Her şeye “karşı” duran,”karşı” çıkan,”karşı” olan bir adam…Aylak Adam…Bir adı bile yok.”C.” diyor Yusuf Atılgan kısaca.
Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman.
Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. Bu sıkıntı garsonun yüzündendi Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere. Bu gece bencildim. Kendi kendime kızdım. Oysa onu bu caddeye pek seyrek gönderirdim: Binde bir, güzel bir filmi görsün diye. Önlerde bir yere oturur, yanağı avcuna dayalı filmi seyreder, tam beni düşünmesini istediğim zaman beni düşünürdü. Film bitince evç yürüyerek dönerdi.
Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o deminki sıkıntı. Bu kere garsonun yüzünden değildi Biliyordum. İlerde locaları derin sinemanın önünde müşteri beklediğini bildiğim şaşı kadının bende uyandıracağı tiksintiyle karışık acımayı düşünür düşünmez döndüğüm yan sokakta o geceki sokaktı bu bir yaralı kendine güven duygusuyla ağırlaşmış olarak geldi. Bir ay önce biri siyah bıyıklı iki terziden niye terzi? Bilmiyorum dayak yediğim gece de aynı sebepten aynı sokağa dönmüştüm. Belki bir ek sebep de vardı. Ona bir yardımda bulunmam gerektiği, bu yardımın onun iş gururunu incitmemesi bahanesinin ardında gizli, o derin localardan birine onunla girmek isteğinden korkuyordum. Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana İnerken gözleri şaşılaşırdı.
Bir ay önce yediğim dayağı haketmemiştim ben. Beş gün çenem sanlı sanki bazı insanlara kendimce bir iş uydurup her sefer yanılmamışım gibi Beyoğlu’ndaki terzi dükkânlarını dolaşmıştım. Uykulu sokakta beni çökerttikleri yer lambalardan uzak değilmiş, birinin kara bıyıklı olduğundan başka şeyler de biliyormuşum gibi arıyordum onları. Kimse anlamıyordu. Sadık bile, “— Bulacaksın da ne olacak?” diyordu. “— Anlatacam yahu. Haksız olduklarını söyleyecem. Yanlarındaki üçüncü kişiye yapmak istediklerinin umurumda olmadığını, (—Olmaz, eve gidecem ben, demişti üçüncüsü) orada durduysam salt merak eniğimden durduğumu söyleyecem. O iki terziye…” “—Niye terzi?” “— Bilmiyorum. O iki terziye beni dövmekle haksızlık yaptıklarını anlatacam.” “— Sonra?” “— Sonu oradaki duruma bağlı.” Sadık başını sallıyor, gülüyordu. Onları aramam gerektiğini anlamıyordu. Beş gün sonra suratım iyileşip sargı atılınca aramayı bıraktım.
Sonra o Rum kızını öptüm. Harbiye’ye yakın caddenin ortası tenhaydı. İki kişiydiler; kolkola gülüşerek geliyorlardı. Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu. Bağrıştılar. Öteki,
— Terbiyesiz, pis sarhoş, dedi.
Kafamı hınçla geriye attım gülerken. Gittiler. Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz. Oysa ben sarhoş falan değildim. Bir bardak şarap içmiştim yemekte. Hem onu öpmemiştim ki soluğumda şarap kokusu duysun. Bir sigara yaktım, yürüdüm.
Hol sıcaktı. Paltomu çıkarırken kaç kere beni yeniden sokağa uğratan o bildik düşünce geldi kafama takıldı. Öptüğüm kız bir şey dememişti Yoksa o muydu? Niye gitmedim ardından? Ötekin, kovup konuşmak için ona döndüğüm zaman, “Sus, biliyorum/’ diyecekti Bir haftadır bana akşam yemeklerini aynı lokantada yedirten düşünceydi bu. O geceki kadında oraya uymayan bir şeyler vardı. Yemek yiyenlerin, eşyanın ötesindeydi. Kalktığı zaman garson pilavımı getiriyordu. Kalkmamıştım; başka gece kalkacaktım. Kadın gidince bir yarı bilginin üzüntüsü geldi bana: başka gece yoktu. Gelmiyordu Bu gece de gelmedi Belki garsonun yüzünü benden bir
hafta önce görmüştü.
Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.
Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım Kapadım kalktım. Duvarda “ikindi kahvaltısı” asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz, Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?
Bu Rumca şarkı yüzünden mi uyandı, yoksa onu uyandıktan sonra mı duydu bilmiyor Şarkı söyleyen pastırmacının karısıydı. Yukardakilerin hizmetçisi Eleni evli değil ama ona göre pastırmacının karışıdır Ayda otuz liraya bazı günler aşağı iner, ortalık süpürür İki üç yıl sonra evlenecek. Küçücük bir mezeci dükkanı açacaklar Eleni anlatırken gözleri parlar. Oysa hep o mezeci dükkânında oturacak adama acır. Sarımsak kokusu sinmiştir üstüne. Adam belki duymaz, ama o pastırmadan iğrenir
Yataktan, kendi ılıklığından ayrılmak istemiyor. Kalkıp odanın tek penceresinden perdeyi çekse, yıllardır ezberlediği, üst üste küçük banyo delikleriyle yandaki apartmanın o da kendi mali; daha doğrusu babasından kalma sıvalı duvarını görecek. Gökyüzünü görmek için eğilip yüzünü cama dayaması gerekir Yağmursuz sabahlar bu bir damla gökyüzü onu şehrin havasını tahminde çok kere yanıltır.
Başını sola çevirdi. Duvarın ortasında Kemal’in “Çıplak”ı asılı. Boşlukta belli belirsiz. Dışarda çıplaklaştırması kolay bir kadın o anlık çabasının kısıp açtığı bir sesle, süpürgesinin ahengine uymuş şarkı söylüyor. Bu kadın yatağa itivermediği için belki ona şaşıyordun Bir gün yukarda ki avukatın fırsat buldukça arkasına sürtündüğünü anlatmıştı. Ama o yapmıyordu; soymayacaktı kadını. Sağ bacağını büküp dizini kaşıdı. Babası na benzemekten korkuyordu. Çocukluğunda, eski evde sık sık hizmetçi değişirdi Bazı geceler kesiliveren bağırmalar, fısıltılar, somya gıcırtıları duyardı. Bir gün mutfakta babasını görmüştü; Kopacak gibi gergin, sırtı kamburlaşmış, arkadan kadının kalçalarına sarılmış. Elindeki bardak düşünce doğrulu vermişlerdi. Korkunçtular. Babası yürümüş onu tokatlamıştı. On yaşındaydı. Kadınlığı, erkekliği biliyordu. Eskiden beri, belki teyzesi yüzünden, hep iğrenirdi babasından.
Oda kapısı tıkırdadı. Yatağın içinde doğruldu.
— Gel, dedi.
Eleni kapı aralığında durdu.
— işim bitti. Bir burası var toplanacak.
— Burası kalsın bugün Temiz daha. Başka yapacağın yoksa gidebilirsin.
— Ne karanlık böyle bu. Perdeyi açayım isterseniz. Başını salladı. Kadın gitti perdeyi çekti; bir an ışıkta durdu.
“Yüzü ne güzel. Kimbilir benimkisi ne boktandır. Uykulu, şiş.
— Sokaktan yana odanın camı kırılmış. Taktırayım mı bugün?
— Tamam. Şu ceketimi versene, dedi. Eleni ceketi getirdi.
— Kaça takarlar camı?
— Bilmiyorum. Altı yedi lira gider herhalde. Bir onluk çıkardı iç cebinden uzattı.
— Üstü senin olsun, dedi. “Mezeci dükkanına yarım kilo sucuk parası Parayı verirken kadının yüzüne bakmadı ama elini gördü. Canlı, konuşkan bir eldi bu.
Önce oda kapısı kapandı, sonra dış kapı. Terliklerini giydi. Gitti pencereyi açtı. Soğuk. Dışarıya eğilip gökyüzüne baktı. Kurşun rengi, yağmur yağacak bugün. Ceketini giyip ayakyoluna girdi. “Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil. Parktayken sıkışmış, gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine bakındıktan sonra ağacın dibine işemiştir. Ayakyolundan çıkınca tıraş oldu. Yüzünü yıkadı.
Giyindi, çıktı.
Nişantaşı’ndan Maçka’ya tramvayla geldi, inerken ayağı kaydı. Geceden ıslak taşlar donmuş, kaygan Yokuş aşağı yürüdü. Çekine çekine basıyor yere. Başında tablası, geç kalmış bir simitçi geçiyordu yanından; durdurdu, bir simit aldı. Kadının biri evinin önünde kilim silkiyordu. O geçerken durdu, sonra yine başladı. “Güzel kadın ama asık yüzlü. Hep asık yüzlü oluruz, ya da sırıtkan.” Simit yiyerek yürüyor. Tek tük geçenler dönüp ona bakıyorlar “Kılığı düzgün bir adamın sokakta simit yemesi yasaktır. Bütün yasaklar gibi bunun da bir kaçamak yolu yok mu? Simidi kır, cebine sok. Tek elinle bir lokma koparıp, kimseye sezdirmeden ağzına at. Ama, ben dişlerim sağlamken ısıracağım.”
Manav evinin ardına kadar açık sokak kapısından girerken simit bitti. Bir ağara yakıp ilk iki kalın merdivenlerini tırmandı. Son katın sahanlığında yalnız bir kapı vardı. Kapıyı açıp durdu. Bu aydınlık, büyük odada ellerinde paletleri, sehpaların önünde dikilenler dönüp ona baktılar Bir “Ooooo!” sesi duyuldu. Sonra bu koku… Birden az önce kararsız sokağa çıkalı beri duymak istediğinin hep bu koku olduğunu anladı. Yağlıboya, beziryağı kokusu…
— Gir de kapa yahu; donduracaksın bizi, diyordu Sadık, Çok mu durmuştu kapıda? Girdi, kapadı.
— Hepinize merhaba, dedi.
— Merhaba.
Sadık’tan başka iki kız sekiz erkekliler. On öğrenciden fazla çalıştırmazdı Sadık. Beğendiklerini çalıştırırdı yalnız.
— Sabahleyin seni konuşuyorduk, dedi Sadık. Beş gün oldu galiba görünmüyorsun. Dayak yediği terzileri buldu herhalde, beş gündür herifleri dövüyordur diyorduk. Ya da otomobil çarptı. Öldürdü. Buna en çok Sami üzüldü. Öldün diye değil, tabiî portresi yanda kalacak diye. Ne dersin, sonunda en olmayacak ihtimal üstünde anlaştık. Tutmuş bir işe girmiştir dedik.
— Tamam. Bu gerçeğe dayanarak bir genellemeye gidebiliriz: ‘Sanatçının sezgisi yarılmaz.’
Gülerek hep birden konuştular:
— Yalan.
— Yok canım, olmaz bu.
— Fırçalarımın üstüne bahse girerim…
— Alay ediyor.
Sandalyelerden birini her zamanki yerine, pencerenin önüne çekip oturdu.
— Alay falan değil, dedi, dört gün Önce bir sokak levhasında ‘İki Öksüzler Sokağı’ adını okuduğum zaman kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim. İspatı burda. (Eliyle defterinin bulunduğu cebi üstüne küt küt vurdu.) Üç gün çalıştım bu işte; dün öğlen bıraktım. Hangi sokağa gitsem ardında hep o bir omuzu düşük adam vardı. Şimdi yine aylakım. (Ayakkaplarına bakıyordu. Kimse konuşmadı.) İçinizde ‘İki Öksüzler Sokağı’ndan geçen olmuştur belki ama bilmezsiniz. Çoğu iki katlı, yeni ya da yeni görünen evler. Şarlo’nun ‘Easy Street’ dediği sokaklardan. Ben ‘Eli Paketliler’ sokağı diyorum. Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar yaşar burda. Ama adı… Kimmiş bu iki öksüz? Adlarını sokağa verdirecek ne yapmışlar, nasıl yaşamışlar? O gece içmemiştim ama bir elektrik direğine yaslandım. Sokağa güney yönünden girer de bir direğe dayanmak gereğini duyarsanız üçüncü direğe dayanın. Boyunuz benimki kadarsa gözünüz hizasında çakıyla kazılmış bir “Ah” göreceksiniz. İslemiyordum; bunu kazıyan salt karşı evde oturması mümkün uzun tırnaklı bir kız yüzünden kazımış olsun. Eli paketlilerden bıkamaz mıydı? Yine de yarım saatten fazla evin aydınlık perdelerine baktım. Kimseyi görmedim. Üç gündür başka sokaklar da gördüm. Bir ‘Aslan Yatağı Sokağı’ var, bol dönemeçli. Bir zamanlar köşelerden birine bir gerçek aslan yerleşti de bütün şehir …