Böğürtlen Kışı ve Son Kamelya kitaplarının yazarı Sarah Jio
Gerçek olduğunu düşündüğünüz hayatınızdaki her şeyin kocaman bir yalandan ibaret olduğunu öğrenseydiniz, ne yapardınız?
Zengin Sancaktar Ailesi’nin en küçük çocuğu olan Tanem için hayat oldukça sıradandı. Arkadaşları ve ailesinin her zaman yanında olduğu Tanem’in tek gayesi işinde ilerlemekti, ta ki katılmak için gittiği, ama katılmadığı o toplantı sonrası geçirdiği trafik kazasına kadar…
İki yıl boyunca uyuyan Tanem uyandığında, hafızasını kaybetmiş ve yanında doktoru Yağız’ı bulmuştu. Ailesi ve geçmişine dair, özellikle bir şeyleri hatırlamak istemiyor, bir şeylerden kaçıyordu sanki. Yağız, uyutulduğu esnada kendisini zehirlemek isteyen esrarengiz kişiden de haberi olmayan Tanem’e hem yakınlık duyuyor hem de Tanem’in geçmişinde ne olduğunu ve onu kimin öldürmek istediğini bulmaya çalışıyordu.
Diğer taraftan Tanem’den uzak durmaya çabalıyor, adeta onunla savaşıyordu.
Acaba Yağız, Tanem’le ilgili gerçekleri öğrenebilecek miydi ve daha önemlisi Tanem’in aşkına karşı koyabilecek miydi?
***
Beni hiç yalnız bırakmayan kardeşim Serpil’e; en iyisini yapmama yardıma olan acımasız eleştirilerin için çok tefekkür ederim. Tanemle Yağız’ı sana yüz defa okuttuğum içinse özür dilerim. Üzgünüm, ama yüz birinci kez okumak zorundasın.
Mucizem, oğlum Yağız, uslu bir çocuk olup yazarken beni asla rahatsız etmediğin ve oyun oynamak için,“ödevini bitirdin mi?’ diye sormadan beklediğin için tefekkür ederim.
Beni boş gördüğü her an, “Nedenyazmıyorsun?”diye soran eşim Mehmet; yanımda olduğun için tefekkür ederim.
Olmazsa olmazım kardeşim Asiye; tefekkür ederim.
Arabasına binerken tek düşünebildiği, gözlerini yakan yaşları akıtmamak için biraz daha dayanabilmekti.
Arabayı çalıştırmadan önce ellerinin titremesini engelleyip derin bir nefes aldı. Ardından kontağı çevirdiği an, çalışan motorun sesi duyuldu. Ve nihayet o sesle beraber gözlerini yakan yaşlar özgürlüklerini ilan edip yanaklarından akmaya başladı.
Otoparktan çıktığında nereye gittiğini bilmeden sadece gidiyordu. Gelecek 10 Eylül’leri yataktan çıkmadan geçirmek gibi kendine anlamsız sözler veriyor; bugün yaşadıklarının unutmak istediği bir kâbus olmasını diliyordu çaresizce.
Oysa yatak odasının penceresinden içeri sızan sonbahar güneşi bugünün güze! olacağının habercisi gibiydi. Güzel başlayan bugünü gülümseyerek karşılarken, hayatının kâbusa dönüşeceğini asla düşünmemişti. Her sabah olduğu gibi erkenden uyanıp sporunu yapmış, kahvaltı yerine de kahvesini içmişti. Her şey öylesine sıradandı ki yaşayacaklarını tahmin etmesi mümkün değildi. Yapacağı tek tahmin, katılacağı toplantının sonucu ile ilgili olabilirdi ki onu da düşünmeyecekti.
Güne uygun olarak dizlerinin üzerinde olan bir etekle ceketten oluşan açık gri bir döpiyes giymiş, çimen yeşili gözlerini saklamak için numarasız gözlüklerini takmış, siyah, gür ve dalgalı saçlarını sıkı bir topuzla gizlemeyi de ihmal etmemişti. Aynada yansıyan görüntüsüne baktığında, yirmi dört yaşının vermiş olduğu havadan kurtulup daha olgun bir kadına dönüştüğüne ikna olmuştu.
Kadınsan, otuz yaşının altındaysan, hele biraz da güzelsen, erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü dünyada bırak projeni, kendini kabul ettirmenin bile fazladan güç gerektirdiğini erken yaşlarda öğrenmişti. Bu yüzden tüm gücünü kullanarak bir ay boyunca aralıksız bu toplantı için hazırlanmış, küçük detayları bile birden fazla kez kontrol etmişti. Çünkü her şey mükemmel olmalı, kendi de dahil hiçbir şey sunumunun önüne geçmemeliydi. Bunun için karşısına kim çıkarsa çıksın, onu ezmekten çekinmeyecek kadar da kararlıydı.
Umudun ve iyimserliğin rengi olan sarı ve her şeyin mükemmel olmasını isteyenlerin rengi olan kahverengiyle döşenmiş salonda, kendisine son kez bakıp hazır olduğuna karar verdiğinde, gelecekten korkmuyordu.
Beş çocuklu ailenin en küçüğüydü; bu yüzden hayatının büyük bölümünü kendini kanıtlamaya çalışmanın ne demek olduğunu bilecek kadar mücadele ederek geçirmişti. O zamanlarda anlamamış olsa da şimdi biliyordu. Mutlu bir çocukluk yaşayıp kalabalık bir evde neşe içinde büyümüştü. Dolayısıyla hiçbir zaman umutsuzluğa kapılıp korkularına yenilmemişti. Sadece, konuşmayı seven ailesi gücünü onun üzerinde denemiş, şakalarıyla esprilerinin başrolünde hep o olmuştu. Bir evin en küçüğü olmanın tüm güzelliklerinin yanı sıra, zorluklarını da sonuna kadar yaşamışa.
İlk nüfus sayımında küçük abisi Ahmet’in onu özürlü diye kaydettirmesi, uzun süre her yemekte sataşma konusu olmuştu. Mehmet ve Ahmet bir kere başladı mı, asla sonu gelmez, ablaları Serra ve Asya’nın da onlara katılmasıyla artık işkence kaçınılmaz olurdu. Öyle ki o kızıp ağlayarak masayı terk edene kadar devam eden bu gösteri dördünün odasına gidip ona sarılmasıyla son bulurdu; tabii ki bir sonraki yemeğe kadar.
Bu anıya ancak şimdilerde gülümseyebiliyordu. Taparcasına sevdiği bu insanlara o zamanlar ders vermek için nasıl da intihar etmeyi düşündüğünü ki sadece iki ağrı kesiciyle sınırlı olmak şartıyla veya evden kaçma planlan yaptığını hatırlıyordu, intihara teşebbüs etmeye hiç cesareti olmamış, ama evden kaçmayı zaman zaman başarmıştı. Maalesef onda da gidebildiği tek yer kendini bildiği günden beri arkadaşı olan Yağmurun odası olmuştu. Onların da yan komşuları olduğu düşünülürse, yarattığı etki annesinin dudaklarında oluşan tebessüme yakın bir hareketlilikten fazlası olmadı.
Yağmur’un babası Tamer Amcası’yla yaptığı on dakikalık yetişkin insan konuşması kendini yeterince güçlü hissetmesini sağlar, devamında annesinin kolunda eve dönerdi.
Sonraları yapılan sataşmaları umursamamayı öğrenmişti. Büyüdükçe başka bir sorunu ortaya çıkmıştı. Ablaları gibi güzel olmadığını düşünüp kendini beyaz ve göz kamaştırıcı kuğu ailesinin çirkin ördek yavrusu olarak görmeye başlamış ve bu düşünceden bir türlü kurtulamamıştı.
Babası ona hep, “Sen çok güzelsin. Genç bir kız olduğunda göz kamaştıracaksın. Zaten yaptığın her işte o kadar başarılı olacaksın ki bunu düşünemeyeceksin bile; sendeki cesaret ve azim hiçbirimizde yok,” derdi.
Çalışmaya, işte, tam da o zamanlarda karar vermişti; kendince eksiklerini kapatmak ve en önemlisi babasının haklı olduğunu kanıtlamak için. Her zaman çok sevilen bir çocuk olmasına rağmen, neden hissettiğini hiç bilemediği bu duyguyla böylece başa çıkabilecekti.
Liseyi birincilikle bitirmiş, Türkiye’nin en iyi özel üniversitesinde okuduğu işletme bölümünü dört yıl boyunca burslu olarak tamamlamıştı. Babası, bu başarısının karşılığında dört yıllık eğitimi için harcaması gereken parayı mezun olduğunda, adına açılmış banka hesabına yatırmış, o da parayı staj yaptığı şirkette kadroya geçmeyi başarınca, oturduğu evi almak için kullanmıştı. Abisi Mehmet ile babası Osman Beyin birlikte yaptığı lüks siteden aldığı evin anahtarlarını teslim alırken, taksitlerde kendisine ayrıcalık yapıldığını görse de önemsememişti. Zaten projesi kabul edilirse iyi bir zam alacak ve böylece taksitleri de kolayca ödeyebileyecekti. Dolayısıyla Mehmet’in, “Ödemekte zorlanırsan haber ver, ne de olsa soyadın Sancaktar, sana kredi açarız,” demesi bile moralini bozamamıştı.
Evindeyken kendini güçlü hissediyordu. Bu nedenle evde daha fazla zaman geçirmek için erken kalkmaya ve işten çıkınca hemen eve dönmeye özen gösteriyordu. Yalnızlığı sevmemesine rağmen tek başına yaşamaktan oldukça mutluydu. Geniş bir arkadaş çevresi, en önemlisi yirmi yıldır arkadaşı olan Sena, Yağmur, Burak ve yalnız kalmasına izin vermeyen ondan sadece bir yaş büyük ablası Asya vardı.
Mutluydu. Hayatını ve yaşamayı seviyordu. İsteyebileceği her şeye sahipti, ama bugün kötü bir gündü. Yaşadıklarına inanması çok zordu. “Lanet olsun!” deyip durdu defalarca. “Lanet olsun!” içinde bir yerlerde bir şeyler yanıp kızgın korlara dönüşüyor ve nefes almaşım engelliyordu. Arabasıyla bilmediği bir yola doğru dönerken, “Tıpkı hayatım gibi bilmediğim bir yere gidiyorum,” diye düşününce daha çok ağlamaya başladı.
Gözyaşları görüş mesafesini azaltıyordu. Sis farlarım yaktı. Dolgun dudaklarıyla neşeden uzak, acıyla gülümsedi. Asıl sisin artık yüreğinde olduğunu bilecek kadar kendindeydi.
Farı kapattı. Bir ses duydu, bir çığlık gibi, sonra bir ışık, nereden geldiğini bilmediği, sadece bir anlığına… öylesine… sonrası… acı… Büyük bir acı hissetti; direksiyonu sıkıca tutmak istedi, ama elleri bomboştu. Toparlanmaya çalışa, ama nafile, kımıldaması mümkün değildi. Canı yanıyordu. Düşünemiyordu. Karanlıktı. Ürperdi. Sonra başka sesler duydu. Ağlayan bir kadın bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ama tam duyamıyor ya da anlayamıyordu. Kalan son gücüyle kendini zorladığı tam o anda, o kargaşanın içinde ihtiyacı olanı öğrendi: Kaza. Yüzüne değen tırtıklı ıslak şeyin ne olduğunu ve gözlerini açmamakta direttikçe, bunun devam edeceğini biliyordu. İtirazı yoktu. Sonsuza kadar değilse bile, bir süre için bu ilgiye katlanabilecek kadar halinden memnundu.
Güçlü çenesi ve sağlam yapısına inat duruşuyla zarafet timsali olan Foksteriyer cinsi köpeği Tiger’ı üç sene önce barınaktan aldığından beri, evde uyandığı sabahlar hep bir öncekinin aynıydı.
Ona sevgisini belli etmek için dilini kullanan Tiger’la güne uyanmaktan keyif almak bekâr bir adam için acınası bir durumdu. Ancak Yağız işin o kısmıyla uğraşamayacak kadar kendinden uzaklaşmış olduğundan, aslında ortada sorun edecek bir durum da yoktu.
Yatağın üzerinde, etrafında dönüp duran hayvanın enerjisiyle baş edemeyeceğini anlayana kadarki geçen on dakikanın sonunda, yatakla vedalaşmak onun için zor olmamıştı. Zor olan Tiger’a oyunun bittiğini anlatmaktı.
Tamamen uyanık olmayı borçlu olduğu dostunu kurabiyeyle ödüllendirdi, yeni güne hazırlanmak için duş alırken dahi zihninin yorgunluğunu vücudunun her hücresinde hissedebiliyordu Yağız.
Beş dakika içinde duşunu almış, giyinmiş, kahvaltı için alt kattaki mutfağa inmek üzere hazırlanmıştı. Her geçen anla beraber kendine daha az zaman ayırıyor, aynalarla arasına mesafe koyuyordu. Jöle niyetine kullandığı limonlarla vedalaşmasının üzerindense asırlar geçmişti. Dönüştüğü bu adamı kendi elleriyle yaratmıştı ve bundan da oldukça memnundu.
Siyah ve grinin dışında renk barındırmayan mutfağa indiğinde, ev arkadaşı Doruk’un Fatma Abla ile yaptığı sohbetin tam ortasına düştü. Donık’un tiradım tamamlamak gibi bir niyetinin olmadığı aşikârdı. Doruk’la güne başlarken böyle davrandığını bilecek kadar uzun bir zaman aynı evi paylaşıyordu.
Doruk, “Fatma Abla, iyi düşün, bak adam sana iyi bakar, yapıvereyim aranızı,” diye kadına takılırak eğleniyordu.
Utanmaz Doruk’a karşılık vermeye çalışan kadının elindeki tavayı “sopa geliyor” edasıyla sallayıp durmasıysa boşuna bir çabaydı. “Allah Allah, uğraşma benle, yemeğini bitir de çık!”
“Abla, yuva yapanın yuvası olur; belki seni evlendirirsem ben de evlenir, bu adamla yaşamaktan kurtulurum.” Hamlelerine devam eden Doruk arada Yağız’a, “Günaydın,” demeyi ihmal etmeden, onu da anlamsız, ama eğlenceli sohbetin içine çekmek için vakit kaybetmiyordu.
“Doruk, doğru söyle, tüm derdin alacağın başlık parası, değil mi?” diyen Yağız da eğlenceye dahil olmakta fazla gecikmeyince cümbüş de başlamış oldu.
“Bak şu edepsize, sen de uyma ona!”
“Hem de ne başlık! Ağırlığınca altın, borsada onları üçe katladım mı, bizden iyisi yok.” Konuşmasına Fatma’ya dönüp devam eden Doruk yeni bir sebep daha bulmuştu: “Rahibeler bile geldiği gibi gitmiyor öbür tarafa, sen niye gideceksin ki! Verilen nimeti sonuna kadar kullanmak herkesin hakkı; sen benden daha iyi bilirsin, ama yüz çevirmek günahtır.”
Daha fazla dayanamayacağını anlayan Fatma, kelimenin tam anlamıyla söylene söylene mutfaktan kaçarken, aslında kızmamış, “oğlum” dediği adamlardan utanmıştı.
Her zaman dışadönük, insanlarla kolay iletişim kurabilen Doruk, konuşmaktan çekinmezdi, karşısındakini kendi konuştuğu konuya dahil etmekte başarılıydı. Girdiği ortamlarda hemen fark edilen bir yapısı vardı. Bunda karakteri kadar, bir doksana yakın boyuyla gece siyahı gözlerinin etkisi de yadsınamazdı. Ancak onlarca olumlu özelliğinin hepsi boştu; en önemlisi o, Yağız’ın sahip olduğu tek aileydi.
Trafik kazasında ailesini kaybettiğinde ve paramparça olabileceği, neredeyse yok olup gidebileceği tüm zamanlarda Yağız’ın yanında olan Doruk, onun hayatta kalmasına yardım etmişti.
Bundan tam beş yıl önce yaşadıkları yetmezmiş gibi, düğüne altı ay varken nişanlısını iş arkadaşı Kevin’la aynı yatakta yakalayan Yağız için hayallerinin ülkesi Amerika bütün büyüsünü kaybetmiş, bir günde İstanbul’a dönme karan almıştı. Beraber gidip aynı evi paylaştıkları Doruk’la Amerika’dan yine beraber dönmüşlerdi. Doruk onu yalnız bırakmamış, alınan karardan on beş gün sonra İstanbul’a varmışlardı.
İlk aylar zordu. Yağız çalıştığı hastanede iş bulana kadar, birikmişleriyle ikinci sınıf bir otelde kalmaya devam etmişler, Doruk eğitimine yaraşır şekilde brokerliğe başlayınca da oturdukları evi kiralamışlardı. Az kullanılmış havuzu, özenle dekore edilmiş bahçesi ve rahat olmasına özen gösterilerek döşenmiş salonuyla bu ev, Fatma Abla’nın yanlarına gelmesiyle dört yıldır yuvalan haline gelmişti.
Sessiz kahvaltı masasında Doruk, elindeki çay bardağını ağzına götürürken, “İş çıkışı seni alıp bir şeyler yapalım mı?” diye sordu.
Arkadaşına son üç seferde olduğu gibi yine “hayır” demek için Yağız, ağzına götürdüğü ekmeği yutana kadar kendine zaman tamdı. Belki bu arada bir mucize gerçekleşir ve cevap vermekten kurtulurum diye umut etmesinin işe yaramayacağını anlamasıysa uzun sürmedi.
“Hastanedeki kızla ilgili rapor hazırlamam lazım,” dedi en mahcup haliyle Yağız.
“Offf ya, ne sıkıcı bir adam oldun sen böyle! Ev ve iş, başka bir şey yok.”
“Sen de hep şikâyet, hep şikâyet! Dırdırcı kadınlan geçtin.”
Onlar girdikleri sürtüşmenin tadım çıkarırken kapı eşiğinde beliren Fatma Abla’nın, “Gayet uygun bir çift olmuşsunuz. Sizin zaten yuvanız kurulmuş,” demesiyle Doruk’un ağzındaki tüm çayı kahvaltı masasının özerine boşaltması bir oldu.
Gülmesine engel olamadığı gibi, ne söyleyeceğini de bilemeyen Doruk için az önce utandırıp kaçırdığı kadının yakaladığı ilk fırsatta onu alt etmesi yeni bir tecrübeydi. Hayatındaki nadir anlardan birini yaşıyor, onu alt eden kişiye cevap veremediği gibi konuşmayı da beceremiyordu.
Yağız sabahki rutin işlerini halledip odasına geçtiğinde, saat on biri gösteriyordu. Gecikmiş olmasının verdiği stresten dolayı sekreteriyle yaptığı kısa konuşmanın ardından işe koyulmak için hiç vakit kaybetmedi.
Bütün bir oda; maharetli bir ustanın elinden çıkmış olan siyah, geniş bir masa, yüksek arkalıklı beyaz bir koltuk, gelenleri ağırlamak için masa önüne yerleştirilmiş dört sandalye ve sehpadan oluşuyordu. Yağız’ın uzun boyu, ensesine uzanan siyah saçları, koyu deniz mavisi gözleri ve esmer teniyle kasla kaplı geniş vücudu son derece sakin olan bu odayı hareketlendirmeye yetiyordu.
Çok ünlü bir hastanede beyin cerrahıydı. Genç yaşına rağmen branşında hatırı sayılır derecede başarılıydı, ancak kendi dalında akla gelen ilk isimlerden biri olması onun için yeterli değildi. Kendisi için koyduğu hedefleri ve o hedeflere ulaşabilmek için uygulanmayı bekleyen planlan vardı. Acelesi yoktu. Hazır olmadan adım atmayı düşünmüyordu ve hazır olana kadar da elinden gelenin fazlasını yapacaktı. Sonuçta çalışmak onun için yeni bir şey değildi. O, sahip olduğu para ve mevkiye…