Hayatın yıkıcılığı karşısında kendi iç dünyalarına sığınan sıradan insanların hikâyesini, komik ve hüzünlü bir dille yazan Cem Yılmaz Turan’ın ilk romanı, Aşkın Sen Hali…
Gerçekle iç içe geçmiş hayaller, uzaktan sevmenin kederi, annesinden yaralı ruhlar devralan çocuklar, şizofreni, aldatışlar ve onlarca, ‘ aşk şudur’ benzetmesi… Daha derinlerde ise, aşkın insan kimyası üzerindeki kudretine ilişkin ürkütücü bir tez var: Her aşk zaten bir aldatılıştır, insanın kendini aldatması…Bir aşkın hikâyesi… Üstelik aşkın en tutkulu, en ele avuca sığmaz haliyle, “sen” haliyle yazılmış bir hikâye.Yanı başımızdan her gün geçen hikâyelerden biri. Karşı masanızda oturan kız Bahar’a ne kadar da benziyor. Öğle yemeklerinde her gün karşılaştığınız çocuk sanki Naim. Aşk da aşksızlık da bizi birbirimize benzetmiyor mu zaten? Rahat okunan bir dil ve sürükleyici bir kurgu, tıpkı aşktaki gibi hazırlıksız yakalanacağınız bir son..
“Aşk yerçekimini alt ettiğin bir düştür; âlemi yukarıdan seyrederken küçük ve anlamsız görünen şeyler gözünde gittikçe büyüyorsa o artık düş değil, düşüştür!”
1
Ask
bir mevsimdir her dem Bahar
O zamanlar biri çıksa ve bana aşkın ne olduğunu sorsa, hiç düşünmeden böyle söylerdim Bahar!
Aşk bir mevsimdir, her dem Bahar.
Gözleri menekşe bahçesi bir kızdır.
Hayali her köşe başından hayatıma karışır.
Ne zaman bir şarkı çalsa kalbim onu işitir…
Aşk, nefes almak için seni görmeye muhtaç olmaktır.
Gecenin bîr yansı, ben de bütün şehir gibi sıcacık yatağımda rehavetle uyuyordum. Birden nefessiz kaldığımı fark ettim ve sıçradım yataktan…
Bir sigara yakıp dağınık karanlığımın ortasında içtim. Toparlanmayı bekledim. Beni nefessiz bırakan şeyi bulmaya çalıştım. Çok sürmedi Bahar, seni özlediğim için uyandığımı anlamam! Biraz üzüldüm halime, biraz acıdım kendime, biraz korktum.
Kötü bir espri yaptım, Nazım Hikmet’ ten ilhamla:
“Acaba o şu an neyi düşünüyor. Beni mi, yoksa fasulyenin neden bir türlü pişmediğini mi?”
Tabii ki beni düşünüyor, gecenin üçünde ne fasulyesi!
Hileyle de olsa bir fasulyeyi alt edebilmenin verdiği güçlü moralle ki yaklaşık iki saniye sürüyor! yataktan kalktım. Karanlığın altında el yordamıyla cep telefonumu buldum, kulaklığım taktım, radyoyu açtım. Onca kırık kalpli ezginin arasında ben mi şarkıyı aradım, o mu beni buldu, bilmiyorum! Baştan sona yalnızlık kokuyordu. Melodileri özlemime dokunuyordu. Şarkı beni anlatıyordu.
Dün gecenin üçünde Seni gördüm düşümde
2
Aşk bir yolculuktur: Bir yere varmışsan bitmiştir!
Pazartesi
insan hayatla ilgili en önemli şeyleri tesadüflerle öğreniyor. Ne nasihatler, ne de âleme ibret olsun diye kulaktan kulağa anlatılan hikâyeler, bunların hiç biri, insanın yaşama bakışını, demirin korlaşmış ucunu gelişi güzel döven bir demirci ustasının tesadüfi vuruşları gibi şekillendiremiyor.
Ben de çok sonra fark ettim takvimimde diğerlerinden ayrıksı duran o günü; iyi kötü demeden hatırlayabildiklerimi minnette anarken.
Ve insanın geriye, yaşantının ta en ucuna dek gözlerini çevirip, çoktan batmış gündoğumlarına yeniden baktığında, onu sefasıyla cefasıyla bugüne taşıyanın aslında tek bir gün, tek bir an olduğunu keşfedeceğini öğrendim.
İşte o gün insanın hayatı yeni bir dönemece giriyordu.
Yeni hayatın eşiğiydi o gün.
Benim için o gün, bugün…
Gökte kirli bir çarşaf gibi asılı duran gri bulutların arkasından güneşin sıcak yüzünü göstermeye yanaşmadığı bü’ telaşlı pazartesi sabahıydı. Birkaç pazartesidir böyle mutluluktan elim ayağıma dolaşıyordu. Pazartesi sendromu dedikleri buydu sanırım!
Belediye otobüsündeki kalabalıktan güç bela sıyrılıp, çıktım otobüsten. Çoktan uyanmış çevre dükkânların renkli seslerine, önümdeki yoldan geçen süratli araçlardan yükselen tehditkâr homurtular karışıyordu. Yolun öte tarafında, Kanvel Holding’ın güç simgesi haline gelen ışıl ışıl merkez binasını görünce gülümseyiverdim kendimi tutamadan. Üst geçidi koşar adım bitirip, merkezin tepeden tepeden bakan uzun güvenliklerini yakamdaki teknisyen kartının yardımıyla kolayca geçip, çarçabuk indim bilgi İşlem katma…
Elle yazılmış kocaman “YERLERE ÇÎP ATMAYINIZ!” afişiyle göz göze gelince daha da genişledi gülümsemem. Bu afişi, geçen yıllara rağmen hâlâ komik bulduğumdan değil, şu an, aynı binada olduğumuzu hatırlattığı içindi bu gülümseme. Seni görme ihtimalini sıfıra indiren karanlık günlerin ve işkencenin bittiğini müjdelediği için, mutluluğum kanatlandı.
Kimileri o karanlık günlere hafta sonu tatili diyor.
Hatta aralarında gelişine sevinenler bile var!
Ramazanla ayak üstü poğaçalarımızı yutup, sabah çayımızı yudumlarken, hir yandan da reklam departmanının bilgisayarlarına ilave bellekler takıyorduk. Bu ikisini bir arada o kadar çok yapmıştık ki, işin sıkıcılığını su ısıtıcısında makarna pişirdiğimiz yun günlerine uzanan komik anılan birbirimize hatırlatarak gideriyorduk.
Basit şeylerdi aslında, çok basit. Ama taşralı erkek çocuklarını avutmaya yetiyordu işte.
Küçük kahkahalarımız bilgi işlemin arızalı atmosferini canlandırıyordu. Bozuk yazıcılar, bilgisayar ekranları ve artık tarih olmuş tuhaf kasaların arasından başını kaldıran meraklı gözlerle karşılaşıyorduk. Recep Ağabeyin kırk iki yaşındaki koyu müdür bakışları da bunlardan biriydi
Sesimi iyice alçaltıp, sözü sana getirdim, izinden döndüğüm ilk günlerde senden böyle hayranlıkla bahsetmemi biraz yadırgamıştı. Ama sonra çabucak alıştı suskun arkadaşının “bahar” tomurcuklan gibi art arda patlayan cümlelerine. Tabii bu uyum sağlamada ben izinde, Konya’da okluğum sıralarda tanışıp, hemen kayrı aşı verdiği gizemli bir kızın da payı var.
Ramazan’ın mutluluğa rastladığı sırada, ben tembel bir horoz gibi, öğle vakitlerine kadar uzattığım uykulardan birindeydim; hayatın içinde bulamadığım canlılığı ve coşkuyu rüyalarda arıyordum. Belki de domates tarlasındaki arkları çapayla elden geçirmenin verdiği bunaltıya sıkışıp kalmıştım. O genişledikçe genişleyen anın içinde kapana kısılmış huzursuz bir nıh gibi yalpalamamın nedeninin sen olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Hayır, seni tanımıyordum, hiç görmemiş, sesini hiç duymamıştım. Ama kalbim içindeki kocaman boşluğun bir sahibi olduğunu elbette biliyordu.
“Yazdın mı yeni bir şeyler” diye fısıldadı Ramazan, iyice sokulup. “Geçenkileri çok beğenmiş benimki.”
Sana yazdığım mektupları istiyor. Son mektubumun bir kopyasının bulunduğu mavi belleği uzattım. Biraz değiştirip kız arkadasına veriyormuş açık göz. Versin. Okul yıllarında, yalnız finalleri
değil, eve sağ salim dönmemizi engelleyen ideolojik barikatları da geçmemizin gerektiği o korkunç zamanlarda çok iyiliğini görmüştüm.
Benim kadar iyi değildi; ne derslerde, ne de makineler konusunda. Ama onun soğukkanlı duruşunun, varlığını başkalarının burnundan getirmeye adamış öğrenciler üzerinde saygı uyandıran bir ağırlığı vardı. Ve bu o zamanlar okuyabilmek için az şey değildi.
Kara gözlerinin daha da karardığı sessizlik anında, içinde bozkır rüzgârı gibi önüne çıkan her şeyi yıkıp devirecek kadar güçlü, karanlık bir yan olduğunu hissederdim. Yolumuzu kesen küçük haydutlar da hissederdi bunu, kantin köşesinde, yanlarındaki I eri eğlendirmek için bizi masaya meze yapan burjuva zibidiler de…
Ama hakkında hiçbir şey bilmezlerdi; patlıcanla ilgili her şeye bayıldığın] sadece en yakın arkadaşı bilirdi, ben bilirdim. Bize yemeğe davet ettiğim karnıyarıktı akşamlarda, kendinden geçmiş bir iştahla kaybolurken, onun artık, faili meçhul cinayetlerin başkenti Batman’daki öksüz çocukluğundan artakalan bütün kan izlerini sildiğim düşünürdüm.
Babasını eski bir Chevrolet.’e bindirip de hiç götürmemişler gibi. Annesi, gövdesindeki kurşun deliklerinden yerlere dökülen kanlar damarlarına geri dolmuş da ayağa kalkmış ve çalı süpürgesiyle halıyı süpürmeye yeniden başlamış gibi…
Gene de Ramazan’ın annesiyle olan hatıraları, mesela, otobüsle teyzesigile giderken onun kucağında uykuya dalması, beni hep imrendirmişim Birisi, “aıuıe” dediğinde, aklıma hep evin hü köşesinde dalgın dalgın şarkılar söylerken işittiğim otuz yaşında güzel bir kadın gelir; kutu kutu ilaçlarla hayata tutunan. Onu altmış yaşında sırtı kamburlaşmış bir anne olarak hayal edemiyorum bir türlü.
Çocukluğumun geçtiği Konya’nın merkezinde herkesin yadırgadığı parlak upuzun saçlarını tararken annem aynaya bakıp şarkılar mırıldanırdı. Bir de derdi ki bana, hemen her sabah: “Bakkala git baban gazoz versin sana; beslenmene peynirli ekmek koydum, beraber yersin!”
Annemden son işittiklerim bunlardı. Hâlâ aklımın derinliklerinde şarkılar söyler ve ne zaman çevremde bir kız şarkı söylese bana onu işaret eder. Beni de sana böyle mini mini bir şarkı tutturduğun gün, o getirmişti…
Finans katında, acele acele bir arıza bildirimine giderken, hüzünlü bir yağmur gibi çiseleyen sesin çıktı önüme ve takip ettim onu dudaklarına kadar. Şimdi kalbine varana dek, orada şöyle genişçe bir yer tutana dek durmak istemiyorum ilerlediğim yolda.
Seni ve annemi düşünürken Recep Ağabey’le göz göze geldim; çatık kaşları bizi hiç terk etmemişti.
“Recep Abi iyice taktı bize” diye mırıldandım çayımdan bir yudum alırken. Ses çıkarmadı Ramazan.
Bellekleri ana kartta saplamak ister gibi beceriksizce yükleniyordu. Elinden alıp bir çırpıda taktını yuvasına. Kulağının arkasından bozuk para çıkarılan çocuklar gibi, her seferinde şaşılıyordu:
“Nasıl yaptın! Doğru söyle, kıbleye mi çevirdin?” dedi
“Sessiz ol, duyacaklar” diye uyardım bininci kez.
Sürekli bize bakarken yakaladığım Tansel’i işaret ettim; nedense en güvenilmez bulduğum oydu. Aslında sadece onun değil, herhangi birinin de liseyi imam hatipte okuduğumu öğrenmesinden korkuyordum.
“Boşuna korkuyorsun” dedi, şakacı bir sesle, “Ölü yıkayabilen kaç bilgisayar teknisyeni var! Biz ölümlüler ne zaman zorda kalsak, aklımıza sen gelirsin!”
Ne zaman yönetim katında bir arıza çıksa, bilgi işlemde kilerin aklına o zaman geliyordum. İçine gireni tedirgin eden büyük ve gösterişli odalarda çok yetkili simalarla baş başa kalmak kimseye cazip gelmiyordu. Asık suratlı yönetim kurulu üyeleri, müfettişlikten ya da ordudan emekli bazı disiplinli danışmanlar ve protokolün titiz mensupları masalarının ardında kendi işlerine gömülseler de, gölgeleri oradan uzanıp yanı başımızda bir memnuniyetsizlik abidesi gibi dikilir, hata arardı.
Ama kaderin cilvesi işte; tek yetenekleri kendi beceriksizliklerinin faturasını astlarına çıkarmak olan bu yöneticilerin tek korktuğu kişide, nefret ettikleri, o gayri ciddi insan türüne aitti.
Yanlarında kaldığım sürede kulağıma çarpan parça parça sözlerden çıkartabiliyordum yeni patrondan hiç mi hiç hoşnut olmadıklarım.
O olmak istediğim adamdı…
O Orhan Kanvel’ di.
Yakışıklı bakışları, düşünceli bir baba gibi her ihtiyacını, daha o istemeden karşılayan hayatı ile benimki birbirinden çok farklıydı. O, gıdadan turizme kaç şirketi olduğunu bile bilmeyen talihli bir mirasyediydi; ve benden yirmi santim uzun. O olmak istediğim adamdı.
Bir gün mutlaka tanışacağımızı hayal ediyordum elbet. Belki ….