Bilim açıklamaya, hatta yorumlamaya bile çalışmaz; bilimin esas işi model kurmaktır. Model, gözlemlenmiş bir olayı betimleyen, bir takım sözel yorumlar eklenmiş matematiksel bir inşadır. Bu tür bir matematiksel inşanın meşruluğu tamamen işlerliğine bağlıdır.
— John von Neumann[1]
SAHA KENARINDAN MANZARA
Tanrı’nın varlığının lehindeki veya aleyhindeki argümanlar tarih boyunca büyük ölçüde felsefenin ve teolojinin alanına hapsedilmiştir. Bilim bu süre içinde saha kenarında sessizce oturmuş ve sahada oynanan bu sözcük oyununu seyretmekle yetinmiştir. İnsan yaşamının her alanında devrimci değişimlere imza atan, dünyayı anlamamıza büyük açıklık getiren bilimin, her nasılsa, insanların çoğunun tüm gerçekliğin kaynağı olarak taptığı yüce varlığa dair söyleyecek sözü bulunmadığı düşüncesi ortaya çıkmıştır.
Ünlü paleontolog Stephen Jay Gould, 1999 tarihli Rock of Ages adlı kitabında bilimin işinin doğal dünyayı anlamak, dinin işinin ise ahlak konularıyla ilgilenmek olduğundan hareketle bilim ve dinden iki “örtüşmeyen hüküm alanı” olarak bahsetmiştir.[2] Ancak bu saptama, pek çok kişinin de işaret ettiği gibi, dinin bir ahlak felsefesi olarak yeniden tanımlanması demektir. Oysa dinlerin çoğu basit ahlaki konuları aşan işlerle uğraşır, doğa hakkında, bilimin değerlendirmekte özgür olduğu temel hükümlerde bulunur. Dahası bilimin, Torino Kefeni gibi dinsel açılımlar içerebilecek fiziksel nesnelerin incelenmesindeki rolü açıktır. Ayrıca bilim niçin gözlemlenebilir, hatta kimi zaman ölçülebilir insan davranışlarını içeren ahlaki meselelerle ilgilenmesin ki?
1998’de yapılan bir ankette, ülkenin en seçkin bilim insanlarından oluşan ABD Ulusal Bilimler Akademisi üyelerinin sadece yüzde yedisinin Tanrı’ya inandığı ortaya çıkmıştır.[3] Yine de çoğu biliminsanının bilimin dinsel meselelerden uzak durması gerektiği fikrinde olduğu görülmektedir. Bu bilim ile din arasındaki, bilimin toplumda daha az kabul görmesine yol açabilecek (en beterini, araştırma ödeneklerinin kesilmesini hiç saymıyoruz) çatışmalardan kaçınmak isteyenler için belki iyi bir strateji olabilir. Ancak gerçek ortadadır: Dinler, aklın ve nesnel gözlemin soğuk ışığı altında sorgulanmaktan özel olarak muaf olmayan olgusal iddialarda bulunurlar.
Ayrıca Tanrı’nın varlığına yönelik bilimsel bir otoriteden çok gözleme dayanan bilimsel argümanlar çok eski zamanlardan beri vardır. Bu çabaların tarihi Marcus Tullius Cicero’nun, De Natura Deorum (Tanrıların Doğası Üzerine)[4] adlı kitabında olduğu gibi, M.Ö. 77’ye dek uzanır. Bunlar arasında William Paley’in 1802 tarihli Natural Theology or Evidences of the Existence and the Attributes of the Deity Collected from the Appearance of Nature (Doğal Teoloji veya İlahın Varlığına ve Özelliklerine Dair Doğanın Görünüşünden Toplanmış Deliller.)[5] adlı çalışması özellikle etkili olmuştur. Son zamanlarda ise, teologlar ve teist bilim insanları, yüce bir varlığa olan inançlarına destek arayışında yüzlerini bilime döndü. Modern teorik ve ampirik bilimin Tanrı’nın var olduğu önermesini desteklediğini öne süren birçok kitap yayınlandı ve popüler medya bu görüşü yaymada hiç zaman kaybetmedi.[6] Öte yandan, bu değerlendirmeye doğrudan meydan okuyan pek az kitap veya makale yayınlandı. Ama Tanrı’nın varlığına yönelik bilimsel kanıtlamaların entelektüel söylem içinde yer bulmasına imkan tanınıyorsa, onun varlığına karşı çıkan kanıtlamaların da bu söylem içinde meşru bir yere sahip olması gerekir.
2003’te yayınlanan Bilim Tanrı’yı Buldu mu? adlı kitabımda Tanrı’nın varlığını desteklediği öne sürülen bilimsel delilleri eleştirel bir bakışla incelemiş ve yetersiz bulmuştum.[7] Bu kitabımda daha da ileri gidecek ve bilimin artık, geleneksel olarak sıfatları Museviliğin, Hıristiyanlığın, ve İslamın Tanrısının sıfatlarıyla ilişkilendirilen bir Tanrı’nın varlığı veya yokluğu konusunda kesin yargıda bulunabilecek kadar ilerlediğini göstereceğim.
Elimizde artık, Tanrı’nın varlığı sorusunun ağırlığını kaldıracak kadar deneysel veri ve son derece başarılı bilimsel modeller bulunuyor. Bu veri ve modellerin bize Tanrı hipotezinin geçerliliği konusunda ne söylediğini incelemenin zamanı geldi.
Şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın Tanrısı iyi tanımlanmamıştır. Bu üç inanç sistemi farklı Tanrı anlayışlarına sahiptir; ama iş bununla da bitmez: Her inanç sisteminin kendi içinde de –ilahiyatçılarla avam arasında, bir mezheple diğeri arasında da– farklılıklar vardır. Ben, bu çeşitli inanç gruplarının her birindeki inananların büyük çoğunluğunun taptığı Tanrı’nın sıfatları üzerinde yoğunlaşacağım. Bu sıfatlardan bazılarını, bu üç büyük tek tanrılı dinin dışındaki dinlerin ilahları da paylaşmaktadır.
Seçkin teologların, imanlarıyla tutarlı olduğunu öne sürdükleri son derece soyut tanrı kavramları geliştirdiklerinin farkındayım. Her kavram bilimsel soruşturma alanının dışında kalacak şekilde soyutlanabilir. Ama bu tür tanrıların sıradan mümin tarafından tanınacağı pek kuşkuludur.
Üç tek tanrılı dinde Tanrı, –madde, uzay ve zamanın ötesinde– yüce bir aşkın varlık ve madde, uzay ve zaman uyarınca betimlenen duyularımızla algıladığımız her şeyin temeli olarak görülür. Üstelik bu Tanrı, deizmin dünyayı yarattıktan sonra onu kendi başına bırakan ya da panteizmin bütün varoluşa eşit olan tanrısı da değildir. Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın Tanrısı, atom çekirdeğinde bulunan kuarkların birbirleriyle etkileşiminden en uzak galaksilerdeki yıldızların evrimine kadar evrenin her nano-metreküpündeki her olaya her nano-saniyede müdahale eden bir tanrıdır. Dahası, bu Tanrı en özel yaratımının, engin evrende minnacık bir yerde yaşayan insanlık denen örgütlü maddenin her düşünce ve eylemine de karışmaktadır.
Kısacası, T harfini büyük yazdığımda bilin ki Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın Tanrısından söz ediyorum. Diğer tanrılar küçük harfli olacak. Tüm tanrıların değil, Tanrı’nın varlığına dair delilleri inceleyen bu kitabı tüm parçacıkları değil, kütlesiz yüklü bir parçacığı inceleyen bir fizikçinin kitabına benzetebilirsiniz.
DOĞAÜSTÜ BİLİM
Bilim insanlarının çoğu sözde bilimi görür görmez tanıyacağını iddia etse de, bilim filozofları arasında, bilimin sahte bilimden veya bilim-olmayandan nasıl ayrılacağı konusunda bir fikir birliği yoktur. Ben bu kitapta “bilim”i, göz ve aletler vasıtasıyla nesnel gözlemler yapmak ve bu gözlemleri betimleyen modeller kurmak anlamında kullanacağım. Bu modeller gözlemlerin basit anlık görüntüleri değildir. Bilimsel modeller, sadece bir dizi gözlemi değil, olabildiğince çok gözlemi betimlemek için evrensel ve genel olabilecek öğelerden, süreçlerden ve mekanizmalardan yararlanırlar. Bu bölümün epigrafında John von Neumann’ın belirttiği gibi, her zaman matematiksel olmaları da gerekmez.
Güncel örneklerin belki en çarpıcısı (ve matematiksel olanı) temel parçacıkların ve kuvvetlerin standart modelidir. Bu modele göre bilinen bütün maddeler üç parçacıktan oluşur: yukarı kuark, aşağı kuark ve elektron. 1970’lerde kurulan bu model, o zamandan bu yana maddenin dünya üzerindeki en gelişkin laboratuvarlarda ölçülen ve en gelişmiş teleskoplarla uzayda gözlemlenen özellikleriyle tutarlı olarak işlemektedir.
Bilimsel modellerin temel amacının açıklamaktan çok betimlemek olduğunu kaydetmekte yarar var. Bunun anlamı şudur: Bu modeller her türlü gözlemle, özellikle de başka türlü olsalar modelleri yanlışlayabilecek olan gözlemlerle uyumlu olmaları durumunda başarılı kabul edilirler. Bu süreç genellikle bir hipotez-sınama biçimini alır – önce model bir dizi hipoteze dönüştürülür ve ardından bu hipotezler özenle denetlenen gözlemlerle sınanır. Başarılı bir modeli oluşturan öğelerin ve süreçlerin gerçekliğin yapısının özsel parçaları olup olmadığı sorusu öyle kolayca yanıtlanabilecek bir soru değildir, zira söz konusu modelin gelecekte yanlışlanıp yanlışlanamayacağını asla bilemeyiz. Ancak bir model yanlışlandığında, bu modele ait olan ama başarılı diğer bir modele ait olmayan süreç ve öğelerin gerçeğin özsel parçaları olmadığını varsayabiliriz.
Analizimi, evrenin işleyişinde ve insanların hayatlarında merkezi bir rol oynadığı kabul edilen Tanrı’nın bilimsel araçlarla tespit edilebileceği kanısına dayandıracağım. Günümüzün bilimsel modellerinde gözlemlerin betimlenmesinde gerekli bir bileşen olarak Tanrı’ya ayrılmış bir yer yoktur. Öyleyse, Tanrı varsa, bilimsel modellerin boşluklarında veya hatalarında ortaya çıkmalıdır.
Gerçekten de “Boşlukların Tanrısı” kanıtlaması uzun zamandır gündemdedir. Bilim her şeyi açıklamadığına göre, diğer açıklama biçimlerine her zaman yer vardır. İnananları ise bu açıklamanın Tanrı olduğuna ikna etmekten daha kolay bir şey yoktur. Ancak Boşlukların Tanrısı kanıtlaması en azından bilimsel iddia olarak, söz konusu fenomenin bilimsel yollarla sadece bugün açıklanamaz olduğunu değil, doğal betimlemeye ebediyen baş eğmeyeceğini de gösteremezse iflas eder. Tanrı ancak onun bu fenomenin açıklanmasında zorunlu olduğu kanıtlanırsa –ve elbette bilimin bu fenomenin tamamen doğal veya maddi bir sürece dayanan akla yatkın bir açıklamasını veremeyeceği kanıtlanırsa– ortaya çıkabilir.
Bu okura yerine getirilmesi imkânsız bir koşul gibi gelebilir. Bilimin bugün için gizemli görünen bir olgunun “doğal” bir açıklamasını hiçbir zaman veremeyeceğini nasıl bilebiliriz? Ben bunun yüzde yüz kesinlikle değilse bile makul kuşku dahilinde mümkün olduğunu iddia ediyorum. Doğal olanın maddi olan ile tarihsel ilişkisini kullanarak, gözlemlendikleri takdirde, maddi kökenli olamayacakları makul kuşku ötesinde gösterilmiş olacak fenomenlere dair hipotetik örnekler vereceğim. Bütün açıklamalarda Tanrı’nın maddi olmadığı kabul edildiğine göre, bu tür fenomenlerin deneysel doğrulamaları Tanrı’nın varlığına, makul kuşkunun ötesinde, işaret ederdi.
Kimi bilim insanları doğal olan ile maddi olanın birleştirilmesine itiraz ederler. Onlara göre, gözlemlenebilir her fenomen (onların) tanımı gereği “doğal”dır. Kimilerine göreyse, sınanabilir her teori (onların) tanımı gereği “doğal”dır. Ben kelimelerin anlamları üzerinde bir uzlaşmaya varmanın zor göründüğü bu türden sonsuz tartışmalara girmemeyi yeğliyorum. Doğal ve doğaüstü sözcüklerini maddi olan ve maddi olmayan sözcükleriyle eşanlamlı kullanacağımı belirttim.
Vurduğunuzda geri vuran her şeye madde diyorum. Fiziğin maddesi budur. “Vurmak” derken, ışığı oluşturan fotonlar gibi parçacıkların nesnelerden geri sekmesini içeren evrensel gözlemi kastediyorum. Nesneden gözümüze ve diğer algılayıcılara “seken” parçacıkların ölçülmesi bize, gözlemlenen nesnenin maddeyle ilintilendirdiğimiz kütle, ivme ve enerji gibi özelliklerini verir. Bu ölçümler tümüyle maddi süreçler (fiziğin dinamik ilkelerini) içeren ve hepsi deneysel sınama ve yanlışlamaya açık olan modellerle betimlenir.[8]
Birçok biliminsanı doğaüstü olanın veya maddi olmayanın herhangi bir karşılaştırmalı yolla sınanamayacağını söyleyecektir. Gerçekten de, yakın dönemde bilimi evrimin inançlarını tehdit ettiğini düşünen muhafazakâr dini gruplarla karşı karşıya getiren ABD’deki siyasi kavgalarda, ülkenin önde gelen bilim insanları ve ulusal bilim örgütleri bilimin yalnızca doğal meselelerle uğraşabileceği yollu açıklamalar yapmış ve mahkemelerde bu yönde ifadeler vermiştir. Bu ifadeleriyle de bilimin başka seçenekleri göz önünde bulundurmasını engelleyecek denli dogmatik bir biçimde materyalizme bağlı olduğunu öne sürenlerin elini güçlendirmişlerdir.
Bu kitapta doğaüstü olan veya maddi olmayan birtakım süreçlerin standart bilimsel yöntemler kullanılarak deneysel olarak sınanabileceğini göstereceğim. Dahası, bu tür araştırmaların, makaleleri saygın bilimsel dergilerde çıkan, saygın kurumlarla bağlantılı saygın bilim insanlarınca yapıldığını ortaya koyacağım. Böylece bilimin doğaüstüyle işi olmadığını öne süren kimi bilim insanlarının ve onların ulusal örgütlerinin beyanlarının olgular tarafından yalanlandığı görülecektir.
Bilimin genellikle araştırmayı dünyaya dair nesnel gözlemlerle sınırlayan ve genellikle (ama göreceğimiz gibi, mutlaka değil) her olayın doğal açıklamasını arayan yöntemsel doğalcılık adlı ilkeye yöneldiği doğrudur. Bu ilke sıklıkla metafizik doğalcılık varsayımıyla karıştırılır. Metafizik doğalcılığa göre, gerçekliğin kendisi tümüyle doğaldır, yani sadece maddi nesnelerden oluşur. Çoğu fizikçi buna inanmakla birlikte bunu ispatlayamaz. Dahası, bu soru son tahlilde deneysel yargıya açık bilimsel bir soru olmadığından ispatlamaya çalışmalarına da gerek yoktur. Eğer öyle olsaydı, metafiziğe değil fiziğe ait olurdu.
Bu kitapta, Tanrı hipotezinin birtakım doğal, maddi fenomenleri ima ettiğini göstereceğim. Bu fenomenlerden herhangi birinin gözlemlenmesi onların akla yatkın tüm doğal, maddi betimlemelerini başarısız kılardı.
Bilim tarihini devrimler ve “paradigma değişimleri”[9] dizisi olarak betimleyen geçen yüzyılın felsefe
ve tarih literatürüne rağmen, madde ve maddi süreçlere ilişkin temel anlayışımız Newton’dan bu yana değişmemiştir– sadece süslenmiştir.[10] Bu ilkeleri ihlal ettiği, uzun zamandır maddeyle ilintilendirilmiş özelliklerden farklı özelliklere sahip olduğu gösterilebilecek herhangi bir şey, dünyayı yerinden oynatacak öneme sahip olurdu ve daha iyi bir terimin yokluğunda buna doğaüstü diyebilirdik.
Bugünkü bilimsel bilgimizin ışığında, duyularımızla ve bilimsel aletlerle gözlemlediğimiz evren sadece madde ve maddi süreçler uyarınca betimlenebilir. Düşüncede tutumluluk ilkesi, yeni olaylar karşısında en az yeni, en az denenmemiş hipotezde bulunan en basit modelleri aramamızı gerektirir. Bu yüzden, bilim insanlarının her yeni fenomen için öncelikle maddi bir açıklama arayacakları kesindir. Ancak her türlü maddi açıklamanın başarısızlığa uğradığı durumlarda, konvansiyonel fizik biliminin ötesine giden hipotezlerin deneysel olarak sınanmasının önünde de hiçbir engel yoktur.
TANRI İÇİN BOŞLUKLAR MI?
Bilimin eksikliğinin tek başına Tanrı’nın varlığını ispatlamaya yetmeyeceğinin farkında olan kimi teologlar ve teist bilim insanları şimdi bilimde, sadece doğal âlemin dışında varolabilecek bir varlığın doldurabileceğini söyledikleri boşluklar bulduklarını iddia ediyorlar. Bunlar son derece cüretkar bir önermede bulunuyorlar: Bilim birtakım fenomenleri açıklayamaz ve dahası hiç açıklayamayacaktır. Bu yeni “ispatlar” şu iddialara dayanıyor: Yaşamın karmaşıklığı tamamen doğal (maddi) olan süreçlere indirgenemez ve asla indirgenemeyecektir. Ayrıca şunu da öne sürüyorlar: Fiziğin sabitleri ve yasaları öylesine ince ayarlanmıştır ki bunlar doğal yollardan ortaya çıkmış olamaz ve fiziksel evrenin başlangıcı ve uyduğu yasalar doğaüstü müdahale olmadan “hiçlikten gelmiş” olamaz. İnananlar özenle kontrol edilen deneylerin sonuçlarını kullanarak bunların sadece maddi süreçlerle açıklanması mümkün olmayan madde ötesi bir âlemin varlığına yönelik deneysel deliller sağladığını savunuyorlar.
Bu iddiaların inanılırlığını değerlendirebilmek için “ispatlama yükünün” nereye ait olduğunun doğru olarak saptanması gerekir. Bu ispat yükü bilimin bazı fenomenleri asla doğal yoldan açıklayamayacağını, yani bunları sadece maddi öğeler ve süreçler içeren bir modelle betimleyemeyeceğini öne sürenlere düşer. Eğer var olan tüm bilgiyle tutarlı olan makul bir bilimsel model bulunabilirse, iddia çökecektir. Böyle bir modelin doğru olduğunun ispatlanması gerekmez; yanlış olduğunun ispatlanmamış olması yeter.
Bilimsel bilgideki boşlukları günün birinde doldurabilecek makul yollar bulabilirsek Tanrı’nın varlığına yönelik bilimsel argümanlar çökecektir. O zaman insanlar için halihazırda gözlemlenebilir olan fenomenleri betimlemek amacıyla kurduğumuz modellerin Tanrı’yı içermesi gerekmediği sonucuna varabiliriz. Elbette bu durum şimdiki insan gözlem alanının dışında kalan fenomenlerin açıklanması için gerekli olabilecek bir tanrının var olma olasılığını açık bırakacaktır. Bu tanrı gelecekteki bir uzay seferinde veya devasa bir parçacık hızlandırıcı deneyinde ortaya çıkabilir. Ancak bu tanrı insan yaşamında önemli rol oynayan bir tanrı olmayacaktır. O Tanrı olmayacaktır.
TANRIYA KARŞI DELİLLERİN İNCELENMESİ
Bilimin Tanrının varlığına yönelik deliller sunduğuna ilişkin kanıtlamaları değerlendirmek ödevimin sadece bir parçası. Bunu da büyük oranda Bilim Tanrı’yı Buldu mu? adlı kitabımda tamamladım. Burada ise esas olarak bilimin Tanrı’nın varlığına karşı deliller sunduğunu söyleyen daha az bilinen kanıtlamaları değerlendireceğim.
Bilimsel hipotez sınama yöntemini izleyeceğim. Tanrı’nın varlığını bilimsel bir hipotez olarak alacak ve bu hipotezin sonuçlarını çevremizdeki dünyaya ilişkin nesnel gözlemlerde arayacağım. Tanrı’nın deneysel olarak sınanabilen belirli özelliklere sahip olduğunu varsayan çeşitli modeller kullanacağım. Bu da şu demektir: “Bu özelliklere sahip bir Tanrı varsa, şu fenomenler gözlemlenebilir olmalıdır.” Belirli bir sınamayı geçememek, bu belirli modelin başarısızlığı olacak. Dahası, eğer fiili gözlemler, söz konusu ilahi varlığın yokluğunda beklenildiği gibi çıkarsa, bu durum, onun varlığına karşı ek bir işaret olarak kabul edilecek.
Başarısızlık ortaya çıktığında bile hâlâ gizli bir Tanrı’nın var olmasının mümkün olduğu savunulabilir. Bu mantıksal açıdan doğru bir önerme olsa da, tarih ve ortak deneyimlerimiz bize delil yokluğunun nihayetinde yokluğun deliline dönüştüğüne dair pek çok örnek sunmaktadır. Genel anlamda söylemek gerekirse, bir kendiliğe inanmak için elimizde herhangi bir delil veya neden yoksa, o kendiliğin var olmadığından emin olabiliriz.[11] Elimizde Kar Adam’a veya Loch Ness Canavarı’na dair delil olmadığından onların var olduğuna inanmıyoruz. Eğer elimizde Tanrı’ya inanmak için bir delil veya başka bir neden yoksa, Tanrı’nın var olmadığından emin olabiliriz.
1
MODELLER VE YÖNTEMLER
Bunca cehalet ve karanlık içinde insan anlayışına tek kalan kuşkucu veya en azından temkinli davranmak ve olabilir görünmeyen hiçbir hipoteze az veya çok teslim olmamaktır.
— David Hume
DELİL YOKLUĞU
Birçok teolog ve teist biliminsanı Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın Tanrısının varlığına veya en azından doğaüstü güçlere sahip bir varlığa dair delillerin bulunduğunu öne sürüyor. Ancak bu delillerinin, bilim insanlarının büyük bölümünü tatmin etmeye yetecek kadar ikna edici olmadığını da inkâr edemiyorlar. Gerçekten de, giriş bölümünde belirttiğim gibi, önde gelen Amerikalı bilim insanlarının ezici çoğunluğu Tanrı’nın var olmadığı sonucuna varmıştır. Peki, Tanrı varsa, nerededir? Filozof Theodore Drange, delil yokluğu kanıtlamasını formel olarak şu şekilde ifade eder:
1. Olasıdır ki, eğer Tanrı var olsaydı, varlığına dair sağlam nesnel deliller olurdu.
2. Ama onun varlığına dair hiçbir sağlam nesnel delil yoktur.
3. Öyleyse olasılıkla Tanrı yoktur.
Drange, delil yokluğu kanıtlamasının 1. öncülünü eleştirirken, Tanrı’nın nesnel delil kanalını kullanmayı seçmeyip bilgiyi doğrudan insan zihnine yerleştirmiş olabileceğine işaret eder.[12] Ancak onun ve başkalarının belirttiği gibi, bu türden bir ilahi varlık pek de vedûd bir Tanrı olmazdı; dünya üzerindeki, bu tür inanca direnmemiş inanmayanların varoluşu, onun varoluşuna karşı delildir.[13]Tanrısal gizlilik sorunu teologların yeteneklerini yıllar yılı zorlamıştır– neredeyse mutlak kudretli, mutlak bilgili ve mutlak iyi olan bir Tanrı’nın bu gezegende yaşayan insanların ve hayvanların bu kadar gereksizce ıstırap çekmesine nasıl izin verdiğini sorgulayan kötülük sorunu kadar. Bu sorunların ikisine de döneceğiz.
Ancak, sonsuz kudret ve bilgeliğe sahip hipotetik bir varlığın bilinmeyen niyetlerine bağlı kalmadan da, tanrısal özelliklere sahip bir kendiliğe dair nesnel delillerin elde edilebilmesi gerekir. Ne de olsa Tanrı’nın, dünyadaki her oluşumda belirleyici bir rol oynadığı kabul edilir. Durum buysa, bunun işaretlerini gözlerimizle, duyularımızla, özellikle de en hassas bilimsel aletlerimizle yaptığımız nesnel gözlemlerde kesinlikle görmemiz gerekir.
Büyük dinlerin kurucuları ve önderleri daima Tanrı’nın etrafımızdaki dünyada görülebileceğini iddia etmişlerdir. Örneğin, Aziz Paul, Romalılar 1:20’de şöyle der: “Dünyanın yaratılışından beri, Tanrı’nın görünmeyen doğası, yani ebedi kudreti ve uluhiyeti, yapılan şeylerde anlaşılarak açıkça görülüyor.” Biz de yapılmış şeylerde Tanrı’nın delilini arayacağız.
BİLİMSEL DELİLİN DOĞASI
Özgül verileri incelemeden önce, “bilimsel delilin” neden oluştuğuna bakalım. Burada kendimi mevcut bilginin ötesine geçen sıradışı bir iddianın geçerliliğini tesis etmek için gerekli olan delillerle sınırlayacağım. Böyle bir şey için sıradan bir iddia için aranandan çok daha yüksek bir standart koyulması gerektiği açıktır.
Örneğin, günde 81 miligram aspirin almanın kalp krizi ve felç riskini azaltacağı sıradan bir iddia sayılabilir. Bu sıradan bir iddiadır çünkü elimizde böyle bir etkinin kanın hafifçe seyreltilmesiyle elde edilebileceği yönünde akla yatkın bir mekanizma mevcuttur. Buna karşılık, böyle bir tedavinin AIDS için kullanılabileceğini iddia etmek, sıradışı bir iddia olurdu. Herhangi bir güvenilir, akla yatkın mekanizma olmadığından, bu durumda birincisinden çok daha fazla onaylayıcı veriye gerek duyardık.
Gerçekleşen rüya örneklerini aktaran öyküleri sıkça duyarız. Bunlar, zihnin bilinen fizik kapasitelerinin ötesine uzanan bir güce sahip olduğunu ima ederler. Oysa bu durumda, milyonlarca başka rüyanın gerçekleşmediği gerçeğini göz ardı eden güçlü bir seçme süreci devrededir. Aksi kanıtlanmadığı sürece en başta bertaraf edilmesi gerekecek makul açıklama, söz konusu rüyanın bu tür dramatik sonuç vermeyen pek çoğu arasından “şansına” gerçekleştiğidir.
Peki, şans veya diğer yapay olgular nasıl bertaraf edilir? Bilimsel yöntemin işi budur. Yüzlerce deneğin her sabah kalkar kalkmaz rüyasını kaydettiği kontrollü bir deney yürütebilirdik. Ardından çıkacak sonuçtan hiçbir beklentisi veya çıkarı bulunmayan bağımsız araştırmacılar elde edilen verilerin özenli bir istatistiksel analizini yapardı. Bu sayede rüyaların sonuçlarının, piyangoda kazanacak numara gibi basit ve niceliksel bir şey olup olmadığını görebilirdik. Daha sonra da bu sonuçları, kolayca hesaplanan şans eseri olabilecek beklentilerle karşılaştırabilirdik.
Aşağıda bilimsel topluluğun sıradışı iddiaları değerlendirmede başvurduğu kurallardan birkaçını sıralıyorum. Liste tam değildir; bilim insanlarını ve filozofları bütünüyle tatmin edecek, resmi bir bilimsel yöntem listesini hiçbir yerde bulamayız. Bununla birlikte, bilimde sıradışı deneysel iddialara dair deneysel delil iddialarını değerlendirmemize şu beş koşul yeterli olacaktır:
1. Çalışma protokolleri tüm hata olasılıklarının değerlendirilebileceği şekilde açık ve kusursuz olmalıdır. Mümkün her bir hata kaynağını belirleme, bu kaynakların nasıl asgariye indirildiğini açıklama ve her bir hatanın etkisinin niceliksel tahminini yapma yükü, çalışmayı gözden geçirenlere değil, araştırmacılara aittir. Bu hatalar (deneysel düzenekteki yanlılığa atfedilebilen) sistematik veya (şans dalgalanmalarının sonucu olan) istatistiksel hatalar olabilir. Tüm hatalar beklenen etkinin kaynağı olamayacak kadar küçük olmadığı sürece yeni bir etkiden söz edilemez.
2. Sınanan hipotezler, veriler alınmaya başlamadan önce açıkça belirlenmeli ve süreç ortasında veya verilere bakıldıktan sonra değiştirilmemelidir. Özellikle, verilerin ilginç ama beklenmedik sonuçlar verdiği durumlarda hipotezlerin bunlara uyacak şekilde değiştirildiği “veri madenciliği” uzak durulması gereken bir tavırdır. Bu, ok nereye vurursa orayı “bull’s eye” olarak boyamaya benzer. Bu, örneğin astronomide olduğu gibi, ayrıksı fenomenler için birtakım tetkik niteliğinde gözlemlerin araştırılamayacağı anlamına gelmez. Ama bunlar hipotez sınamada kullanılmaz. Yeni hipotezlere yol açabilirler, ama o zaman da bu hipotezlerin, anahatlarını verdiğim protokollere göre bağımsız olarak sınanması gerekir.
3. Çalışmayı yürüten, yani verileri