Bedel | Berat Beran | Birazoku


“Seydo, karşısına nereden ve nasıl çıkacağını bilmediği düşmanına karşı tedbir olarak neler yapabileceğini düşündü ama ne yapabilirdi ki! Birkaç metreden gelecek bir kurşunu nasıl durdurabilirdi? Hamo Ağa bir çocuğun kurşununu durdurabilmiş miydi? Öyleyse bedel ödenecekti.”

Törenin baskısı, kan davasının acımasızca inatla sürdürülme çabası… Bütün bunlara direnen ve boyun eğmeyen Seydo’nun örnek alınacak serüveni… Kabuğunu kırarak yepyeni bir insan olmaya adım attığı anda kendini nelerin beklediğini bilmiyordu Seydo… Acı… Aşk… Şiddet… Şaşkınlık… Dostluk… Destek… Dayanışma… Hepsini yaşadı, her şeyi deneyimledi. Yaşadığı her şey onun yenileşme, dönüşme yoluna döşenmiş taşlardı…

Toplumsal baskıya boyun eğen, kan davasının acımasızca ve inatla sürdürülmesine direnemeyen Seydo’nun yepyeni bir insan olması mümkün mü?

Teşekkür

Bu kitabın hazırlanmasında büyük emekleri geçen Berko
İlaç Yönetim Kurulu Üyesi ve Kurumsal İletişim Direktörü
kızım Eylem Beran’a, asistanım Saliha Tekin’e ve Berko İlaç
Kurumsal İletişim Yöneticisi Fidan Akur’a, ayrıca psikiyatrist Dr. Başak Özçelik’e teşekkür ederim.
Diyarbakır bölge kültürü hakkında bilgisinden faydalandığım kıymetli eşim Muazzez Beran’a teşekkür ediyorum.

Sunuş

Kendilerini törelere kilitleyenler, kendilerini
tanımadan ölürler.

Murathan Mungan, Geyikler Lanetler

Bedel, yüzlerce yıldır sürüp giden geleneklerin baskısının, acımasız töre kurallarının sarıp sarmaladığı kadim topraklardan etkileyici bir değişim, dönüşüm öyküsü. Ölümle sonuçlanan kan davası vakaları, töre gerekçesiyle katledilen gencecik bedenler, söndürülen hayatlar, bazıları için gazete haberlerine, televizyon dizilerine konu olmaktan ibaret sıradan yaşam kesitleridir. Aslında yaşanan gerçeklik, sosyal hayatı altüst eden, insanların geleceğini karartan, korkunun hâkim olduğu çağdışı gelenekleri inatla sürdürme çabasıdır.

Feodal ilişkilerin ve ataerkil düzenin sürdüğü kapalı toplumlarda yaşanan kan davalarını ve töre cinayetlerini, tarihsel ve sosyolojik faktörleri dikkate almadan değerlendirmek imkânsızdır. Gencecik insanları öç almaya teşvik etmek, namusun temizlenmesinin “şeref meselesi” olduğu yönünde baskı yapmak, o bireye kapkaranlık bir gelecek sunmaktan başka bir şey değildir. Bu noktada en temel eksiklik kuşkusuz eğitimsizliktir. Eğitim kişilerin tutum ve davranışlarını, sosyal ilişkilerini olumlu etkileyen faktörlerin başında gelir. Eğitim düzeyinin artması ve evrensel insanlık değerlerinin kavranmasına paralel olarak kan davaları ve töre cinayetleri meşruiyetini kaybedecektir.

İşte Bedel’in kahramanı Seydo da genç yaşta kurban seçiliyor ve üstüne düşeni yerine getiriyor. Geleneklerin acımasız baskısına boyun eğen Seydo, yaşadıklarını sorgulayıp değişip dönüşmeyi seçse de bunu başarabilir mi? Binlerce yılın tortusu bir anda silinip atılabilir mi? Kaç kişi doğup büyüdüğü toprakları gözünü kırpmadan terk edip yepyeni bir hayata yelken açabilir? Acılı ve sancılı bir değişime kaç kişi katlanabilir? Savaşmak yerine barışmayı, zulmetmek yerine vicdanın sesini dinlemeyi seçmek her zaman mümkün. Berat Beran’ın efsanevi dengbejlerin coşkun öykülerini andıran akıcı anlatımıyla, çarpıcı gözlemlerini ve deneyimlerini aktardığı Bedel, sürprizli sonuyla bize yepyeni bir insanlık hikâyesi sunuyor. Yolu açık, okuru bol olsun.

Çiya Köyü 

Çiya Kürtçede dağ demektir. Köyün adı da dağ köyü anlamına geliyordu. Köy, isminin aksine dağ köyü değildi çünkü bu bölgede dağ yoktu. Yüksek bir tepenin üstünde de değildi. Köy ne bir dağın eteğine, ne de üzerine kurulmuştu. Zamanında kimin, neden dağ ismini koyduğu bilinmiyordu. Mezopotamya’daki ve Irak yöresindeki Kürtlerin ataları dağlarda yaşadığından, seçtikleri “Çiya” ismi basit bir hasret giderme yoluydu belki de. Bugüne kadar ne köylüler ne de misafirler asla böyle bir konuyu gündeme getirmemişlerdi. Kimse kimseye “Bu dağ nerede” diye sormamıştı.

Herkes halinden de köyün isminden de memnundu. Ancak köyü görmeyenler sorsalar cennet neresidir diye, kendilerine Çiya köyü gösterilse yalan olmazdı. Köyün üst tarafındaki büyükçe bir kayalık bölgeden çıkan su kaynağı tepeden aşağı iner, köye vardığında çatallaşıp köyün içinde iki koldan akarak yoluna devam eder ve aşağıda küçük bir gölet oluştururdu. Bu hikmet Çiya köylülerine Tanrı’nın bir lütfu ve kıymetli bir hediyesiydi. Neden mi? Çünkü küçük bir derenin yaratacağı hayat, binlerce dönüm arazinin yarattığı değerden katbekat üstündü. Çiya köyünün arazileri susuzdu. Kilometrelerce genişlikteki ovanın ekilen tek ürünü buğdaydı. Susuz topraktan başka bir ürün elde etmek mümkün değildi. Ancak buğday ekimi de Allah’a kalmıştı. Yağmur yağarsa ekin olur, yoksa yanardı; çok yağarsa ekin zarar görürdü. Gerçi köylü de bunun bilincindeydi, devamlı gökyüzüne bakarak “İşimiz Allah’a kalmış” diye avunurdu. Ekinin verimli olmadığı zamanlar ektikleri tohumu bile elde edemezlerdi. Oysa bu kadar geniş topraklar değil bir köyü, on köyü beslerdi.

Susuz ve kurak köyler ekonomik olarak da sosyal ve kültürel olarak da gelişemezdi. Büyük toprakların mutlaka hem ağası hem de şeyhi olurdu. Bu iki iş birlikçi, köyün ve köylünün her şeyine karışırdı. Ağa ekonomiyi, şeyh de inancı istediği gibi yönlendirirdi. En gerici ve tutucu köyler böyle köylerdi. Ancak o dönemlerde özellikle Harran Ovası’nda kuyu açarak az da olsa sulama yapılabiliyordu. Fakat elektrik giderleri çok fazla olduğundan pek randıman alınamıyordu. Bazıları kaçak elektrik kullanarak devam ediyordu ama devlet fark ettiği zaman zor durumda kalıyorlardı. Bütün bunların yanında Çiya köyünün tepeden gelen kaynak suyu ve köyün içinden geçen iki dere kurumuş damarlara verilen kan gibiydi. Derelerin kenarlarında ve bahçelerde Allah’ın yarattığı havanın ve toprağın izin verdiği ne kadar meyve varsa yetiştiriliyordu.

Köylü kendi ihtiyacını temin ettiği gibi bu ürünlerden geçimini bile sağlıyordu. Ayrıca göle Devlet Su İşleri balık yumurtası attığından bu küçücük göl Çiya köyünü balıkçı köyü haline getirmişti. Kısa bir müddet sonra çevreden ve Diyarbakır’dan arabalar köye akın etmeye başladılar. İşin ciddiyetini anlayan köylüler yasak koyarak engellemeye çalıştılar. Özellikle Diyarbakır’ın meşhur “Öküzgözü” cinsi üzümü şarap üretiminde meşhur olunca ekim alanlarını genişlettiler. Dereden borularla asmalara su getirdikleri için bağlar hem daha verimliydi hem de ciddi bir kazanç kapısı oluşturuyordu ve köyün ekonomisine epeyce katkı sağlıyordu. Kış aylarında hasat kalkmadan köylüler üzüm satmaya başlamışlardı. Diyarbakır’ın “Öküzgözü” ve Elazığ’ın “Boğazkere” üzümleri o kadar popülerleşti ki zamanla iki üzüm cinsi birleştirilerek “Selection” diye nitelendirilen pahalı ve güzel bir şarap ortaya çıktı.

Bunun yanında pekmez üretimi de pek revaçtaydı. Neden mi? Üzümler ince kabuklu ve bol sulu olduğu için çok iyi pekmez ve tatlı cevizli sucuklar yapılıyordu. Çiya köyünün çocukları diğer köylü çocuklarına göre daha kanlı canlı görünüyorlardı. Bütün kış okula giderken bir fincan pekmez içmeden kapıdan dışarı çıkmıyorlardı. Akşamları bazen pekmezi tereyağıyla kaynatarak veya içine yumurta kırarak kaygana yaparlardı. Bazen de yatmadan önce ceviz, pestil veya cevizli sucuk yenirdi. Çocukların yüzüne fiske vursan kan damlayacak gibiydi.

Diyarbakır’ın Karahübür diye tanımlanan meşhur dutları da bu topraklarda en verimli haliyle kendini gösterirdi. Hevsel Bahçeleri’ndeki dut ağaçları kesildiğinde bu dutlar çok daha kıymetlenmişti. Çiya köyünün Karahübür dutları Diyarbakır sokaklarında, “Karahübür” diye nara atılarak satılırdı. Bütün köy hem de organik olarak sebze ve meyvelerini bu bahçelerden temin ederdi. Temmuz, ağustos ayında sıcaklık 40-50 dereceye çıktığından, güneşin altında kızaran domatesi kestiğinizde kokusu bütün bahçeye yayılırdı. İşte bu kurak topraklarda Çiya köyüne bu iki dere hayat verirdi. Bütün bunlara rağmen köylü evini bahçeye değil de bahçenin dışında yapardı. Bahçede yaşamaya nedense alışık değillerdi. Kendilerini açıkta daha güvende hissediyorlardı. Yazın damların üstüne kurdukları, taht denilen döşeklerde yatarlardı.

Döşeklerin dört köşesine birer sırık dikip beyaz patiskayla sarınca dışarıdan görünmez olurdu. Adını “sıtara” koydukları bu tahtta yatanlar, uyuyana kadar gökyüzünü ve yıldızları çıplak gözle seyrederlerdi. Bugün de bu alışkanlık devam ediyor, ancak her yaz Güneydoğu’da onlarca kişi damdan düşüp ölüyor, 400-500 kişi de yaralanıyor. Çiya köyünün sebze ve meyvelerinin çok lezzetli ve verimli olmasının nedeni toprağa dökülen kuş gübresiydi. Bunun bilincinde olan Çiya köylüleri diğer köylere nazaran kuş gübresine daha çok önem veriyorlardı. Kuşların gelip yuva yapması için tepelere borahana denilen yapılar kurmuşlardı. Borahanalar, kuş gübresi elde etmek için inşa edilmiş birçok küçük bacadan oluşan kerpiç yapılardı.

Duvarlara küçük pencereler açılır ve kuşlar bu küçük pencerelerden yuvalarına giderlerdi. Vahşi hayvanlardan korunmak için pencereler ancak bir güvercinin geçebileceği boyutta olurdu. Sonra burada toplanan güvercin dışkıları sebze ve meyvelere gübre olarak kullanılırdı. 50 kiloluk Diyarbakır karpuzu ancak bu gübre ve yakıcı güneşle bu kiloya ulaşabilirdi. Kuş gübresinin adına “koga” denirdi ve çok makbuldü. Aynı anadan doğan ve ikiz kardeş gibi beraberce sallana sallana akan dereler köyün bitiminde hasretlerini sonlandırıp bu gölette iki sevgili edasıyla buluşuyorlardı. Buna en çok köyün çocukları seviniyordu. Bölgede Dicle Nehri’nin geçtiği yerlerde, Dicle çocukları dediğimiz bu çocuklar yüzmeyi nehirlerde öğreniyorlardı. Suyun bol olduğu dönemlerde can kaybı ne yazık ki hayli fazla olurdu. Çünkü çocuklar hiçbir tedbir ve eğitim almaksızın nehirlerde hem yüzmeyi öğrenir hem de korkusuzca yüzerlerdi.

Çiya köyündeki bu iki derenin çıktığı kaynak siyah bazalt taşlı kayalardan oluştuğundan bu derelere “Çemê ReşKara Dere”, aşağıdaki gölete de “Golâ Reş-Kara Göl” adı verilmişti. Suyu içme suyu kadar temiz ve berrak olan bu gölet hiç de ismiyle uyumlu değildi. Çocuklar yüzerken hem göle işerler hem de gölden su içerlerdi. Kimse kimseye işediğini söylemezdi. Sonraları “Balıklar haram olur, sakın işemeyin” diye sıkı sıkı tembihlendikleri için göletten çıkıp ağaçların altına işemeye başladılar. Balıkların temiz olduğunu akşam yemekte babalarına anlatır, işemediklerine yemin ederlerdi. Her türlü oyunun oynandığı bu çocuk dünyasında hiçbir küçük veya büyük oyunda görülmemiş ilke ve prensipler vardı. Bu prensiplere bugüne kadar komşu vilayetlerde bile rastlanmamıştır. Şöyle ki; iki çocuk bilye oynarken çocuklardan biri diğerinin tüm bilyesini kazanırsa, bilyelerini kaybeden çocuk rakibine “Benim çurumu ver” diyebilir.

Bu durumda kazanan çocuk bilyelerin yüzde 15-20’sini kaybedene iade etmek zorundadır. Kaybettiği bilyelerin bir kısmını geri alan çocuk isterse oyuna devam edebilir. Diğer çocuk oynamamazlık edemez. Tekrar oynayan çocuklardan ilk kazanan çocuk geri verdiği bilyeleri tekrar kazanırsa ikinci kez kaybeden çocuk “çurukur” olur. Yani kesin olarak tüm bilyelerini kaybeder, ancak kazanırsa hayatta ikinci bir şansı olur. Kurallar çok katıdır, kazanan çocuk kaybedene çurunu vermezse mahallede mimlenir ve kimse onunla oynamaz. Hangi ülkede bir çocuk oyununda bu kadar felsefi ve insani bir düşünce vardır? Bunu çocuğa öğreten anne-baba da çocukken bunu yaşamıştır. Bugün hangi ticari yasada böyle bir yardımlaşma yer alır? Hangi büyüklerin kurallarında bu vardır? Diyarbakır çocuk oyunlarındaki bu insani felsefe bugün bile devam ediyor.

Benzer İçerikler

Deli Kurt | Hüseyin Nihal Atsız

yakutlu

Beyin Bağırsak Bağlantısı – Emeran Mayer – Online Kitap Oku

yakutlu

Benim Küçük Şaheserim | Mert Ofluoğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy