Aşk sultânı Hz. Mevlânâ’nın, Mesnevî isimli eserinde “Ey bizim sevdası hoş olan, güzel olan aşkımız, Ey bizim bütün mânevi hastalıklarımızın, dertlerimizin tabibi” diye anlattığı aşk, Allah’ın yeryüzünde kendisinden göründüğü İnsan-ı Kâmil’den, yani Allah’ın mânâsından başkası değildir. O, bu mânâyı rehber edinip, kendi vücûdu içinde nefsini rûhunun esiri haline getirerek birlemiş, aşkın da bu birliğin efendisi olmasına vesile olmuştur. Bunun içindir ki ona, nefisleri efendi kılan mânâsında “Efendimiz (Mevlânâ)” denilmiştir.
Cemalnur Sargut “Aşktan Dinle” isimli bu kitabında bize, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî isimli eseri ışığında nefs, aşk, kibir, cömertlik, gösteriş, edep gibi, insanın gelişiminde rol oynayan pozitif ve negatif kavramların iç mânâlarını anlatıyor. Bizi Mesnevî’de buyurulan,
Tû megû mârâ bedân şeh bâr nîst
Bâ kerîman kârha doşvâr nîst
(Benim o yüksekliklere çıkmaya gücüm yok deme, Kerîm olanın eteğine yapış, seni çıkaracaktır.)
emri üzerine, Kerîm olan Mesnevî’ye yapışmaya davet ediyor.
***
ÖNSÖZ
KENDİ GÖNLÜNE DOĞRU YOLA ÇIK
Çok Sevgili Cemâlnur Sargut Hanımefendi ile ne zaman program yapsak tadına doyulamadı. 2011 yılının Ramazan ayında da her gün söyleştik ve “tasavvuf neden bugün hayatımızda olmalıdır?” sorusuna cevap aradık. Güncel sorunlara tasavvuf ve Mesnevi’nin geniş açısından baktık.
Hiç bir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Aslında koruk kalmakta ısrar edenlerin üzüm oldum iddiası olmasa mesele de kalmaz. İnsan, kendini keşfetmek zahmetine katlanır ve iç dünyasında yol alırsa, yaşlanarak koruk üzüme dönüşmez. Günümüz dünyası insani yanlarımızı çalarak bizi maddi varlığımızla baş başa bırakıyor. İç dünyası olmayan, kendi derinliklerinde düşe kalka yol almamış insanın insani duyarlılıkları taşlaşır.
İç dünyamız bize hediye edilmiş kâinatın bir parçasıdır. Kâinatın içinde insan, insanın içinde kâinat bunun için var. Bu olağanüstü, heyecanlı, zor yolculuğa çıkmadan yapılan ibâdet “zahirî” dir. Batinî olan; sevgi, içtenlikle kotarılan ibâdet ve hayatın her alanında şeffaf olabilmektir.
Bulutlar rüzgar bekler. İçtenlik olmadan, imânın ruhu temizleyen pınarı akmaz. Mevlânâ, yolculuğa başla ve bir an bile mola vermeden, sürekli değişerek dönüşerek yola devam et der. Eğer bir yerde durursan tekrar yola düşecek takatin olmaz. Rahatlık, su gibi yapışır eteklerine, seni ağırlaştırır ve dibe çeker.
Gönül gözümüz, kötü ve yetersiz yanlarımızı gördükçe açılır, gizleyerek değil…
Ne kadar âşikâr olursa ruhumuz, o denli nura boğulur gözlerimiz.
Güneş bütün gece perdeler altına girmeseydi
Dünya, seher çağı, nasıl aydınlanabilirdi?
Seher vakti salalım rûhumuzu ummâna, kuş gibi uçuralım.
Kurtulalım şu ağırlıklardan vesselam!
Nevval Sevindi
*
NEFS
“Nefsin hilesi” bölümünde “Sana isâbet eden her fenâlık kendi nefsindendir”, diyen Allah’ın kelâmıyla başlayalım.
Gerçeği anlayabilmek için ashabtan bazıları Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’den insanı azdıran nefsin hilesine dair bilgi isterlerdi.
Nefis, ibâdetlere, ruhî ihlâslara, öz temizliğine, gizli garazlardan neler katar? diye sorarlardı. Peygamber’den ibâdetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar da görünen ayıplara dair bilgiler isterlerdi.
Gülü kerevizden ayırt edercesine, inceden inceye, zerreden zerreye nefsin hilelerini tanır, bilirlerdi. Sahabenin araştırıcı olanları, kılı kırk yaranları Peygamber Efendimizin nefsin hilesi konusundaki beyanları karşısında hayran kalırlardı.
Bütün putların anası, sizin nefsinizin putudur. Hariçte görülen putlar birer yılandır, halbuki nefis putu bir ejderhadır.
Nefis çakmak taşı ile demirdir. Put ise çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.
Kıvılcım söner ama, çakmak taşı ile demir su ile sön- dürülebilir mi? İnsanoğlu bu ikisi de kendisiyle beraber oldukça nasıl emin olabilir?
Çakmak taşı ile demirin ateşi, kendi içinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki ateşi söndürsün.
Su, ancak dışarıda bulunan ateşi söndürür. O taşın ve demirin içine nasıl girer?
Nefsin ve şehvetin sembolü olan çakmak taşı ile demirden, küfrün ve bütün kötülüklerin kıvılcımları sıçrar. Dumanları yükselir.
Kaptaki, küpteki su bitse de, nefis çeşmesinin suyu tazedir, kesilmeden akar durur.
Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay, fakat nefis putunu kırmayı kolay sanmak bilgisizliktir, bilgisizlik.
Nefsin her anda bir hilesi vardır ki, onun her hilesiyle isyan denizinde yüzlerce Firavun ile o Firavuna uyanlardan batmadadır.
Ey kardeş, sen Allah’ın emrine ve aziz Peygamberimiz’in sünnetine uy da ten Ebû Cehli’nden ve nefsânî isteklerinden kurtul…¹
Evet, Cemâlnur Hanımcım.
CS: Efendim, çok güzel bir bölüm. Ben müsaade ederseniz her zaman Mesnevîhan’ların Mesnevi Şerif‘e başladıkları beyitle başlamak isterim.
NS: Lütfen…
CS: Tû me gü mârâ bedan şeh bar nist
Ba kerîman kârihâ düşvar nist.
Sakın nefsimden kurtulamam deme, hemen kerim olanın, kerim olan Mesnevî’nin eteğine yapış, seni nefsinden kurtaracaktır. Kerim olanın eteğine yapışmak burada çok önemli. Nefse gelince, bahsedilen nefis aslında Allah’ın ismi şerifini, yani sırrını bizlerde gizlediği kaptır. Fakat insanlar isme doğru yönelecekleri yerde kaba takılıp kalırlar. Her zaman olduğu gibi kap önemli olur.
NS: Yani şekil öne çıkıyor…
CS: Şekil öne çıkar. Ben demek önemli olur. Halbuki bende gizli olan bir ben vardır ki, Allah’a ait isimdir o. Hani cân-ı candır gibi. Ama o gizli beni bulmak yerine dıştaki görünen beni adam etmek, geliştirmek için şehvetler, kinler, nefretlerle dolarız. Biz bu nefsin ilk makamına nefs-i emmâre diyoruz. Emreden nefis. Yani bu Peygamber Efendimiz’in yerden yere vurduğu ve yegâne düşmandır; dışarıda düşman olmaz, nefisten başka düşman yoktur dediği…
NS: Onun için büyük cihat diye adlandırdığı…
CS: Evet ve onunla mücâdeleyi de buyurduğunuz gibi büyük cihat diye adlandırdığı bu ego, bu nefs-i emmâre, Hazreti Mevlânâ’nın tıpkı “At idrarını yapmış; üzerine saman çöpü konmuş; üzerine de sinek oturmuş. Var mı benim gibi kaptan-ı derya!” diye geziyor, diyen insanın haline benzer.
NS: Kendi küçüklüğünün farkına varmayıp Yunus Emre’nin dediği “Bir ben var bende, benden içeru” olanı dikkate almayıp, onun farkındalığını yaşamayıp, devamlı cilalamaya çalıştığı, içinde kendi hırslarından oluşan bir şey var. Hatta zaman zaman, günümüzde egoistlik, övülen bir durum…
CS: Takdir ediliyor, maalesef. Çünkü Allah’la irtibatımız çok azaldığından ve bir de dışı süslemek çok kolay. Mâlûm-i âlîniz incinin hakîkisini alamayınca, mecburen gidip yalancısıyla vakit geçiririz. Dışı süslemek, tıpkı o yalancı inciyle, taklit inciyle oyalanmak gibidir. Ama kuyumcu, onun hakikisiyle taklidini çok kolay ayırır. Dolayısıyla bu dışımızın, emreder hâle gelmesi, ‘ben biliyorum’, ‘ben en üstünüm’ hâle gelmesidir. İşte o anda felâkete uğrarız; hata çok hoş bir hikâye vardır Mesnevî‘de, bu emmâreyi anlatan:
“Âlimin bir tanesi, maalesef gene câhil bir âlimmiş, Ebû Cehil hikâyesinde olduğu gibi; gemiye biner. Fakat kendisi çok iyi bildiği için hemen kaptanı imtihan eder. Kaptan buraya gel bakayım, der. Sen fıkıh bilir misin, hadis bilir misin, Kur’an bilir misin? Kaptan biraz mahcup olur. Bilmem efendim deyince, peki ya fizik, kimya, matematik der… Pek bilmem efendim deyince, ‘Vah vah! Ömrünün yarısı boşa gitmiş’ diye kaptanla alay eder. Kaptan gayet üzgündür ama yolcuya bir şey demez. Birkaç gün sonra muazzam bir fırtına kopar. Kaptan gelir, âlime sorar: ‘Yüzme bilir misiniz efendim?’ Hayır, der âlim. Öyleyse ‘Vah vah! ömrünüzün hepsi, biraz sonra ilminiz dâhil boşa gidecek.’ “
Hazreti Mevlânâ diyor ki, mânâ âleminde yüzdüren ilim, benlik değildir; nefsi emmâre değildir. Rızâdır, râzı olmaktır; nefsin en alt makamı ve en zor verilen, en zor geçilen makamı, emmâredir…
—————
1) Şefik Can, Mesnevi Tercümesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul:2003, C.l-2, s. 49-50 beyit 366-376, 778, 780, 782;
Ken’an Rifâî, Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul:2000, s.58 beyit 371-375, s.109-110 beyit 780-785,790,792,794