söylemeden edemedim:
“Kendini harap etme. Eğer sen bu şiirlerin binini yakmasaydın; melekler Yunus’tan nasibini alamayacaktı. Eğer bu şiirin binini şu karşıki nehre atmasaydın; belki nehir kendini temizleyemeyecekti ve balıklar Yunus’tan nasibini alamayacaktı.”
Şimdi ne kulaklarım onu duyuyordu, ne de sözlerim ona gidiyordu. Zaman yavaşlamış, hatta durma noktasına gelmişti. Konuşanın sesi gönlümden geliyor, bir çift zifir karası gözlerse suyun içinden bana bakıyordu.
“Sen…” diyordu. “Bu kitapla Koca Yunus’u anlatacaksın. Biçare Yunus’u söyleyecek, belki de birkaç insanın ondan nasibini almasını sağlayacaksın.”
“Ben mi?” diye sordum. “Zira ben birkaç kelimeyi yan yana getirmekte bile zorlanan birisiyim. Nasıl olur da, âşık Yunus’u anlatabilirim?”
Yatağımdan hiddetle kalktığım sırada yastığımın başında bulduğum kitap belki de dün geceden kalmaydı; fakat Yunus’un işaret ettiği işte buydu: Kuran. Bana “Oku!” diyordu. Kuran’ı oku… Ben Kuran’dayım. Aslında bütün aşk ehli Kuran’da değil miydi? Hepsi ondan bir parça değiller miydi? Bizim çivilerle betondan duvarlarımıza astığımız aslında aşk ehlinin ve Yunus’un kalbinde çakılı değil miydi? Tabi ya öyleydi. Yunus bu yüzden bana kalbimi okumak istiyorsan, “Kuran’ı oku!” diyordu.
AŞKIN KANDİLİ
1. BÖLÜM
PÎR’İN BAĞI
Eylül 1270
Pîr Dergâhına Giderken
Yunus, annesinden aldığı sözle çıktı evinden. Heybesine onun duasını doldurmuş, yoluna kokusunu saçmıştı. Bunca yolu onun duası ile kat etmişti. Sırtında bir çuval buğday, gönlünde bir avuç anne duasıyla dönüyordu köyüne. İşte her şeyi geride bıraktığı gibi Hacı Bektaşi Veli’nin “Getirdiğin her alıç tanesinin çekirdeğine karşılık on nefes verelim.” sözünü bile ardı sıra bırakmış yürüyordu. Susuzluktan dili damağına yapışmıştı. Açlıktan biçare olmuş hali ile ilerlerken karnından da açlığın isyan sesleri geliyordu. Yunus buna rağmen indirmedi çuvalı omuzlarından. Hala yürüyordu ve annesinin istediğini yerine getirmekten de oldukça mesuttu. Küçüklüğünden beri büyükleri tarafından anne duasıyla yol almanın önemi vurgulanmıştı. Anne duasının her şeyden daha ehemmiyetli olduğu ağacın üzerine atılan çentik misali zihnine kazınmıştı.
Dudaklarında küçük bit tebessüm yankılandı. Az ileride öncelerden beri suyunu içtiği çeşme duruyordu. Onun arkasında da annesinin merakla beklediği köyü. Pir dergâhından çıktığından beri indirmediği çuvalı yere koymadan önce çeşmenin az berisine vardı. Çuvalı indirmeden önce yerin kuru olmasına dikkat kesildi. Daha sonra çuvalı hışımla oraya indirdi. Yorgunluktan omuzları ağrımış, bir çift siyah zeytine benzeyen gözleri şişmişti. Koşarak çeşmeye doğru ilerledi. Çeşmenin az ileride bulunmasına rağmen attığı büyük adımlar onu bir türlü çeşmeye yaklaştırmıyordu, işte o zaman kavrulmuştu yüreği. Kavrulan yüreği saman çöplerinin arasına düşen köz misali alev almıştı.
Yaklaştı sonunda kör kuyu misali sessiz sedasız akan çeşmeye. Bu sefer farklıydı, akan su. Tadı eskisi kadar güzel değildi. Suyu da eskisi kadar soğuk değildi. Öyle ki akan su Yunus’un yanan yüreğini serinletmiyor aksine ateşe damlayan yağ gibi daha da alevlendiriyordu. Çeşme berraktı berrak olmasına, güneşin saçtıklarından nasibince bir nur gibi parıldıyordu. Hayvanlarını otlatırken doyasıya içtiği suyun tadını beğenmeyip çeşmenin yanı başına çöktü. Ne çare ki artık bu çeşme onun gönlünü hoşnut etmiyor, bilakis içtikçe kavuruyordu. Neydi bunun hikmeti, neydi bunun sırrı? Yunus hiç bir şey bilmiyordu. Sadece kalbinin arayışını hissedebiliyordu. Gönlü cayır cayır yanarken oturduğu çeşmenin yanı başında, gözleriyle çuvala bakıyordu.
Gökyüzü çivit rengi bir hal almıştı. Koyu bulutlar ve hemen ardı sıra gizlenen masmavi sema yağmurun habercisiydi. Biraz sonra bastıracak yağmur az önce ıslak yere koymamak için çabaladığı buğdayları ıslatacağa benziyordu. Güneş bulutların arkasına çekilmişti. Yunus o an sustu. Ne gönlü konuşuyordu, ne dili. Her ikisi de lâl kesilmişti. Yunus, oturduğu köşeden biraz sonra bastıracak yağmuru izleyecekti. Keza Allah böyle istiyorsa aciz bir kul ne yapabilirdi?
Şimdi çeşmenin başında oturmuş, olanı biteni anlamlandırmaya çalışıyordu. İçtiği suyun tadını ve soğukluğunu hissedemeyişine bir türlü aklını erdiremese de sonunda anlamıştı: Bir çuval buğdayın bir müddet sonra tükeneceğini ama Pir’den alacağı himmetin ömür boyu kalacağını… Önce kurşunî renge bürünen havaya, arkasından da çeşmenin berisinde kalan köyüne baktı. Belki bir adımlık mesafe kalmıştı köyüne ama himmet için verilecek ömür varken köye geri dönmek akıl kârı bir iş olmazdı.
Gönlü evvelden beri sırtında taşıdığı ve biraz sonra yağmurdan nasibini alacak buğdaylar gibiydi. Onlar gibi tane tane olmuş, ilk yağmur katresiyle ise çillenmeye başlamıştı. Maddi de çillenen buğdayların manada gönlünü aşk ile bereketlendirdiği aşikârdı. Yaptığı yanlışlar ve hatlarla Yunus’un kıpkırmızı olan yüzünün yanı sıra siyah zeytin gibi duran gözleri irileşmişti. İrileşmiş göz bebekleri dağın derinliklerinden yeni çıkarılmış kömür parçası gibi simsiyah ve parlaktı. Aşkın ciğerine verdiği sıkıntı büyümüş, gözlerini ardından da tüm bedenini kaplamıştı. Rabbinin verdiği muştuyla Hazreti Musa’ca dua ediyordu. Bir yandan yürüyor, bir yandan da Kuran’ın muştuladığı sözlerle yalvarıyordu, Rabbine:
“Ey Rabbim!
Göğsümü aç, genişlet. İşimi kolaylaştır.
Dilimde bulunan düğümü çöz ki beni anlasınlar.”
“Dilimde, dinimde ve gönlümde bulunan düğümü çöz” diye tekrarladı Yunus. Sözüyle her şeyin hakkında hayırlısını veren Rabbi’ne hitap ediyordu. Gönlünün daha fazla yanmasını, aşk alevinin kendisini yutup kendi içinde harap etmesini istiyordu.
Yürüdükçe daha da arttı, gönlünde ki yangın. Her bir adımda sanki ufak yüreği kıpkırmızı közlerle dolduruluyordu. Dili ve yüreği lâl olmuştu. Ne bu acıyı feryat edebilirdi, ne de bu feryadı insanlara duyurabilirdi.
Kurşunî renkteki bulutlar dağılmış, güneş altın sarısı ışıklarıyla kendini göstermişti. Topraktaki kuraklığın eseri bozkırlar, birazda olsa yağmurdan nemalanmıştı. Kuraklığın pençesinde bulunan Sarıköy bile bugün yağmur suyuyla hal olmuştu. Yunus, dünyadan yitip giden onca yaprağın toprağa karışmasında etkin bir faktör olan gelip geçici yağmurları çocukluğundan beri biliyordu. Ve bu yağmurlar öylesine aldatıcıydı ki her ne vakit kendini gösterirse orada kuraklık peydahlanırdı. Eğer Eylül ayında böylesine bir yağmur olmazda sürekli yağarsa, işte o güzel bir sezonun geleceğini gösterir ve o zaman anası aç kalmazdı. Oradan çıkacak mahsul onun karnını hayliyle doyururdu.
Yolculuk bitmişti. Az ileride yeşillerin içinde bulunan dergâh bütün azametiyle Yunus’u çağırıyordu. Etrafında bulunan Akasya ağaçları dergâha girmeden önce bütün serinliğini yolcuya veriyor, etraftaki gül kokuları ise gelen kişinin ruhunda derin izler bırakıyordu. Beyaz, sarı, kırmızı renklerin çoğunlukta olduğu güller hem göz zevkine, hem de gönlün en içlerine hitap ediyordu. Gönle hitap eden güllerin yanı sıra közlenen bir odun ateşine benzeyen taneler gönlünün içine düşen göktaşları gibi oturuyordu içine. Sanki gökten süzülen bir yıldız düşmüştü; Yunus’un gönlüme…