Aşkın Şehidi

Kerbelâ, Hüseyin ve yoldaşlarının katligâhı…
Orada kan ve gözyaşı var.
Oradaki susuzlukla senin de ciğerlerin kavrulur.
Ve başlarsın âh-u figan etmeye.

İçin yandıkça görürsün:
Kerbelâ hak aramanın ve özgürlüğün destanıdır.
Teslimiyetin, adanmışlığın ve sadakatin zirvesidir.
Her biri ayrı bir şiar olan yetmiş iki şehidin yurdudur Kerbelâ…

Onlara kapılanırsan nakşolur kalbine:
Aslında her yer Kerbelâ’dır, her gün Âşura…

Ve dile gelir Kerbelâ: “Benim için ağlama. Kendine bak!”der…

“Adına lanetler okuduğun Yezid bizatihi nefsindir.
Hesapsızca ister, bu uğurda canlar yakar.
Hüseyin’i terk edenleri kınamadan evvel bir kez daha düşün!
Sende bir akıl var.
Sadece kendi çıkarlarını hesap eder
Ve heveslerini haklı göstermek için türlü bahaneler uydurur.”

Kerbelâ ikazla yetinmez. Kurtuluşun yolunu da gösterir:
“Hüseyin’i Allah katından sana üflenen ruh belle!.. Arına paklana yücelirsen sen de Rabbinden bir delil oldun demektir. Aşka şahit isen bu Şehadct kutlu olsun. Sen Aşk ile her dem diri kalanlardansın.

Ve “Aşkın Şehidi“sin!..”

***

Üzerine güneş doğanların en güzeline
Babacığıma!..

DÖNEM TARİHÇESİ ve ŞARTLARI

Miladi 5.asır Mekkesi’nin en güçlü kişisi soyu Hz. İsmail’e dayanan Kusayy oğlu Abdimenaf’tı. Onun döneminde Kabe’ye dair hizmetler yeni baştan yapılandırılıp düzene kavuşturulmuştu. Ancak Abdimenafoğullarından Hâşim ile Ümeyye, Mekke ve Kabe’nin yönetimi konusunda anlaşmazlığa düşünce her ikisinin evlatları arasında Habil-Kabil misali zorlu mücadeleler başladı. İlk iktidar kavgasını kaybeden Umeyye Mekke’yi terk edip Şam’a yerleşti. Orada yeni ticari bağlantılar kurup güçlenince şehrine döndü. İhtilâflı konularda iki aile arasında kerhen de olsa uzlaşı sağlandı. Buna göre hacıların barınması ve onlara yiyecek temin edilmesi gibi itibarlı görülen işler Hâşimîlere aitti. Savaş vakti askerlere komuta edilmesi ve dış kabîlelerle ilişkilerse Ümeyyeoğullarının uhdesindeydi.

Sonraki nesilde bu görevler Abdulmuttalib ve Harb’e kaldı. Ümeyye oğlu Harb ticârette daha başarılıydı. Buna rağmen amcazadesi kadar nüfuzlu değildi. Abdulmuttalib asırlardır kayıp olan zemzem kuyularını ortaya çıkarmıştı ve “Fil Vakası” olarak bilinen saldırıya maruz kaldıklarında Kureyşli aileler onun vekilliğinde birleşmişlerdi. Onların ardından Hâşimîler Ebû Tâlib’in, Ümeyyeoğulları ise Ebû Süfyan’ın idaresinde buluştular. Dış tehditlerin kalmadığı bu dönemde ailevî zenginliğini daha da artıran Ebû Süfyan artık tüm Hicaz’ın en varlıklı kişisiydi.

Miladi 610 yılına gelindiğinde Hâşimîleri zorlu günler bekliyordu.
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Son Elçi olduğunu açıklamaya başlamıştı. İnsanları Allah’ın Tekliğine-Birliğine çağırırken Mekke putlarına ve buna bağlı sömürü düzenine de karşı çıkmaktaydı. Mevcut durumdan en çok fayda sağlayanlar Ümeyyeoğulları olduğundan Resûlullah’a en sert tepkiyi de onlar veriyorlardı. Ancak tüm baskılara rağmen Hz. Muhammed (S.A.V)’in yaratılıştan gelen eşitlik ve inananlar arasındaki kardeşlik tebliği aşîret bağlarını sarsmıştı. Böylesi bir dönemde Hz. Peygamber’in amcası Ebû Leheb İslâmiyeti reddederken; Hz. Osman gibi önde gelen bir Ümeyyeoğlu veya Ebû Süfyan’ın kızı Hz. Ümmü Habibe İlâhi kelâmı kabullenebilmişlerdi.

“Hüzün Yılı” addedilen 620 senesinde önce Resûlullah’ın eşi Hz. Haticetü’l-Kübra ardından amcası Ebû Tâlib vefat etmişti. Hâşimîlerin lidersiz kalması üzerine Hz. Muhammed (S.A.V) üzerindeki baskılar şiddetlendi ve iki yıl sonra Resûlullah Mekke’yi terk edip Medine’ye yerleşmek durumunda kaldı.

Hicretin ikinci yılında Bedir’de yapılan savaşta başta Ümeyyeoğullarından olmak üzere Kureyşli müşrik önderlerin çoğu ölünce Ebû Süfyan Mekke liderliğinde rakipsiz hale geldi. Bedir’in intikamını almak için düzenlediği Uhud Savaşına özel kini nedeniyle eşi de katılmıştı. Savaş sonunda Hz. Hamza’nın ciğerlerini söktürüp hınçla dişleyen Hind, tarihe “Ciğer Yiyen Kadın” olarak geçti.

Müşrikler açısından başarısız olan Medine Kuşatmasının tertipçileri de Ümeyyeoğullarıydı. İlerleyen yıllarda müşrikler adına Resûlullah’la saldırmazlık antlaşması imzalayanlar da yine onlar oldular. Ancak sözlerinde durmamaları üzerine Hz. Muhammed (S.A.V) o güne kadar Mekke’nin görmediği büyük bir ordu topladı ve sürüldüğü şehri kansız şekilde fethetti. Müminlere düşmanlıkta sınır tanımayan Ebû Süfyan kendisi ve ailesi hakkındaki nihai kararı beklerken Resûlullah onların affedildiklerini ilân etti. Bunun üzerine Ebû Süfyan, oğlu Muaviye, eşi Hind ve diğer yakınları Müslüman olduklarını bildirdiler.

632 yılında Resûlullah Dârü’l-Bekâ’ya intikâl edince ashâb halîfe olarak Hz. Ebûbekir’i seçti. Onun döneminde ailesi için herhangi bir menfaat sağlayamayan Ebû Süfyan mevcut konumunu muhafaza etmekle yetindi. Ancak Hz. Ömer’in hilâfet yıllarında Suriye’nin fethedilmesi Ebû Süfyan’a nicedir aradığı kapıyı nihayet aralamıştı. Bölgeyle olan kadim ailevî hukuklarını kullanarak önce büyük oğlu Yezid’i, o ölünce de diğer oğlu Muaviye’yi Şam Vâlisi yaptırdı. Hz. Osman halîfe seçilince Ümeyyeoğulları için altın çağın kapıları hiç olmadığınca açılmıştı. Özellikle sınır bölgelere atanan valilerin çoğunluğu kendi ailesinden olan Ebû Süfyan; “Artık hilâfet kendi içimizde dönecek!..” demeye bile başlamıştı.

656 yılına gelindiğinde valiler hakkında halka karşı haksızlık yaptıkları ve devlet hâzinesinden şahsî menfaat sağladıkları yönünde şikâyetler yükseliyordu. Üstelik iddia sahipleri hükümet merkezi olan Medine’de toplanmaya başlamışlardı. Bu tepkiler zamanla valileri aşıp bizzat halîfenin şahsına yöneldiğinde isyancılar arasında Ümeyye eşrafından Mervan bin Hakem de vardı. Öte yandan Ümeyye kökenli vâliler, Hz. Osman’ın âcil asker ve yardım taleplerine sırtlarını dönerek olacakları izlemekle yetiniyorlardı.

Hz. Ali gittikçe ateşli tepkiler veren isyancıların hilâfete zarar vermelerinden çekinerek oğullarını Hz. Osman’a gönderdi. Ancak kalkışma esnasında kendilerine direnen Evlâd-ı Resûl’ü bile yaralayan isyancılar sonunda halîfeyi şehit ettiler. Devlet ve toplum adım adım kargaşaya sürükleniyorken Hz. Ali öne çıktı ve halîfe seçildi. İlk iş olarak merkezin yardım emrine uymayan ve haklarında zaten birçok şikâyet bulunan vâlileri azletti. Muaviye bu kararı tanımadığını bildirdi. Alenen hilâfete tâlip olmayı erken bulduğundan Şehit Halîfe Affan oğlu Osman’ın kanını talep etmekle yetindi. Ona göre Hz. Ali suçlu suçsuz ayırt etmeden Medine’deki herkesi tutuklayıp sâbık halîfenin katillerini ortaya çıkarmalı ve infaz için kendisine teslim etmeliydi. Ancak meşrû ve mevcut Halîfe Hz. İmam Ali masum insanların mağdur edilmemesi için âdil yargılama sürecinden taviz vermeyecekti. Bunu “Ali kâtilleri koruyor” propagandasına çeviren Muaviye ve diğer valiler merkeze karşı ordu toplamaya başladılar.

Hükûmetin ve isyancıların birlikleri Sıffin’da karşı karşıya geldiğinde savaş Hz. Ali’ye bağlı güçlerce kazanılıyorken Muaviye barış ve hakem çağrılarına sığınıverdi. Kurân-ı Kerim sayfalarını mızraklarının ucuna geçiren isyancılar karşısında Hz. Ali’nin tüm îkazlarına rağmen hükûmet güçlerinin mühim bir kısmı savaşmayı bıraktılar. Sonraki süreçte Muaviye hakemler arası aldatmacalar ve türlü vaatler neticesinde meydanda kaybettiği savaşı kendi başarı hânesine yazdırdı. Bu olay hükûmet güçlerinde çözülme yarattı ve kendilerine “Hariciler” denen bir güruh Hz. Ali’ye olan biatlerinden döndüler. Çokça ibadet eden ama ilkesiz ve bağnaz kişiler olarak betimlenen Hâricilere göre Hz. İmam Ali de, ona isyan eden Muaviye de kâfirdi ve derhal öldürülmeleri gerekmekteydi.

661 yılında Hz. Ali Hâriciler tarafından şehit edilince hükümet güçleri Hz. Hasan’a biat etmişti. Aynı günlerde Suriye’ye ek olarak
Mısır ve Filistin’den de asker toplayan Muaviye öldürücü bir darbeye hazırlanmaktaydı. Irak ve Hicaz’dan gelen birliklerle Muaviye’yi karşılamaya çıkan Hz. Hasan’ı babasının başına gelenlerden de büyük ihanetler bekliyordu. Önce kendi ordugâhında silahlı saldırıya uğramış, savaş günü saf değiştiren komutanlarının teker teker satın alındıklarını öğrenmişti. Üstelik aynı günlerde Bizans orduları da Müslüman topraklara girmişlerdi. İkilik sürdürerek daha fazla kardeşkanı dökülmesine razı olmayan Hz. Hasan, Muaviye’yi birtakım ilkeler üzerinden anlaşmaya iknâ etti.

Bu antlaşmanın en önemli maddesine göre Hz. Hasan meşru hakkını şimdilik devredecek; Muaviye ise öldükten sonra yerine kimseyi veliaht bırakmayarak yönetimi asıl emânetçisine iâde edecekti. Allah’ın ismi üzerine antlaşmaya uyma sözü veren Muaviye bu esnada altmış iki, Hz. Hasan ise otuz altı yaşındaydı. Haliyle çoğu insan tez zamanda İmam Hasan’ın hilâfete yeniden döneceği umudundaydı. Medine’de ikâmet etmekte olan Hz. Hasan antlaşma akabinde defaatle zehirletilmeye çalışıldı ve 669 yılındaki nihai teşebbüs İmam Hasan’ın şahadetiyle noktalandı.

680 senesi Mayıs/Receb ayına girildiğinde Muaviye’nin de sağlığı kötüleşmişti. Vâlilik süresi dâhil olmakla kırk küsur yıllık iktidarı ve seksen yıllık yaşamı sona ermek üzereyken İmam Hasan’la Allah’ın adı üzere akdettikleri antlaşmayı bozup yerine oğlu Yezld’i tayin etti.
Onun açtığı bu kapı sayesinde müminlere yönetici olmak için darbeyle başa geçmek veya muhteris bir babaya sahip olmak gayrı en genel geçer akçeydi.

Abbas: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinden. Romanda “Celâl Abbas” adıyla da anılıyor… Abdullah bin Cafer-i Tayyar: Hz. Hüseyin’in amcazadesi ve eniştesi, Hz. Zeyneb’in eşi…
Abdullah bin İmam Ali: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinden…
Abdullah bin İmam Hasan: Hz. Hüseyin’in yeğeni, Hz. Hasan’ın ortanca oğullarından…
Abdurrahman: Hz. Hüseyin’in amcazadesi olan Müslim bin Akil’in büyük oğlu…
Ali Asgar: Hz. Hüseyin’in henüz kundakta olan en küçük oğlu…
Ali Ekber: Hz. Hüseyin’in en büyük oğlu…
Ali Evsat: Hz. Hüseyin’in ortanca oğlu…
Amr: Yezid’in Mekke-Medine vâlisi, Muaviye’nin kuzeni…
Atik: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinden…
Atike: Hz. Hüseyin’in gelini, Ali Ekber’in eşi ve Müslim bin Akil’in kızı…
Avn: Hz. Hüseyin’in yeğeni, Hz. Zevneb’in ortanca oğlu…
Cafer: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinden…
Ebubekir bin İmam Ali: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinden…
Ebubekir bin İmam Hasan: Hz. Hüseyin’in yeğeni, Hz. Hasan’ın ortanca oğullarından…
Fâtıma binti İmam Hasan: Hz. Hüseyin’in gelini, Hz. Hasan’ın büyük kızı ve Ali Evsat’ın eşi. Romanda “İncinin Fâtıması” olarak da anılıyor…
Fâtıma binti İmam Hüseyin: Hz. Hüseyin’in küçük kızı. Romanda “Mercanın Fâtıması” olarak da anılıyor…
Ferezdak: Ehl-i Beyt dostu bir şair…
Habib: Hz. Hüseyin’in Kûfeli dostlarından…
Haccar: Yezid’in Kerbelâ’daki komutanlarından…
Hacer: Hz. Hüseyin’in torunu, Ali Ekber ve Atike’nin beş yaşındaki kızı…
Hasan’ül-Müsenna: Hz. Hüseyin’in yeğeni, Hz. Hasan’ın en büyük oğlu. Romanda “Müsenna, Şerif” olarak da anılıyor…
Hamza: Hz. Hüseyin’in torunu, Ali Ekber ve Atike’nin üç yaşındaki oğlu…
Haşim: Hz. Hüseyin’in amcazadelerinden yaşlı bir tüccar…
Hürr: Yezid’in Kûfe valisine bağlı bir subay…
Hüseyin bin Abdullah: Hz. Hüseyin’in yeğeni, Hz. Zeyneb’in küçük oğlu…
İmam Hüseyin: Resulullah’ın torunu. Hz. Fâtıma’tüz-Zehra ve Hz. İmam Ali’nin oğlu. İmamet konusunda ağabeyi Hz. Hasan’ın halefi. Beş kişilik Âl-i Âba’nın o gün için kalan son ferdi. Romanda kullanılan isim, künye ve lakapları: “Hüseyin, İmam, Resul’ün Oğlu, Habibullah’ın Oğlu, Mercan, Hüccet, Vaktin Nakatullah’ı, Zebh-i Azim, Büyük Kurban, Azimetlerin İmamı, Masum, Celil ve Cemil olanın kulu…”
Kasım: Hz. Hüseyin’in yeğeni, Hz. Hasan’ın on iki yaşındaki oğlu. Romanda “Amcasının Abisi” olarak da anılıyor…
Kays: Hz. Hüseyin’in Kûfeli dostlarından…
Mervan bin Hakem: Yezid’in ve babası Muaviye’nin gizli işlerinin yürütücüsü, Hicaz’daki Ümeyyeoğullarının lideri…
Muhammed bin Abdullah: Hz. Hüseyin’in yeğeni. Hz. Zeyneb’in en büyük oğlu…
Muhammed Asgar: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinden…
Muhammed Bâkır: Hz. Hüseyin’in torunu, Ali Evsat ve Fâtıma binti Hasan’ın henüz iki yaşındaki oğlu…
Muhammed Hanefi: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinden…
Musahhar: Hz. Hüseyin’in Kûfeli dostlarından, Kays’ın babası…
Müslim bin Akil: Hz. Hüseyin’in amcazadesi ve elçisi…
Osman: Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşlerinin en küçüğü…
Ömer bin Saad: Yezid’in Kerbelâ’daki başkomutanı. Romanda “İbn-i Saad” olarak da geçmekte…
Rabia: Hz. Hüseyin’in Kûfeli dostlarından, Vehhab’ın eşi…
Rübab: Hz. Hüseyin’in hanımı…
Safiye: Hz. Hüseyin’in baba bir kız kardeşi…
Rukayye: Hz. Hüseyin’in altı yaşındaki kızı…
Süfyan: Yezid’in gezici vaizlerinden…
Sümeyye: Hz. Hüseyin’in Kûfeli dostlarından, Vehhab’ın annesi… Şebes: Yezid’in Kerbelâ’daki ordu komutanlarından…
Şimr: Yezid’in Kerbelâ’daki ordu komutanlarından…
Utbe: Şamlı gezici vaizlerin lideri…
Ümmü Gülsüm: Hz. Hüseyin’in ana-baba bir kız kardeşi.
Vehhab: Hz. Hüseyin’in Kûfeli dostlarından…
Velid: Medine’nin Amr’dan önceki vâlisi, Muaviye’nin kuzeni… Yahya: Mekke’nin Amr’dan önceki vâlisi, Muaviye’nin kuzeni…
Zeyneb: Hz. Hüseyin’in ana-baba bir kardeşi. Romanda kullanılan künye ve lakapları: “Seyyide Zeyneb, Seyyide, Abisinin Annesi, Haydar’ın Kızı, Kevser’in Kızı…”

SÖZ BAŞI

Bir gece sayfaları aralandı Kitabın. Karşımda duran sûrelerin en kısasıydı:

Şüphesiz Sana Kevseri verdik.
Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.
Asıl izi silinecek olan Sana kin besleyendir.

Sayfayla birlikte gözlerim de kapandı. Önüm sıra her biri tek başına topluluk olmuş insanlar belirdi. Vakûrdu halleri. Sanki geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa yürüyorlardı. Yine de sordum kendi kendime; “Nereye gidiyor bunlar?” diye…
“Kerbelâ” dedi, bir ses…
Şevklenip artlarına düşmek istedim.
O ses; “İyi düşün, bunun bedeli ağırdır!” dedi.
Korktum…
“Kûfeliler de korkmuştu. Unutma! Korkanlar dostlarını terk eder!” dedi aynı ses.
Utandım bu kez. Aklım karıştı, gönlüm bulandı.
O ses; “Ne utan, ne de kork!” dedi: “Anlamaya bak! Gidenler kazandı.”
“Yezid” dedim, merakla: “O kazanmadı mı? Hüseyin’in ve yoldaşlarının kanını döküp tahtına daha bir güvenle kurulmadı mı?”
“Yanlış biliyorsun” dedi: “Aç, bir daha oku! Ve düşün. Kazanan Yezid mi yoksa İmam Hüseyin mi?”
Merak ettim. Bu kez nasıl okuyacaktım?
“Kerbelâ’yı cinayet öyküsü bilme!..” dedi: “Onda bir sayfa daha var; ana sütü kadar ak ve pak olan. Orada kahramanlar kâh Ali oğlu Hüseyin’dir, kâh Fâtıma kızı Zeyneb…”
“Amenna!” dedim pür telaş ve ekledim: “Biliriz ki, Kerbelâ hak aramanın ve özgürlüğün destanıdır. Sabrın, teslimiyetin ve adanmışlığın azâmetidir.”
İçimdeki ses; “Hâlâ bazı hakikatleri anlayamamışsın!” dedi. Duruldum. Sükût edip boyun büktüm.
“Kerbelâ’yı uzaklarda arama!” dedi: “Bu hikâyenin Yezid’i sana her dem kötülükler emreden ve yeryüzünde nifâk çıkarıp kan döken nefsindir. Zoru gördükçe dostlarını yarı yolda koyan Kûfeliler maslahat gözeten aklındır. Arına paklana yücelen ve Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olan Hüseyin, Allah katından sana üflenen ruhtur. Unutma! Seni yaratan; Yezid’i de, Küfelileri de, İmam Hüseyin’i de var edendir.”
Titredim o vakit. Nutkum tutuldu. Habîbullah’ın “Oğlum!” dediği Hüseyin ile adına asırlardır lânet okunan Yezid içimdeydi demek. Ve tavrımla ekseri olarak Kûfelilere benziyordum.
“Okuyacağım!” dedim: “En baştan okuyacağım.”
Ve öylece çevirdim, ‘Aşkın Diriliş’ sayfalarını…

Allah’ın salât ve selamı Resûl’ün ve Âl-i Beyti’nin üzerine olsun!..

Ahmet Turgut
Alaşehir, Ağustos – 2010

1

Bu şehir serap içindeki harap belde olarak bilinir ve bu yüzden ona “Yesrib” denirdi. Çıplak tepecikler ve sonsuz kum deryasının ortasında çorak ve bakımsız görünürdü. Mecbur kalmadıkça hiçbir kervan buraya uğramaz, gelip geçenler Yesrib’i kendi bakımsızlığıyla baş başa bırakırlardı. Ta ki; şehrin bazı sakinleri Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Resûlullah’a iman edip Onu kendi diyarlarına davet edene dek…

O kutlu günden sonra Yesrib baştan başa iman ve aşk nuruyla aydınlanmış; ismi buna atfen “Medine-i Münevvere” olmuştu. Şehir ilgi ve emek gördüğü takdirde ne denli güzelleşebileceğini dost düşman herkese göstermişti. Artık bahçelerinde türlü meyvelerin yetiştirildiği konaklara ve etrafı hurma ağaçları sıralı geniş caddelere sahipti. Bu caddeler benzeri Mekke’de bile bulunmayan büyük meydanlara açılıyor, pazarlarında kırk memleketten getirilen ürünler el değiştiriyordu.

Resûlullah’ın burada inşa ettiği ilk secde evi altmış yıldır müminlerle dolup taşmaktaydı. Elli yıl önce Mescid-i Nebevî’nin hemen yanı başındaki evinde son nefeslerini veren Allah’ın Elçisi vasiyeti üzere yine buraya defnedilmişti. Oysa görebilenler için bu şehir Nebi’nin ayak izleriyle doluydu hâlâ. Onun gül kokulu nefesi hissedebilen gönülleri serinletmeye devam ediyordu. Zaten şehir ne vakit Sevgiliyi arar olsa ağırladığı biricik teselliye sarılır ve onunla hem hal olmaya çalışırdı.

Çünkü O; Habîbullah’ın “Oğlumdur!..” diyerek yücelttiği kişiydi. İlk Müslüman Haticetü’l-Kübra’nın dünya gözüyle göremediği torunlarındandı.

‘Cennet Kadınlarının Efendisi’ sayılan Fâtımatü’z-Zehra’nın ikinci doğum neşesiydi. ‘İlmin Kapısı’ Aliyye’l-Murteza ile başlayan İmâmetin üçüncü halkası ve Kardeşi Hasan’ül-Müctebâ’nın halefiydi.

Peygamberin Yüce Âbası altında toplanan ve Kitapta; “Allah sizi arındırıp tertemiz kılmak ister” denilen Ehl-i Beyt’tendi. Vahyin soluk bulduğu evde yetişmişti.

O; İmam Hüseyin’di; İnananların Hidâyet Önderi…

Yine de Medine’nin bir yanı buruktu sürekli. Belki de eldeki yegâne avuntusunu yitirme korkusuyla yaşamaktan yorulmuştu. İmam Hasan zehirletilip şehid edildiğinden beri o zâlim ellerin Hüseyin’e de kötülük yapmalarından nasıl korkulmazdı?

Nitekim Şam istikâmetinden gelen bir süvâri şehre vardığında dört bir yan erkenden karalara bürünüverdi. Kâbe’nin Rabbine yönelmekte olan tüm secde ehli gibi Münevver Şehir de “Ve led-dâllîn…” diyordu. Üstelik dalâlete düşenlerden değil; bizatihi dalâlete düşmekten korkuyordu.

2

Hüseyin; “Allah-û Ekber” diyerek kıyama durduğunda arkasındaki cemaat de bunu aynıyla tekrarlamıştı. Artık hep birlikte Rahmân’ın huzurundaydılar. Mescid-i Nebevî’dekiler Fatiha Sûresinin ardınca şu âyetleri duyacaklardı;

Andolsun tozu dumana katıp savuranlara!
O ağır yükü taşıyanlara,
Sonra kolaylıkla akıp gidenlere,
İşleri taksim edenlere andolsun ki,
Size vaat edilen kesinlikle doğrudur.

Resûl’ün Oğlu ve arkasındakiler ‘Elif’ misâli kıyamdan sonra şimdi de ‘Dal’ gibi rükûya eğilmişler, secdeye kapandıklarında yaratıldıkları toprakla ‘Mim’lenmişlerdi. Alınlarını yere koymaları itaatin sadece ve sadece ‘En Büyük’ olana yapılacağını gösteriyordu. Allah’ı tüm eksikliklerden tenzih ederek ikinci rekât için yeniden ayağa kalktıklarında -Elif, Dal ve Mim ile yazılan- Âdem olmanın erincindeydiler.

Kerpiçten duvarları iki adam boyunca bile olmayan, tepesi hurma kütükleri ve dallarıyla örtülü, yerleri hasır kaplı bu mescitte Hüseyin’inkinden başkaca ses çıkmazken bir süvari atını bağlayıp avluya giriverdi. Mescidin kapısında durakladığında cemaat farzın sonlarındaydı. Selam vermelerini bekledikten sonra herkesin duyabileceği şekilde seslendi:

“Vâlimiz, Ali oğlu Hüseyin’i konağına çağırıyor. Acele edilmesini istedi.”

Kalabalığın arasından kırk yaşlarında bir ses; “Namaz henüz bitmedi” demişti. Ebû’l-Fazl Abbas’tı o. İmam Ali’nin Peygamber torunu olmayan evlatlarındandı. “Celâl Abbas” diye de bilinirdi. Habercinin hâlâ beklediğini fark edince ayağa kalktı bu kez. Sözünü tekrarlarken sesini yükseltmeyi mescittekilere saygısızlık addederek bir an yutkundu. Kızarmakta olan yüzü meramını eksiksiz anlatmış olmalıydı ki, haberci gerisin geri mescitten çıkıp atına yöneldi.

Namazın ardınca olağan şartlarda Hüseyin’in minbere çıkıp sohbete başlaması gerekiyordu. Ancak ak çehresini bütünleyen başlığını geriye devirmiş, hırkasını mihrabın yanına bırakmıştı. Henüz birkaç adım atmışken yaşlılardan biri önüne çıktı.

“Ey Resûl’ün Oğlu! Gitme. Derdi her ne ise buraya gelsin vâli. Yüzüne söylesin.”

Hüseyin bu isteğin neler barındırdığının farkındaydı ama devir değişmişti bir kere. Eskiden nehirler deryalara akarken şimdi kör dereler bile ummanları ayağına çağırıyordu. İhtiyarın yuvasına kaçmış gözlerine bakarak “Gönlünü geniş tut” deyiverdi:

“Davete icâbet etmek ceddimizin sünnetidir. Gidelim, öğrenelim; neymiş sıkıntıları…”

Dedesi Resûlullah gibi kulak memesi hizasındaki zifir karası saçları dalgalı duran; geniş gözyuvarlarını bütünleyen uzun kirpiklerinin arasında gizlenmiş bal rengi parlak gözleriyle etrafını kandilcesine aydınlatan Hüseyin çıkmıştı mescitten. Babası İmam Ali’ninki gibi geniş omuzları ve güçlü kollarıyla heybetli; elli altı yaşın olgunluğuna inat dipdiri bir tenle yürüyordu. Meşalelerin kıvrak alevleriyle aydınlanan Medine sokaklarında mevcudu gittikçe katlanan bir kalabalık vardı peşinde. Yanına önce kardeşi Abbas geliverdi; sonra oğulları Ali Ekber ve Ali Evsat; derken yeğenleri ve de amcâzadeleri…

Zihinlerde aynı soru vardı: Resûl’ün Oğlu şu gece vakti ne diye alel acele çağrılmıştı? Mühim bir şeyler olduğu aşikârdı. Üstelik valinin konağı uzaktan seçildiğinde kapıdaki asker sayısının artırıldığını da fark etmişlerdi. Davet sahiplerinin evvelce yaptıkları ortadayken mûtat olmayan bu durumdan işkillenmemek mümkün müydü? Resûl Ciğerpâresinin etrafında çevrelenenler onun tek başına içeri girmesine razı değillerdi. Fakat kapıdaki askerler Hüseyin’in yanına kimseyi alamayacağını söylüyordu. Bu hususta emir vardı. Abbas görevlileri ite kaka içeri girmeye çalışınca Hüseyin durmasını işaret etti.

“Allah Yar ve Yardımcımdır. Siz burada kalın!”

Üzerine güneş doğanların ve gölgesi yeryüzüne düşenlerin en hayırlısıydı ya; asla tek başına olmadığını bir kez daha hatırlatmıştı. Belki sevenlerini beride bırakmıştı ve askerlerce kuşatılmış bir haldeydi. Yine de Âlemlerin Rabbine duyduğu sarsılmaz inançla konağın koridorlarında tek başına bir ümmet olarak ilerliyordu.

Aynı anlarda Vâli Velîd kendinden emin bir görüntü vermek için asasını alıp koltuğuna yerleşmişti, Hüseyin’i bekliyordu. Medine’ye birkaç yıl önce atanmıştı. En büyük övüncü kendi döneminde şehrin asâyişinde önemli bir sorun çıkmamış olmasıydı. Bu geceyi de sorunsuz atlabilirse rahatlıkla tüm Hicâz’ın genel vâlisi olabilirdi. Hüseyin’in huzuruna çıkacağını öğrenince koltuğuna iyice yerleşmişti. Az sonra kapı aralanıp ziyaretçisi odaya girdiğinde her nedense asasını düşürüp panikle ayağa fırladı. İçindeki derûni korkular mı açığa çıkmıştı; gözleri mi kendisini aldatıyordu? Karşısında üç kişi durmaktaydı. Hüseyin’in bir yanındaki Dedesi Resûlullah diğer yanındaki babası Haydar olmalıydı. Hemen gözlerini kaçırdı. Muhatabının yüzüne bakmaksızın yerdeki acem halılarını izliyordu. Üzerindeki şaşkınlık iyi kötü azalınca nihayet sözü başlatacaktı:

“Az evvel öğrendik. Müminlerin Emîri ve kâfirlerin korkusu Ebû Süfyan oğlu Muaviye’nin bu dünyadaki vadesi dolmuştur.”

Hüseyin duraksamaksızın; “Allah’a aidiz ve hepimiz O’na döneceğiz” deyiverdi. Sırf tâziye için çağrılmışçasına sırtını dönüp odadan çıkacaktı ki, Velîd “Bekle!..” diye seslendi: “Konuşacaklarımız bitmedi.”

Hüseyin bakınca Velîd bakışlarını yine halılara indirmişti. “Şam’dan senin için gönderilmiş bir nâme var!” derken elindeki tomarları sallıyordu. Diri hareketlerine eşlik etmekte zorlanan ölgün sesini düzeltmeye çalışarak…

“Emîr Muaviye oğlu Yezid kendisine biat etmeni istiyor. Bu husustaki emrinin kati olduğunu bildirmiş.”

Ne denli ciddi olduğunun anlaşılması için bakışlarını yukarı kaldırmıştı. Hüseyin’in kartalca keskin, bal rengi gözlerindeki ateşe bu kez direnmek arzusundaydı.

“İstersen biat etmen için seninle birlikte Şam’a gideriz. İstersen Yezid adına burada bana biat edersin. Tercih senin.”

Hüseyin kendisine sunulan iki şıktan birini seçmek yerine sözü on dokuz yıl öncesine taşıyacaktı.

“Dünyanın gidişatına bak Velîd!.. Yeminden dönmek ağaç misâli büyüyüp dal budak salar oldu. Amcan Muaviye, Allah’ın adıyla bize bir söz vermişti.”

Velîd kendince cevaplar ararken odaya o ana kadar konuşulanları beriden dinlemekte olan Mervan girdi. O da Umeyyeoğullarındandı. Babası Hakem ara bozucu bir insan olduğu için Resûlullah tarafından Mekke’den sürülmüştü. Bu sürgün ilk iki hilâfet döneminde de devam etmiş, üçüncü Halîfe Affan oğlu Osman merhamet edip geri dönmelerine izin vermişti.

Benzer İçerikler

Sensizlik Esiyor Yüreğimde | Gizem Kayahan

yakutlu

Tatlı Rüyalar

yakutlu

Güneşsiz Dünya

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy