Başkalarının Tanrısı | Mine Söğüt


“Ne doğumumuz ne ölümümüz ne de doğumla ölüm arasında can çekişerek sürdürdüğümüz hayatlar bize ait. Başkalarının isteklerinden doğuyor, başkalarının istediği gibi yaşıyor ve başkaları yüzünden ölüyoruz. Bizim sandığımız hayat bizim değil, bizim sandığımız beden bizim değil…” Karanlık geçmişi tuhaf olaylarla dolu, bacakları dizlerinden kesik yaşlı Efsun Abla… Kim olduğunu hatırlamayan, hafızasını yitirmiş Adnan Abi…Sokaklarda orospuluk yaparak para kazanan toksikoman Hülya…Bir sabah uyanıp düzenini, evini, ailesini, işini terk ederek sokaklardaki tekinsiz hayata karışan, kafası karışık şair Musa…Ve çöpte bulunmuş bir bebek, Matruşka… Her biri kendi zorlu sorularıyla baş etmeye çalışan ve kucaklarındaki kimsesiz bebekle şehrin sokaklarında kendilerine barınacak bir delik arayan bu dört insan, bilinmeze doğru sürüklenen hayatlarıyla en sert gerçeklere işaret eden uçurumların kıyısında dolanıyor.

Onlar her şeye karşın ayakta kalmakta inat edip şehri kuranların ve yıkanların kimliğini sorgularken, okuru da kendi kimliğiyle yüzleştiren sorular denizine açılmaya davet ediyor. Başkalarının Tanrısı’yla Mine Söğüt biri bebek beş sokak insanının yarı hayal yarı gerçekçi hikâyesiyle, yanından geçip gittiğimiz ve görmezden geldiğimiz insanların tanrısına, dolayısıyla da sözümona medeniyetimizin temellerine dair acımasız bir sorgulamaya girişiyor.

1

Sabahın erken saatlerinden beri şehrin üzerini kaplayan yoğun sis yeni dağılmış. İptal edilen vapur seferleri tekrar başlamış. İnsanlar, büyük bir felaketten kaçar gibi itişerek iskeleye doğru koşturuyorlar. Ben öylece duruyorum. Benim ne geç kaldığım bir işim var, ne de bir telaşım. Vapur iskelesinin yanındaki taşlığa çömelmiş karşı kıyıya, o görkemli saraya bakıyorum, yanımdan geçen insanlar saatlerine bakıyorlar. Ben o sarayın bir zamanlar birilerinin evi olduğunu düşünüyorum, onlar evlerine dönme saati geldiğinde vapurun çalışıp çalışmayacağından endişeleniyorlar.

Ben doğumu ve ölümü düşünüyorum, onlar hayatta kalmanın yolunu. Benim aklımda olanlar ve olmayanlar, onların aklında olacaklar ve olmamışlar. Ben hep şimdiki zamandayım, onlar hep gelecek zamanda. Bu mudur hayat Efsun Abla? Efsun Abla’dan cevap yok. Kucağında paket paket kâğıt mendil, tekerlekli sandalyesinde uyukluyor. Mendil alanların onu uyandırmadan usulca kucağına bıraktıkları metal paraların üzerine düşen ışık, çiçekli elbisesinin yakasındaki teneke broşa yansıyıp parlıyor. Bu noktada daha önce çömelmiş, vapurlara, karşı kıyıya, saraya, köprüye, camilere, martılara ve denizanalarına bakarak tuhaf şeyler düşünmüş, dilenmiş, kendisini acındırmış, dünyayı umursamamış, herkesin utandığı şeylerden utanmamış, herkesin yaşadığı şeyleri yaşamamış bizim gibi insanların ve bizlere bakan ve bizlerin yanından geçip giden ve bizlere karşı acımayla öfke arası duygular besleyen başkalarının varlığının ebedîliği bir bulut gibi tepemizde. O bulutun gölgesinde durmaksızın hissettiğim biz ve onlar hissi bana şu an iyi geliyor. Bizim bakacak bir saatimiz, gidecek bir işimiz, faturalarını ödemekle yükümlü olduğumuz bir evimiz, başlarına bir şey gelmesinden korktuğumuz bir ailemiz, inandığımız bir tanrımız… yok mu gerçekten? Yok. Benim epeydir yok. Ama bir zamanlar vardı. Efsun Abla’nın? Ondan emin değilim.

2

“Ne sayıklıyorsun yine Musa?”
“Ne sayıklıyorum Adnan Abi?”
“Şairrrrr köpek… Ölmedin yine dirildin di mi?”
“Dirildim Efsun Abla.”
“Ablan kurban olsun sana!”
Ablam kurban olur mu bana?

Olmuyor. Yüz yaşındaki, bin yaşındaki, dünyanın yaşındaki Efsun Abla’dan hiçbir şey olmuyor. Kahvedeyiz. Kahve okyanusta bir ıssızlık. Kimseye ait olmayan bir yer. Ne bana ne Adnan Abi’ye ne Efsun Abla’ya. Öyle. Bir başına. Kahvenin ahşap duvarlarında rengi solmuş eski posterler. Posterlerde hiçbirimizin gitmeyeceği dağlar, denizler, göller, dereler. Çalışmayan iki saat, biri guguklu. Çay ocağının arkasındaki raflarda kenarları kırık fincanlar, kenarları kırık cam bardaklar. Tahta masalarının üzerinde bin bir leke. Pencerelerinin ahşabı harap. Camlarındaki kırıkların boşluğuna gerilmiş naylonlar, kahvenin sigaradan yorgun ciğerleri gibi, uğul uğul. İçerisi kömür kokuyor ve hiçbir zaman gerçekten ısınmıyor. Burası herkesin vazgeçtiği bir yer. Her şeyin gözden çıkarıldığı bir kuytu. Bu sayede akşamları burada barınabiliyoruz. Müşteriler gittikten sonra, el ayak çekilince deliklerinden çıkan böcekler gibi, ateşi korlaşan ve usul usul kül olan sobaya yaklaşıyoruz. Üşümekle ısınmak, donmakla çözülmek, var olmakla yok olmak arasında kendimize bir yer buluyoruz.

Bu kahve bize bazen bir rahim, bazen de bir mezar. Kuytusunda saklanıyoruz, çürüyoruz, kokuşuyoruz ama bir şekilde yaşıyoruz. Şehir üzerimize geldikçe bu deliğe kaçıyoruz. Bize ne “gel” diyen var ne “git”. Yokmuşuz gibi. Ya da hep buradaymışız gibi. Yokluğumuzla varlığımızın birbirine bu kadar yakın olduğu tek yer. Bu kahve her yer. Her sabah burada doğuyoruz ve her akşam burada ölüyoruz. Sabahtan akşama bin ömrü burada tüketiyoruz. Kahvenin tahta sandalyeleri gibi, tahta masaları gibi, taş zemini ve ahşap duvarları gibi, kirli tavanı gibi, gıcırdayan kapısı gibi, asla tam olarak kapanmayan pencereleri gibi, galvaniz sobası gibi, lodoslarda içeri içeri tüten bacası gibi, plastik çay tabakları gibi, ince belli cam bardakları gibi, bakırı kararmış cezveleri gibi, kaymaz tepsileri gibi, demirbaşıyız buranın. Ben, Efsun Abla, bir de Adnan Abi. “Bizden sonra tufan,” diyor Efsun Abla. “Bizle birlikte tufan,” diyor Adnan Abi. “Tufan?” diyorum ben. Aralarında yeniyim, onların bildikleri bir sürü şeyi bilmiyorum. “Yıkılacak bu kahve,” diyor Adnan Abi. “Yıkılacağız hepimiz,” diyor Efsun Abla. Üçümüz de ciğerlerimize derin birer nefes çekiyoruz. Üçümüz de o içimize çektiğimiz nefesi biraz tutuyor, hemen geri vermiyoruz. Adnan Abi çay ocağında duruyor, hatta orada uyuyor. Ben hep sobanın çaprazındaki masada oturuyorum. Efsun Abla’nın tekerlekli sandalyesi kapının solundaki pencerenin önünde. Bazen o pencereden hep birlikte dışarı bakıyoruz, bazen içeri.

Dışarıda başımıza gelenlerden ve içeride başımıza gelmeyenlerden müteşekkil güvenli varsaydığımız bir hayatı paylaşıyoruz. Hepimizin geçmişinde yarım yamalak bir gerçeklik ve bolca hayal var. Anlattığımız hikâyelerden birbirimizi yarım yamalak tanıyoruz. Hepimiz birbirimizin hikâyelerine, hiç sorgulamadan, olduğu gibi inanıyoruz. Bizi bir arada tutan tek şey bu inanç. Aramızdaki bağ aslında pamuk ipliğine bağlı. Birimiz sussa, anlatmasa, kopar. Kopmuyor daha. O incecik bağın gücüne şaşırmadan, sanki her şey olağanmış gibi hep birlikte yaşıyoruz ve her şey ama her şey hakkında durmadan konuşuyoruz. En çok da Efsun Abla’nın bacaklarını konuşuyoruz. Onun bacakları kesik. Tam dizlerinin altından. Bedeninden aşağıya doğru iki sarkıt gibi uzanıyorlar. Yere varamamanın havailiğiyle boşlukta sallanmaktalar ve bacakları iki dizinin altından ayaklarına bağlanan, yani bedeni tam olan insanlara, yani bize, hepimize, kendisinden başka herkese, bastığımız yeri terbiye heveslisi birer devasa parmak gibi gösterircesine, havada tık diye kalmaktalar. Uçlarında, insan bedenini hiç beklenmedik bir yerde sonlandırmanın görkemli kibri.

Efsun Abla kesik bacaklarına “uçlarım” diyor.
Uçlarımı tut.
Uçlarım yara oldu.
Uçlarım acıyor.
Uçlarıma çaputlar bağla.
Uçlarımdan öp beni.
Uçlarımı kucakla.

Bacaklarının neden kesik olduğunu soranlara, dudaklarının arasında sönmüş bir izmarit, verdiği cevap hep aynı.
“Sigaradan.”Sigaradan değil. Kendisi kesmiş. Birkaç yıl önce. Devran yüzünden. Devran için. Devran’a rağmen. Devran, onu pek de sevmeyen bir adam. Öyle diyor Efsun Abla. Başlarda deli gibi âşıkmış Efsun’a. Efsun da ona.

Devran sence yakışıklı mı Efsun Abla?” “Ondakine yakışıklılık denmez. Şeytan tüyü denir.” “Peki bendekine ne denir?” “Sen yakışıklısın şair. O senin gibi değil. O daha çok benim gibi.” Devran. Daha tanımadığım, benden bile genç bir adam. Çok yakında tanışacağız. Ve ikimiz de tanıştığımıza pişman olacağız. “Demek bacaklarını Devran yüzünden, Devran için, Devran’a rağmen kendin kestin Efsun Abla?” Hâlâ ama hâlâ deli gibi âşık olduğu genç sevgilisi artık onu erkeklere satmasın diye kesmiş. Uzun uzun hesap yapmış. “Ben,” demiş, “bu bacakları keserim,” demiş. “Bacakları kesik yaşlı bir orospu artık para etmez,” demiş. “Devran beni ona buna peşkeş çekmez,” demiş. “Bir tekerlekli sandalye alırız,” demiş. “Sokaklarda dilenirim ben,” demiş. “Eve daha çok para getiririm,” demiş. “Devran beni daha çok sever,” demiş. “Bu yaştan sonra dilenmek sevişmekten daha az yorar,” demiş. “Sevdiğim adam da biraz beni sevsin artık,” demiş. Hepsini bir bir hesap etmiş. Ama bacakları olmayan ve erkeklere satılmayan yaşlı bir kadının genç sevgilisinin ilgisini tamamen kaybedeceğini, bir tekerlekli sandalye alındıktan sonra genç adamın onu o sandalyeyle sokağa atacak kadar gaddarlaşabileceğini hesaplayamamış. “Hesaplayamadım be Musa.” Hesapla be Efsun Abla! Bir şeyi de hesapla şu hayatta! Mesela sana âşık olabileceğimi hesapla.

Evet, bacakları olmayan ve yaşı yaşımın iki katı olan, zargana gibi zayıf ve yarı kaçık bir kadına âşık olabilirim ben. Farkında değilsin. Sana ne zaman baksam, entarin sıyrılıyor hafiften. İçinde bir kötülük yok biliyorum ama benim var Efsun Abla… Benim içim sana fena.

Benzer İçerikler

Düş Hırkası

yakutlu

KADIN TUZAKTIR- A. VAHAP KAYA

yakutlu

Son Hafriyat & Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy