İçime bir eziklik çöktü badem dallarına bakarken. Kasımın sonu yaklaşıyor. Yarın gökyüzü kararır, doğu yeli eser soğuk. Toprak donar. Eski kuyunun çevresindeki sular buz kesilir. Sonra kar yağar yeryüzüne lapa lapa. Karlara gömülür üzüm bağı ve yöresi. Biz, evlerimizde uyuruz.
Ama evlerimiz tapınak içerisinde. Bilinmez. Yeşil üniformalılar tekme ve dipçikle kapılarımızı açarlar; gece demez, kış demez; bizi kamyonlara doldurup şehrin bir ucunda bekleyen, demirden sürgün trenlerimize götürürler. Kalır badem ağaçlarımız karlar altında. Kasımlar geçer, yeni Hıdrellezler gelir. Bademler çiçek açar. Yeni filizler fışkırır gövdeden. Ama kimse bakmaz, kimse anımsamaz badem ağaçlarını. Ben unutmayacağım ama sizi badem ağaçları! Ben usumda badem filizleriyle örülü bir çevre çizeceğim.
BIrIncI Bölüm
1
Öğleydi. Orta yerde bir masa vardı; masada küçük bir vazo, vazoda çiçekler. Çiçekler bahar çiçekleriydi. Çünkü zaman bahar zamanıydı. Ama geceleyin kar yağmıştı. Sabahleyin dinmişti kar. Gün değişiminde gene yağmıştı. Duvarların güneşli diplerinde safranlar açarmış; kar yağsa da. Ve evin hanımı safranı severmiş. Ama evin hanımı salonda yoktu o gün, evin üst katındaki odaların birindeydi. Salonda, elleri arkasında bağlı bir adam duruyordu. Oldukça kısa boylu adam. Sırtında son İngiliz modasına uygun kahverenginde bir elbise vardı. Ortası gür ama uçları incecik ve özenerek burulu bıyıkları adamın yüzündeki tedirginliği yalnız bir dereceye kadar örtebiliyordu. Evet. Eski fotoğrafta görüyordum bunu. Fotoğrafı çemberli sandığın dibinde bulmuştum.
Ama el değdirmemiştim. Yukardan, sihirli bir kuyu dibine bakar gibi bakmıştım fotoğrafa; ve adamla birlikte salonu, masa üstünde safranlı vazoyu hep birden ve bir anda görmüştüm. Adam, pencere dibinde durmuş; dışarıya bakıyordu. Yukarda oda kapısı gıcırdadı. Adam uzun bir süredir elinde tuttuğu ve terden tortop olmuş mendiliyle alnını sildi. “Henüz erken,” diye düşündü. Dışarda, üzüm bağının budanmış kütükleri arasında geceden kalma kar yamaları yatıyordu daha. Ama güneş gökyüzüne yükseldikçe karlar eriyordu. Yukarda kapı gıcırdadı gene. Adam döndü; dönerken başını kaldırdı. Merdivenin ucunda bir hanım duruyordu. Adam olduğu yerden hanımın yüzünü göremiyordu ama, merdivenin ucunda ak renk fildekos çoraplı, koyu kahverenginde iskarpinli iki bacağın kime ait olduğunu pek iyi biliyordu.
Adam, salonun ortalarına doğru yürümüştü ki, merdivenin ucunda duran Dr. Z’yi gördü ve hemen durdu. Dr. Z’nin omuzunda uzun bir havlu vardı. Kolları dirseklerine sıvalıydı. Her zaman özenle taralı saçları bu sefer de özenle taralıydı ama terli şakakları üzerinden geçerek dudakları ucuna düşen birkaç tel saçla bugün onun yüzü, yalnız yüzü değil entarisi içinde saklı bütün vücudu daha bir sağlam görünüyordu.
Dr. Z sıvalı kolunu yüzüne kaldırdı, elinin tersiyle önce sağ sonra sol şakağı üzerine düşen saçları arkaya attı, iki elinin bütün parmaklarını saçları üzerinden geçirip ellerini ensesine götürdü; arkada kalaçlanmış gür saçları arasından bir firkete çıkararak dudakları arasına yerleştirdi. Yüzü ciddiydi Dr. Z’nin. Firketeyi tekrar arkada saçları arasına gömerken bakışlarını adamın yüzüne dikti, ve: – Oğlan! Gözünüz aydın! dedi. Adam, az şaşkın, Dr. Z’nin yüzüne bakıyordu. Dr. Z. eski aşinalığı ve temiz sesiyle konuştu. – Bu akşam görebilirsiniz kendisini! Babam, Dr. Z ve annemden sonra, beni ilk defa o günün akşamı gördü sanırım. Annem beni kolay doğurmuş; bana Halûk adını koydular.
Babam o sıralarda berber dükkânı işletiyordu kasabada. Evimiz büyükçe bir evdi ve eskiydi. Doğduğum yıldan tam iki yıl sonra başka bir eve taşındık. İçerisinde doğduğum bu evi hayal meyal hatırlıyorum şimdi. Bu evden niçin taşındığımızı bilmiyorum. Ancak babamın o sırada bu evin üç kilometre kadar uzağında yeni bir ev yaptırdığını biliyordum. Yeni evin inşasına devam edilirken amcamın evinde oturuyorduk. Amcamın evi de eski bir evdi. Doğuya bakan duvarı yanında kocaman bir ceviz ağacı vardı. Ağacın dibinden küçük ama ilkbaharda gürültülü bir ırmak akardı. Evin önündeki bahçe azıcık alçakta kaldığı için batıya bakan duvarı yanından sokağa taş basamaklardan çıkılırdı. İkinci katında geniş bir veranda vardı.
Alt kattan ikinci kattaki verandaya ahşap merdivenden çıkılırdı. Verandaya açılan kapıların üst kesimleri renkli camlarla süslüydü. Kapılar yarı aralık kaldıkları zaman odalara bakabiliyordum. Odalarda beni ilgilendirecek çok şeyler vardı belki; ama o odalara ben hiç girmedim. Odalar çoğu zaman loştu ve loş sessizliğe gömülü eşyalar donuk, biraz da yabancı geliyorlardı bana. Beni korkutan başka bir şey de bu odalarda ak saçlı kadınların minderli sedirlerde oturarak Kur’an okuyuşlarıydı.
Annem de evin alt katındaki oturduğumuz odada, tıpkı o kadınlar gibi, omuzlarında tülbenti, Kur’an okurdu. Ama annem başkaydı. Belki yalnız bana başka geliyordu. Kur’ an okurken arada bir gözucuyla bana baktığı, benimle ilgilendiği oluyordu üstelik. Oturma odasına açılan mutfak kapısı her zaman açıktı.
Mutfakta, henüz ocağın yanında, geniş bir masa vardı. Masa, uçları kara püsküllü yeşil bir örtüyle örtülüydü. Örtünün kara püskülleri hemen hemen zemin tahtalarına düşüyordu. Kedimiz bu masa altında uyurdu. Ben de bu masa altına girmekten hoşlanırdım. Bir gün, iyi hatırlıyorum, babamın eski fesini kedinin kafasına geçirirken, kedi yüzümü tırmalayıp kaçmıştı. Ama ağlamamıştım. Elimde babamın fesi, gün boyunca kediyi aramıştım. Mutfağa girdiğimde annemin hâlâ Kur’an okuduğunu gördüm. Kedi yoktu görünürde.
Annemin benimle ilgilenmeyişi yüzün den olacak; iskemleyi masanın yanına götürüp, masaya tırmandım; bir süre anneme baktım; annem gene benimle ilgilenmeyince ocaktaki yemek tencereleri üzerine işedim. Aradan kaç gün geçti bilmiyorum; kediyi aynı yerde, masanın altında buldum. Ben kediye kırgın değildim, o da bana kırgın değildi; kucağıma aldığımda direnmemişti. Kediyle ahşap merdiveni çıkıp verandanın güneşli bir köşesinde oturdum. Ama çok geçmeden kedi kaçtı. Mutfağa indiğim zaman kediyi aynı yerde buldum ve kaldırdım. Şimdi direniyordu kedi. Ama ben güçlüydüm. Hayvanın bacaklarından sımsıkı tutmuş, arkası bayıra bitişik ahıra doğru gidiyordum. Kollarım arasında kedi hâlâ direnip çabalarken ahırın toprak damı üstüne tırmandım. Saçağa yaklaşarak kediyi havaya fırlatmıştım ki, hayvan birdenbire kıvrıldı, kıvrılmasıyla pençelerini göğsüme geçirip beni de kendisiyle birlikte damdan aşağı alması bir oldu.
Yeni maceralar bu olayı tez unutturdular bana. Günün birinde verandada bir âlet peyda oldu. Üç ayak üstündeydi ve hayli yüksekti âlet. Günü bu âletin yanında geçirdim. Ancak akşamın hayli ilerlemiş saatinde, babam işinden dönünce, kaleidoscope’un resimlerine bakabildim. Kaleidoscope’da gördüğüm ilk resim bir çağlayandı sanırım. Sonra bir ırmağın ışıltılı suları altında yeşil taşlar… Irmağın kıyısında yeşil söğütler. Sonra gökyüzünde kara ve korkunç bulutlar. Kara ve korkunç kuşlar. Sonra deniz kıyısında kocaman bir kayaya çarpıp parçalanan dalganın ışıltılı ak köpükleri…
Kaleidoscope’un yanından ayrıldığım zaman evin önündeki bahçe iyice kararmıştı. Karanlık bu akşam başkaydı. Karanlığı ilk defa görüyordum belki. Bahçe duvarı dibindeki badem ağacı eski yerini değiştirmiş gibiydi. Duvarın ötesindeki evlerde de başka bir hal vardı. Evlerin damlarında solgun ışıklar yanıyordu galiba. Kediyle birlikte damından düştüğüm ahırın saçağına gümüş tüylü bir horoz tünemişti. Horoz altın başını kaldırmış, bana bakıyordu küstah bir bakışla. Ötelerde göğe yükselen caminin minaresi arkasında kan kızılı kocaman bir ay vardı. Babam yanımdaydı. Ama ilgilenmiyordu benimle. Merdiveni inerken durdum; ve dönerek basamaklarda düşe kalka kaleidoscope’a koştum.
Âlet eski yerinde duruyordu. Korkuyla elimi âlete değdiriyordum ki, babam beni kucağına aldı; merdiveni indik. Gece. Yatakta sırtüstü yatıyorum. Başım yastığa gömülü. Yastık sıcak. Saçlarımın teriyle ıslak. Elimi yorgan altından çıkarıp yastığın ucunu tutuyor, yüzümdeki terleri siliyorum. Uyumuyorum. Gözlerim alabildiğine açık. Oda sessiz. Saçaktaki horoz mu bakıyor bana pencere camından? Hayır. Kulaklarımda bir uğultu. Uğultu yukardan, verandadan geliyor galiba.
Soluğumu tutmuş, dinliyorum. Çıt yok. Odayı, verandayı gece doldurmuş. Karanlık. Bilmiyorum kim; ama biri karanlığa iyice bakarsam ırmakları da, kuşları da, billur sular altında yeşil taşları da görebileceğimi; hattâ onları kaldırıp gönlümün dilediği bir yere götürebileceğimi söylüyor bana. Birden yataktan fırlayıp verandaya koşmak istiyorum. Ama dışardan gelen uğultu kulaklarımı ve kalbimi dolduruyor. Uğultu sonsuz. Bütün ev dayanağından kopmuş, denizin muntazam dalgaları üstünde sallanıyor. Hoşuma gidiyor bu sallantı. Rahat. Bütün vücuduma dağılıyor; bütün benliğimi sarıyor. Yaklaşıp yaklaşıp gene uzaklaşan dalganın üstünde kuş tüyü kadar hafif ve yumuşak bir ses tekrarlanıyor: Ay ay, ayya ay… ay ay, ayya ay… Gözlerim kapanıyor. Ay ay, ayya ay… Uğultu uzaklaşıyor.
Taşlar batıyorlar.Koyulaşan, koyulaşıp donan suların dibinde kayboluyorlar. Ay ay, ayya ay… Damdaki horoz kanat çırpıyor. Ötüyor mu? Ötüyor galiba. Ay ay, ayya ay… Ama tıs yok. Uçuyor horoz. Horoz, karşıki caminin minaresi üstünde. Hayretle horoza bakıyorum. Bakarken caminin arka duvarı gerisinden bir cadı çıkıyor. Sırtında, topuklarına düşen kızıl bir entari. O da benimle birlikte minaredeki horoza bakıyor. Sonra bir kahkaha salıveriyor; ve entarisinin eteklerini havalandırarak, yerden kesilmiş ayaklarıyla bizim evin bahçesine koşuyor. Cadıya bakıyorum. Cadı ahır duvarı dibinde. Ellerini ileriye uzatmış, beni çağırıyor. Gitmeliyim. Bilmiyorum niçin, ama gitmeliyim; gitmek zorundayım. Ve gidiyorum, benim de ellerim ileriye uzalı. Ellerimiz kavuştuğu anda cadının sihirli etekleri müthiş çınlıyor; ellerim cadının ellerinde, başım arkaya sarkık, uçuyoruz.
Yeryüzü donuk. Biz gökyüzüne uçuyoruz; göğün ışıltılı yıldızlarına; sonsuzluğa. Derken bulutlar parçalanıyorlar ve ben cadının ellerinden kurtulmuş, kendimi gagalarından korkunç sesler çıkarıp uçuşan bir kuş kasırgası içinde buluyorum. Cadı yok. Yeryüzü yok. Yıldızlar yok. Her yanımda kuşlar, kuşlar, kuşlar…
O gece annemle aynı yatakta uyudum. Sabahleyin uyanır uyanmaz kaleidoscope’a koşmak istedim ama annem bırakmadı. Gün boyunca yatakta kaldım. Ancak akşama yakın bir zamanda kuvvetli ısrarlarım üzerine annem kediyi mutfaktan getirip, yatağımın ucuna bıraktı. Benim mi suçum daha büyüktü, kedininki mi? Bilmiyorum. Ama çok geçmeden o benim suçumu bağışladı, ben de onunkini. Kedi kalktı, başucuma geldi, yüzünü alnıma, şakağıma sürtüştürdü, kendi dilinde mırıl mırıl bir şeyler söyledi, başımın ucuna büzüldü, ve uyudu. Eski dosttan ayrılmak ne zormuş meğer!
Uyandığım zaman odada annem ve babamdan başka bir kişi daha vardı. Adam fesliydi. Fesi üstünde ak bir sarık. Seyrek sakalı göğsüne düşüyordu. Babam, annem ve yabancı adam odada çay içiyorlardı. Annem arada bir adama fısıltılı bir sesle bir şeyler söylüyordu. Adam dikkatle annemi dinlerken göbeği üstünde tuttuğu tesbihini çekiyordu.
Annemle sarıklı adam arasında konuşma hayli uzun sürdü. Sonra annem ve babam ayağa kalkıp ikinci odaya geçtiler. Odada ben ve yabancı adam kaldık. Adam oturduğu yerden beni soğuk bir bakışla süzdü; sonra ayağa kalkarak geldi, kerevetin kenarına oturdu. Artık onun sarıklı fesi ve sakalından çok göbeği üstünde tuttuğu kahverengi boncuklarla ilgileniyordum. Bu boncukları ak parmakları arasına alıp zaman zaman şaklatışı beni öylesine sarmıştı ki, adamın sıcak soluğuyla yüzüme üfleyip burnundan mırıldanışına bile aldırmaz olmuştum. Bu merak, hele boncukların birbirine çarparken çıkardıkları kuru, keskin şıkırtı, beni harekete geçmeye zorluyordu. Bir süre duraksadıktan sonra elimi yorgan altından çıkarıp tesbihe uzattım.
Adam yüzüme dik dik baktı. Bu bakışın etkisiyleydi belki, göbeği üstünde tuttuğu tesbihe saldırdım. Adam birden ayağa fırladı ve tesbihi ellerim arasından çekip aldığı gibi arkasına sakladı. Bense yatağın içine oturdum, mutfak kapısına bakarak çığlığı bastım: – Anneeee! Annem odaya girerken adam, hayretle açılı gözleri yüzümde, gerisin geri giderek odadan çıktı. Ben, hâlâ yatağım içinde oturmuş, boğula boğula ağlıyordum. Gerçi annem bana o adamın molla İrecep olduğunu söylemişti. Ama niçin beni odada onunla yalnız başıma bırakmıştı? Niçin molla İrecep yüzüme üflemişti? Niçin fısıltılı sesiyle bana anlamadığım o acayip duaları okumuştu? Bunlar ve bunun gibi birçok şeyler hep karanlıkta kalıyordu benim için. Fakat, pek derinliğine inmeden,hattâ anlamını açıklamağa bir gereksinme duymadan o akşam annem bana sünnet olacağımı söylemişti. Sünnet! Benim için esrarlı olan her şeyi niçin ve neden sorularla karşılıyordum.
O akşam bu soruları sormadığıma göre, sünnetin ne olduğunu az çok biliyordum herhalde. Sonraları yakınlarımdan duyduğuma göre, sünnet olacak beş çocuk arasında en küçüğü benmişim. Annem sabahın erken saatlerinde beni yıkatmış -bunu hatırlamıyorum. Evin önündeki küçük bahçede ateşler yanıyor, kocaman mısır kazanlarında sular kaynıyor, yemekler pişiriliyordu -bunları hatırlıyorum.
Ama şimdi hatırladığım başka şeyler de var: Bir yaz günüydü o gün; belki sıcak bir bahardı. Sırtlarımızda bol, ipek giysilerimiz vardı. Beş çocuk bahçenin kıyısında birikmiştik. Az uzağımızda küme halinde birkaç adam duruyordu. Babam da onların arasında mıydı, bilmiyorum; merak da etmiyordum sanırım, çünkü kendimden büyük çocuklar arasında bulunuyordum; üstelik o günün benim için önemli bir gün olduğunu küçük kalbimde hissediyordum.
Kocaman ceviz ağacının ötesindeki helânın gerisine götürdüler bizi ve ırmağı bahçeden ayıran taş duvarın dibine dizüstü çöktürdüler. Çöktük. Bir süre öyle dizüstü durup sessizce önümüzdeki duvar taslarına baktık. Sonra aramızdan biri işedi. Sonra başka biri işedi. Daha sonra hepimiz işedik. Bahçe kıyısınca sokağa çıkılan taş basamaklara doğru yürürken bir kadın beni kucakladı; yanaklarımı ve gözlerimi öptü. Yaşlı bir kadındı.
Geçmişte onun genç bir kız, daha önce benim gibi küçük bir çocuk olduğunu düşünemiyordum. Sanki öylece doğmuştu: beli kambur, yüzü buruşuk, saçları ak. Onu, yeni evimize taşınmamızdan sonra bir kez daha görmüştüm. Ama günün birinde annem bana, “Büyükannen öldü,” dediği zaman annemin yüzüne hayretle baktım. Sünnet olacağım gün bahçenin kıyısında beni kucaklayıp gözlerimi öpen kadını hatırlayınca kesin olarak, “Büyükannem ölmez,” dedim. İnanarak söylemiştim bunu sanırım. Yeni evimizin az uzağında gömülmüştü. Onun gerçekten ölü olmadığına inanmağa devam ediyordum galiba ki, baharda bahçemizden getirilen kirazlardan avuç dolusu cebime doldurup mezarlığa gidiyor, kirazları büyükannemin mezarı üstüne bırakıyordum.
Beş çocuk, önümüzde ve arkamızda kalpaklı ve fesli adamlar, camiye yöneldik. Ama camide neler oldu, bilmiyorum; çünkü dualar okunurken ben uyuyakaldım ve babam beni camiden evimize kucağında taşıdı. Birkaç gün sonra verandada beş çocuk birbirimizin yanında yattığımızı ve bizleri ziyarete gelen akrabalarımızın başlarımızın ucundaki resimlerle süslü kutulara gümüş para bıraktıklarını hayal meyal hatırlıyorum ama, döşeklerimizden kalktıktan sonra kocaman ceviz ağacı dibinde pamuk ve bezlere sarılı sünnetli yerlerimizi birbirimize gösterdiğimizi şimdi de hatırlıyorum. Bir süre sonra çocuklar bu evrenden kaybolup gittiler. Kimdi onlar? Nerde oturuyorlardı? Bilmiyorum. Babamı o sıralarda seyrek görüyordum. Annem benimle az meşgul oluyordu.
Fazla meşgul olmasını istemiyordum zaten; çünkü hayalimde annemin Dr. Z gibi olmasını istiyordum. Ama annem başkaydı. Umutla verandaya çıkıyor, hoşlandığım âleti yokluyordum. Âlet yoktu. Bahçeye iniyordum. Bahçe alçakta kalıyordu. Buradan öteki evleri göremiyordum. Tuhaf! Şu kaleidoscope’u göremiyecek miyim bu evde bir daha? Dört yaşındaydım o sıralarda; belki beş. Beni geniş, geniş olduğu kadar da gizli ve tılsımlı bir dünya kuşatıyordu. Beni kuşatan bu dünyaya girmek, onu yakından görüp tanımak…
Ama nasıl? Verandada bir hafta kadar birbirimizin yanında yattığımız çocuklar da bu evden gidince beni çeviren dünyaya çıkılan yolun tıkandığını hissediyordum. Kendi küçük dünyamda kalmam gerekiyordu. Kedimiz bile yaklaşmaz olmuştu. Verandaya çıkıp sinek avlıyordum. Tutabildiğim sineğin önce kanatlarını, sonra da ayaklarını tek tek çekip gövdesinden ayırıyordum. Sineğe bu yaptıklarımdan bir zevk duyuyor muydum, duymuyor muydum; bunu şimdi hatırlamıyorum.
Bir gün bu eve teyzem geldi. Teyzemin yanında küçük bir kız vardı. Kızın adı Halide’ymiş. Onları bahçenin yanından geçen yolda karşıladık… Annemle öpüştüler. Oturduğumuz odaya girince teyzem beni kolları arasına alıp gözlerimden öptü; sonra kızı Halide’ye dönerek, “Gel, kardeşini öp,” dedi.
Kıvırcık sarı saçlıydı Halide. Lüle lüle omuzları üstüne düşüyordu saçları. Gülen mavi gözleri vardı. İpek entarisinden, saçlarından acayip bir koku geliyordu. Ellerini omuzlarım üzerine yerleştirip dudaklarını yanağıma değdirdiği zaman onun vücudundan gelen sıcaklıkla başım döner olmuştu. Beni öperken ince belini kavrayıp onu kendime çektiğimi şimdi de iyi hatırlıyorum. Sonra elim elinde, odadan çıktık. Ve o anda benim varlığıma gizli ve yeni bir şey katıldığını hisseder gibi oldum.
Beni kuşatan gizli dünyadan geliyordu bu; ama neydi, bilmiyorum. O yaşımda bilemezdim. Yalnız benim varlığıma giren o şeyin Halide ile geldiğine ama Halide’den daha büyük bir anlam taşıdığına eminim. Annesinin, “Kardeşini öp,” deyişi gereksizdi sanırım -öylesine de öpecekti beni; ben de onu; odada, annelerimizin gözleri önünde olmazsa başka bir yerde; ikimizi hiç kimsenin göremiyeceği bir yerde. Hayatımızı yaşamamız için gerekli olan şeyleri kendi ruhlarımız arayıp bulacak, çözümleyecek, gerekirse, teşviksiz ve baskısız kendi varlıklarına kabul edecekti. Odadan çıktık. Güneş gökyüzündeydi. Üst kesimleri renkli camlarla süslü kapılar ışıl ışıldı. Halide konuşuyordu. Ama neden bahsettiğini bilmiyordum. Zaten neden bahsettiğinin önemi yoktu. Benim için önemli olan onun sesiydi. Az kalın ama ezgili bir sesti Halide’nin sesi. Hele “r” harfi derinden çıkarken boğazı içinde yuvarlak bir şekil alıyordu ve ağzından öyle yuvarlak yuvarlak dökülüyordu. Sanki ruhu konuşurdu onun. Ruhuna has bir dil, ağzında değil de yüreği içindeydi. Hele dudakları arasından çıkan o kalınca ama hoş “r”leri ellerimi kaldırıp avuçlarımın içine alasım geliyordu.
Merdiveni çıkıp verandada durduk. Şimdi güneşin ışıklarında Halide’ye daha yakından bakabiliyordum ve baktıkça Halide daha bir acayip görünüyordu. Gözleri mavi ve canlıydı. Güldüğünde gözlerinin rengi bir an ışıltılar içinde kayboluyor, sonra öncesinden daha temiz bir parıltıyla meydana çıkıyordu. İnce yüzünün nazik çizgileri arasında oldukça büyük bir burnu vardı. Burnunun bu büyüklüğü, sonraları genç bir kadın kılığına girdiği sıralarda, daha çok açığa vuruyordu, ama bu çirkinlik tiksindirici değildi; tam tersine, çekiciydi. Hele vücudunun kararlı hareketleriyle, kararlı konuşması ve sesindeki o güvenli ezgiyle yüzü daha bir çekici oluyordu. Gerçi Halide’yi genç bir kadın olarak yalnız kısa bir süre görebildim. Halide duvar dibine oturmuş, beştaş oynuyordu. Gülüyordu. Ama daha çok beştaşıyla meşguldü.
Etekleri altından çıkan bacaklarının rengi güneş ışığında sıcak ve canlıydı. Yaklaştım. Bakışlarını yüzüme kaldırdığı zaman onun gülen gözleri içinde âdeta hayatımın kaynağını gördüm, ve hemen dizüstü çöktüm. Birdenbire aydınlığa kavuşmuş kör bir adam gibiydim. Yüzüne bakarken boynu ile omuzbaşı arasında pembe bir ben ilişti gözüme.
yorum neden ama omuzundaki ben’in de sesi kadar beni Halide’ye bağladığını hissettim ve elimi ben’e uzattım. Elimi bene değdiriyordum ki, Halide başını arkaya attı ve güldü; bense ipek entarisinin yakasını sımsıkı kavramış, onu kendime çekiyordum. Gözleri iri iriydi Halide’nin. Yüzü gittikçe kızarıyordu ama gülüyordu ve güldükçe öncesinden daha güçlü bir arzuyla Halide’yi kendime çekiyordum.
…