“Bedia, efendim!” dedi. “Dedem koymuş bana bu adı. Trenle geçerken Toros Dağları’nın güzelliğine bakıp hayran olmuş da, ‘Bir doğa harikası bu, bir bedia,’ demiş. Sonra beni kucağına almış, ‘Benim torunum da doğa harikası… Adını Bedia koyacağım!’ demiş, üç kez kulağıma, Bedia, Bedia, Bedia diyerek adımı koymuş.”
Bedoş’ta Kemal Bilbaşar, öğretmen olmayı kafasına koyan Bedia’nın çocukluk ve ilkgençlik yıllarını anlatırken Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarının İstanbul’undan kesitler de veriyor. Bedoş’un Arnavut kökenli annesi Başo Hanım, Çerkes kökenli babası Memduh Bey ve kardeşleri Leman ve Fethi’den oluşan ailesinin bu sıkıntılı yıllarda ayakta kalma mücadelesini izlerken başarıyla çizilmiş ikincil tiplerle de karşılaşıyoruz.
1
Bedoş’un annesiyle babası
nasıl evlendiler
Bedoş’un annesi, Adana Kadısı Nimetullah Metin Roşi’nin en küçük kızı Başo idi. Kadı efendi Arnavut’tu. Libohova’lı zenginlerin oğlan çocukları çoğunlukla İstanbul’da okurlar, kadı ya da avukat olurlardı. Nimetullah Metin Roşi de bunlardandı. Birçok sancaklarda çalıştıktan sonra Adana’ya atanmıştı. Buraya geldiklerinde Başo, on beş yaşlarındaydı. Kızıla çalan gür saçları, bal rengi iri gözleri, fildişi teniyle akranları arasında ay gibi parlamış tı. Güzelliği az zamanda Adana konaklarında dillere destan oldu. Birçok zengin anneler “Arnavut kadının güzel kızı”nı oğullarına alma hevesiyle yarışa giriştiler. Ne var ki, kadı efendi, Türkçe bilmeyen kızını Türk’e verip mutsuz etmek istemediğini ileri sürerek evlenme önerilerini hatıra gönüle bakmaksızın geri çeviriyordu.
Kadı efendigille bir sokakta oturan Hapishane Mü dürü Halit Efendi’nin karısı Gülendam Hanım da Başo’yu biricik oğluna almayı kuruyordu. Gülendam Hanım, bu konuda, eski kocası Adana Valisi Kürt Bahri Paşa’nın nü fuzuna, bir de oğlunun yakışıklılığına güveniyordu. Ee… hakçası oğlu Memduh, Adana’nın en gösterişli delikanlı larındandı. At üzerinde pırıl pırıl çizmeleri, yana yıkılmış astragan kalpağıyla sokak başında görüldü mü, mahallenin bakire kızları da, taze gelinleri de cumbalara üşüşürler, ona olan tutkunluklarını, “ah”lar, “of”larla duyurmaya çalışırlardı. Ama sevgili oğlu Memduh, atını mahmuzlayıp şahlandırarak bu sevdalı kadınların yüreğine daha bir coşku katmaktan öte bir ilgi göstermiyordu onlara. Elbette göstermeyecekti. Memduh da Arnavut kadı kızının sevgisiyle yanıp tutuşmaktaydı. Eve erken geldiği bir ak şamüstü, başını örtüp bahçe kapısından kaçan kadı kızı nın al topuklarını gördüğü an bu ateş düşmüştü içine. O günden sonra Başo hakkında bilgi almak için kız kardeş lerini sorguya çekmiş, onun kızıla çalan gür saçları, iri bal rengi gözleri, fildişi teni, balık gibi vücudu olduğunu, Türkçeyi çocuklar gibi yarım konuştuğunu öğrenmiş, bu bilgiler tutkusunu artırdığından onu dünya gözüyle görme hevesine kapılmış, kız kardeşleri de, iyi komşuluk iliş kileri nedeniyle günde birkaç kez evlerine uğrayan Başo’ yu, ona başörtüsüz gösterme olanağını sağlamışlardı. Ne ki yüklüğe saklanıp anahtar deliğinden kadı kızını gördükten sonra Memduh’un aklı başından gitmiş, karasevdaya tutulmuştu. Bunun üzerine Gülendam Hanım telaşlanarak tasarısını hemen uygulamaya koymuş, Vali Konağı’na giderek kadı kızının hasretiyle kavrulan biricik oğlunu murada erdirmesiyçin, paşanın aracı olmasını yakarmıştı.
Ne var ki, Arnavut Kadı Nimetullah Metin Roşi, Bahri Paşa’nın da hatırını saymamış, kızının henüz evlilik ça ğına erişmediğini bahane ederek Başo’yu Memduh’a vermemişti. O zaman Gülendam Hanım’ın Çerkez damarı kabarmış, “O vermezse ben almasını bilirim efem!” diyerek eteklerini sıvamış, kocasının hizmetindeki zaptiyelerin yardımıyla Başo’yu nasıl kaçıracağını planlamıştı. O gün üç zaptiye, evin alışveriş hizmetlerini görmeye geldiler, atlarını avlu kapısına bağladılar. İkisi çarşıya pazara gitti, biri atları beklemek üzere bahçe kapısında kaldı.
Derken Gülendam Hanım ansızın sancılanıverdi. Gülendam Hanım’ın büyük kızı Firdevs, başını örterek kadı efendinin konağına geçti. Büyük bir telaş gösterisiyle Ba şo’nun annesi Tayyibe Hanım’dan yardım istedi. Çok iyi yürekli, yardımsever bir kadın olan Tayyibe Hanım, dolaptan sancıyı kesen naneruhu şişesini çıkardı. Ondan yarım bardak suya on beş damla kadar damlattı, Başo’ya verdi, “Git, bunu Gülendam Hanım’a içir! Sancıyan yere de sıcak suya batırılmış havlu koy!” dedi.
Başo, Firdevs’le hapishane müdürünün evine geçtiği sırada ikindi ezanı okunuyordu. Genç kız, üst kat merdivenlerini tırmanırken, birden güçlü kollarla sarıldığını, ağzının bir bezle tıkandığını fark etti. Bu saldırı öyle ansızın olmuştu ki, Başo, bağırmayı bile akıl edememiş, salt elinden bardağı düşürmüştü. Ortalığa naneruhu kokuları yayılmıştı. Başo, bu kokuyu ömrü boyu anımsayacaktı.
Memduh, kollarıyla sardığının kulağına, “Kadı kızı, korkma! Kılına dokunmayacağım. Direnip işimi zorlaş tırma!” dedi tatlı bir sesle. Başo, bu sese ömrü boyu itaat edeceğini sezinlemiş gibi kendini bu güçlü kollara bıraktı. Memduh, kız kardeşi Firdevs’in yardımıyla Başo’yu kara çarşafa sarıp rahatça merdivenlerden indirdi. Yukarı sahanlıktan durumu izleyen Gülendam Hanım, “Bu gece hapishane hocasını çağırtıp nikâh kıydırmayı unutma Memduh!” diye bağırdı artları sıra. Memduh, avlu önünde bekleyen atlardan birinin terkisine Başo’yu bindirdi, kendisi de eğerin üzerine sıçradı, öteki atlardan birini zaptiye eri yedeğine aldı, yoldan toz kaldırarak uzaklaştılar.
Aradan uzun zaman geçtiği halde kızının eve dönmediğini gören Tayyibe Hanım meraklandı, Başo’yu alıp getirmesi için hizmetçisini Gülendam Hanımgile yolladı. Hizmetçiyi karşılayan Firdevs, yaşlı kadının Başo’yu almaya geldiğini öğrenince telaş ve coşku gösterisiyle, “Aman yarabbi! Güzel Başocuğumun başına bir hal mi geldi yoksa? İlacı anneme içirir içirmez konağınıza dönmüştü, bir saat önce…” dedi, hizmetçiyi sözlerine inandırdı.
Ama kadı efendi, eve geldiğinde, karısından Başo’nun ilaç götürdüğü hapishane müdürünün evinden dönmediğini öğrenince kızının, büyük olasılıkla onlar tarafından kaçırılmış olacağını düşündü, hemen kadılık kolcularını kaçanların ardına saldı. Ne ki, kolcular iki gün sonra elleri boş döndüler. İl sınırları içinde, hiçbir yerde izlerine rastlayamamışlardı.
Bu süre içinde Gülendam Hanım, Bahri Paşa’yı bir kez daha ziyaret etti. Oğlunun kadı kızını, gönül rızasıyla kaçırdığını, nikâh da kıydırdığını bildirdi. Bahri Paşa bu habere göbeğini oynata oynata güldü. Doğrusu eski karı sı, paşalık hatırını saymayan inatçı Arnavut’a, hak ettiği cezayı vermişti.
“Afferim Gülendom!” diye sırtını okşadı eski karısı nın. “Oyununi çoh beğenmişem!” Gülendam, Bahri Paşa’nın oyuna, öyküye bayıldığını bilirdi. Arabasıyla hükümet konağına giderken bile oyun icat ederdi paşa. Bir gün seyisini gönderip okul çocuklarının çevresine toplandığı simit tablasını devirtmiş, çocuklar da dağılan simitleri kapışıp kaçmışlardı. Simitçi ağlayarak saçını başını yolarken, paşa kasıklarını tutarak gülmüştü. Sonra da simitçiye iki altın ihsan etmişti. Bunu duyan simitçiler, o günden sonra paşanın geçeceği yollara dizilmeye başlamışlardı. Simitçilerin bu tutumu karşısında, “Ben de bu Adanalı fellahları akıllı sanırdım. Meğerki heç akılları yokmuş. Her gün biri yoluma çıkıp iki sarı lirayı cebe indirmek için sıraya girmesini bile beceremediler, he vallaha,” dediğini anımsadı.
Bahri Paşa gülümseyerek başını sallayan eski karısı na bir kese altın verdi, “Ha bu keseyi al! Yovrilerin heçbir şeyden mahrum olmalarını istemem. Bilirsin, Memduh karatasını oğlum kimi severim,” dedi.
Evet, doğruydu. Boş gezenin baş kalfası oğlu, her gün Vali Konağı’na gider, paşayı eğlendirirdi. Paşa tavla oynamayı severdi. Oyun sırasında Memduh ona türlü güldürücü öyküler anlatırdı. Tavlada yenerse paşadan bir mecidiye, yenilirse bir altın bahşiş alırdı. Paşanın en bü yük zevki tavlayı zaferle kapayıp hasmının koltuğu altı na vermekti. Kesesinden bir altın çıkarıp avucuna tutuş turduktan sonra, “Hadi get, oyunu öğren de gel! Bu sarı lire ile de yenilmenin acısını unutmaya çalış. Biz Osmanlilar Viyana bozgunundan beri yenilmenin acısını unutamamışık. Yenelim deyi girdiğimiz her dövüşte alta düşmü şük. En sonu padişahlarımız saraylarına kapanıp şarapla karıyla avunmuşlardır,” demeyi de unutmazdı.
Gülendam Hanım, paşanın verdiği keseyi koynuna yerleştirerek, “Tanrı ikbalini arttırsın paşam!” deyip çekildi.
O gün Memduh’un kadı kızını kaçırdığı haberi kentte yıldırım hızıyla yayıldı. Coşkulu söylenti kadı efendinin kulağına da geldi ve Nimetullah Metin Roşi, akşamüstü cübbesini uçura uçura Vali Paşa Konağı’nın selamlık merdivenlerini tırmandı. Bahri Paşa, kadı efendiyi güleryüzle karşıladı; bozuk aksanlı Türkçesiyle, “Buyurun kadı efendi! Konağımızın yolunu derhatır etmenizden ziyadesiyle memnun oldum. Hoş geldiniz!” dedi, yer gösterdi, soğuk şerbet söyledi. Konağa ateşi burnunda gelen kadı efendi, vali paşanın kendisiyle alay eder gibi konuş masından daha da fitillenmişti, burnundan soluyordu. Vali paşa bilmezlikten gelerek ziyaret sebebini sorunca parladı, “Malumu samileri, üç gündür kızım kayıp. Hayatı mematı hakkında hiçbir malumat alamadım. Kolcularım, vilayet sınırları içinde aramadık yer bırakmadılar. Ama bugün, sevgili kızımın, hapishane müdürümüzün hayta oğlu tarafından, zor kullanılarak kaçırıldığını öğ rendim. Kızımın iadesi için baba oğula emir buyurmanızı ricaya geldim. Aksi halde ben de zora başvuracağım.”
Bahri Paşa maroken koltuğuna iyice yaslandı, “İyi ama kadı efendi, benim mesmuatım sizinkine uymuyor,” dedi. “Kerimeniz hanım, Halit Bey’in oğlu tarafından zor kullanılarak kaçırılmamış ki. Bu iş, gönül rızasıyla olmuş. İki gencin birbirlerini sevdiklerini evvelce de size arz etmiştim. Ama siz buna itibar etmediniz.” Kadı efendi kalkıp kalkıp oturdu: “Benim kızım temiz süt emmiştir, has Arnavut’tur. Anasına babasına da, geleneklerimize de itaatkârdır. Zor kullanmasalar onu asla götüremezlerdi.”
Bahri Paşa alaycı gülüşünü sürdürdü: “Sevda bu kadı efendi, padişah fermanı bile dinlemez. Siz kızınızı Allah’ın emriyle peygamberin kavliyle vermeyince, yavrucak başka çare görememiş, gönül rızasıyla kaçmış sevdi ğine. Ne denebilir? İsterseniz her iki genci buraya getirteyim, kızınızın ağzından kulağınızla duyun bu gerçeği.” Kadı efendi, kızının bağlılığına o denli güveniyordu ki, vali paşanın önerisini hemen kabul etti. Ertesi günü Bahri Paşa, ilkin Ermeni kâhyası Boğos Efendi’yi yolladı Gülendam Hanım’a. Başo’nun Vali Konağı’nda babasıyla yüzleştirildiğinde Memduh’a gönül rızasıyla kaçtığını söylemezse, kızı babasına geri vermesi gerekeceğini, kadı kızını buna göre hazırlamalarını tembihledi. Sonra da iki sevgiliyi Payas’tan alıp getirmeleri için zaptiyeler gözetiminde kendi makam arabasını yolladı. Vali Konağı’ndaki yüzleşme, kadı efendiyi canevinden yaraladı. Zifaf gecesinde yakışıklı kocasına gönlünü kaptıran Başo, bekâretini yitirmiş ayıplı bir kadın olarak baba evine dönmeyi de onuruna yediremedi. Arnavutça olarak, “Suçum büyük, yüzünüze bakmaya utanıyorum, beni evlatlıktan reddetseniz de haklısınız ama söyledikleri doğru: Hapishane müdürünün oğluna kendi rızamla kaçtım ben,” dedi babasına.
Kızının ağzından bu açıklamayı işiten kadı efendi sapsarı kesildi. Boğazı tıkandığından bir şey söyleyemedi. İki zaptiye erinin yardımıyla salondan çıktı. Kadı Nimetullah Metin Roşi, ertesi gün Bahri Pa şa’ya istifasını yolladı. Hemen o gün eşyalarını toplayıp karısıyla Adana’dan ayrıldı, memleketine döndü. Başo, babasıyla annesinin kendi yüzünden Adana’dan kaçtıklarını öğrendiğinde çok ağladı, bir hafta da hasta yattı. Ne var ki, kocasının, kaynanasının, görümcelerinin sevgi ve sevecenlik dolu ilgileri, on beş yaşındaki geline, ana baba yokluğunu unutturmakta gecikmedi. Başo’yla, özellikle Gülendam Hanım meşgul oluyordu. Bir zamanlar cariye olarak girdiği Vali Konağı’nda kendisine belletilenlerle birlikte Türkçe konuşmasını da ona öğretiyordu.
2
Bedoş dünyaya geliyor
Evliliklerinin ikinci yılında, Başo’nun bir yavru dünyaya getireceği belli oldu. Bu olay kaynanasıyla görümcelerinin Başo’ya karşı olan sevgi ve ilgilerini artırdı. Yavrusunu düşürür korkusuyla ona hiçbir iş gördürmüyorlar, çevresinde pervaneler gibi dönüyorlardı. Gülendam Hanım, doğacak yavru için Safranbolu’dan sedef kakmalı bir beşik; loğusa karyolasını ve beşiği süslemek için Şam’dan yatak takımları, şal örtüler; İstanbul’dan canfes yorganlar getirtti. Halalar doğacak yeğenleri için zıbınlar, kundak takımları dikip işlediler.
Doğum günü yaklaşınca kayınbabanın tuttuğu ünlü ebeler evde yatıp kalkmaya başladılar. Gülendam Hanım, biricik oğlunun doğacak yavrusunu kucağına almak, öpüp koklamak özlemiyle geceleri uyuyamaz oldu. Bir gece sabaha karşı Memduh, annesinin kapısını vurdu, “Anne, anneciğim! Çabuk kalk! Başo’ya bir hal oluyor,” diye sızlandı. Gülendam Hanım, kocası o gece hapishanede nöbet çi olduğundan yalnızdı. Henüz yatmıştı, dalmak üzereydi. Oğlunun heyecanlı sesini duyunca fırladı, kapıyı açtı, “Nesi var? Sancılanmaya mı başladı yoksa Başo?” dedi. Memduh omuzlarını kaldırdı: “Bilmiyorum anne. Az önce helaya gitmişti. Odaya döndüğünde sapsarıydı, boncuk boncuk terliyordu. Korktum, size geldim. Hekim çağırayım mı anne?” Gülendam Hanım vaktin geldiğini anlamıştı; oğlunu heyecanlandırmamak için, “Dur hele,” dedi, “ebeleri kaldırayım, bir görsünler bakalım. Hekime ihtiyaç duyarlarsa sana haber salarım.” Sırtına bir hırka geçirirken ekledi: “Sen şimdi git, Firdevs’i, Tevhide’yi uyandır. Onları benim yanıma gönder. Sonra benim odama git, orada istirahat et!” Gülendam Hanım bunları söyledikten sonra eteklerini uçurarak uzaklaştı. Ebelerin kapısını dövüp onları uyandırdıktan sonra oğlunun odasına koştu. İçeri girip yatağa uzanmış, gözleri korkuyla bakan sevgili gelinin yanı na oturdu. Doğum sancısıyla dudaklarını ısıran Başo’nun terli alnını, yüzünü okşadı: “Nasılsın yavrum? En sonu sancılandın değil mi güzel kızım? Korkma! Şimdi geçer bir tanem! O kiraz dudaklarını ısırıp kanatma sakın! Çirkinleşirsin sonra. Al şu mendili ısır!”