“Aşk, insanın mutluluk nedenlerinin aynı zamanda mutsuzluk nedenleri olması.”
Semih Gümüş, bu kez bir romanla okurunun karşısında. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz, insanın içine yer eden, acı bir yalnızlık duygusunun hikâyesini anlatıyor. Sinan büyük acılar çektiği, işkenceler gördüğü kişisel tarihini geride bırakmıştır.Kendine yeni bir hayat kurmayı, tanık olduğu herkesi ve her şeyi de geride bırakmayı başarabilecek midir? Uzak bir deniz kıyısında, köyden uzak bir kır evine yerleşir ve geçmişiyle hesaplaşmaya başlar.Yazdığı roman, yaralarını onarmaya yardımcı olacak mıdır?
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz, ülkemizin yakın geçmişinde izleri görülen derin yarıklara odaklanan, insanı doğa içinde, aşk içinde gözlemleyen, aydın ve kentli çevrelerin duyarlıklarını yansıtan bir eser. Yıllar içinde, damıtılarak yazılmış bir doğa ve aşk romanı.
SEMİH GÜMÜŞ, 1956’da Ankara’da doğdu. 1971’de Ankara Fen Lisesi’ne girdi, 1981’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. İlk yazısı aynı yıl Yazko Edebiyat dergisinde yayımlandı. 1981- 1985 yılları arasında Yarın dergisinin, 1995-2005 yılları arasında Adam Öykü dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. 2006 Aralık ayında Notos dergisini çıkardı ve şimdilerde bu derginin genel yayın yönetmenliğini yürütüyor. Kendine özgü çözümleyici bir eleştiri anlayışına sahip olan Semih Gümüş’ün 1991’de Roman Kitabı, 1994’te Kara Anlatı Yazarı, Karşılıksız Yazılar, Yazının ve Tarihin Bilinci, 1996’da Cevdet Kudret Eleştiri Ödülü’nü de alan Başkaldırı ve Roman, 1999’da Öykü- nün Bahçesi, 2002’de Puslu Ada, 2003’te Yazının Sarkacı Roman, 2005’te Yazarın Yalnızlık Burcu, 2007’de Eleştirinin Sis Çanı, 2010’da Modernizm ve Postmodernizm ile Öykünün Kedi Gözü, 2011’de Roman Kitabı ve Yazının Sarkacı Roman, 2012’de Çözümleyici Eleştiri ve Yazar Olabilir miyim?, 2013’te Edebiyat ve Yeni Zamanların Kültürü, 2014’te Romanın Şimdiki Zamanı ve Okumak ve Yazmak adlı kitapları yayımlandı.
Benden başka kimsenin görmediği, bilmediği orman baykuşuma… Bu romanı ona borçluyum.
Sahip olmak istediğim hiçbir şey yoktu yeryüzünde. Kıskanabileceğim kimseyi tanımıyordum. Bana yapılan her kötülüğü unutmuştum bile.
Czesław Miłosz
I
Bıraktığım yerlere bir gün dönebilir miyim bilmiyorum. Bu kez hiçbir şey belli değil, düşünmek istemiyorum. Önümde uzadıkça uzayan bomboş yolda gitgide hızlanmaya başladık. Nereye baktığımı bilmeden uzaklara dalıyorum, sanki ilk kez gidiyorum bu yoldan, en uzak noktaları seçip onları belirsizlikleri içinde yeniden canlandırmaya çalışarak. Camda önce kendimi görüyorum, yüzümü iyice yaklaştırınca siyah gölgemin arkasından hızla geçiyor hayat, hemen önümdekiler hiç görünmezken geniş düzlükler, onların üstüne çıkan tepeler, ağaçlar, rengi solan gökyüzü. Sonsuz ve sessiz bir boşlu- ğun içinde gidiyorum, tutunacak bir yer aranırken dibi olmayan bir uçurumun karanlığına doğru indiğim genç- lik rüyalarımı hatırlıyorum.
Yüzüm yorgun, yorgun olduğunu biliyorum, suratım düşmüş, gece boyunca koltukta bir o yana bir bu yana dönüp kestirmeye çalışırken saçlarım karışmış, göz altlarım morarmışsa da seçilmiyor, alnımdaki çizgi daha mı derinleşmiş. Birçok şey, can sıkıcı ve şimdi hiçbirinin üstünde durmamak en iyisi. İnsanın kendi hayaliyle yüzleş- mesi ne zor. İçimdeki karanlığı camın ardına çağırsam yüzüm açık seçik görünecek, ne durumdaysam şu anda, öyle. Daha çoğunu, içimde yalnızca bir sıkıntı olarak büyüyen çaresizliğimi yüzümün çizgilerinde görmeye çalışı- yorum. Hep böyle kalsa, onunla daha barışık olacağımı bilse hayatın ağır çekimi. Dışarısı görünmüyor. Karış karış bildiğim bu yoldan kaçıncı gidişim, çukurları, tümsekleri, sanki ben gidip geldikçe güzelleşiyor bu eski yol.
Şoför kasabanın sonunda vitesi boşa alıp minibüsü salıverince bomboş yola, çalıların, zeytinlerin, kayaların arasından akıp gidiyoruz. Derinliği çoğalıp azalan bir vadi, sınırlarını çizerek geçiyor sağ yanımızdan. Uzaklarda köylülerin şehirlilere terk ettiği tek tük evler, yol iz yok, nasıl giderler gelirler, suyu elektriği, gene terk edilmiş gibi dağılmışlar. Minibüsün gürültüsü vadinin derinliğine saldırırken sinirime dokunuyor. Şoföre söyleniyorum içimden. Katlanıyorum. Aşağı inen yamaçlar zeytin ve çam dolu, boşlukları çalılar dolduruyor, orman gibi. Dibinden akıyordur bir su, belki suları iyice çekilip kurumuş bir dere yatağı, kavrulmuş yılanlar, balık ölüleri, dağlardan suyunu yeni alıyordur daha. İnanılmaz uzunlukta bir kaya, yeraltının kâbusu gibi vadinin karnını yarıp dimdik yükselmiş, kızılderili totemi gibi, öbürü kanatlarını açmış büyük bir kuş, kartal başı, yırtıcı, her seferinde gözümü alamadığım görüntü.
Dışarıya bakarken birden, bir süreden beri gözlerimin önünden ne geçtiyse gölgelerine baktığımı fark ediyorum. Renkli ama kör bir noktaya zihnimi boşaltır gibi. Bütün ayrıntılarıyla belleğimde duran bir dizi resmi canlandırmaya çalışıyorum. Uzak tepelerde gördüklerim bir belirip bir belirsizleştikçe vadinin aydınlıktan karanlığa inen dip yarlarına dalıyorum, suyun berrak akıntısına bı- rakıyorum kendimi. Gece yarısı sokaklarının sessizliğini sabahlara dek uzattığımız zamanlarda yaşanmış, görü- nüp kayboldukça içine gömüldüğümüz hayatın boşluklarına bakıyorum sanki. Kendime gelmek için başımı iki yana sallıyor, gözlerimi kapayıp açıyorum. Görüntüler belki yeniden canlanır, netleşir. Dışarıda ne varsa. Uçuruma düşerken içim boşalır gibi oluyor, korkuyla uyanı- yorum. Hep aynı rüyayı mı görüyorum.
Aklın bütün sınırları aşıp dünyaları yeniden kurdu- ğu rüyalarda yaşamak, yaşananları, uyanınca gözden dü- şürür mü. Uzun bir uykuya yatsam ve yaşadığım hayata yeniden doğsam. Uyanıkken gördüğüm her şey bambaş- ka görünür mü. Her şeye yeniden başlasam. Sıradan bir rüyadan başka bir şey değilken, başkalarının rüyası nasıl olabilirim. Geride kalan her şeyim sorunsuz ama başkalarının hayatını yaşamaya çalışmak bugün bana mutluluk vermiyor.
Adanın gitgide yaklaşan görüntüsü büyüyor gözlerimde, güneş ayna gibi, göz alıcı parıltısını gökyüzüne saçıyor, uykuda gördüklerimden güzel bu. Yaklaştıkça ulaşabileceğimizi, küçük bir tekneye atlayıp kıyısına çı- kabileceğimizi düşündürürken her zaman aldandığımız büyüleyici adamız. Sana dokunacak kadar yaklaştım işte.
“Köye giden yolun başında durur musunuz?” Minibüs çakılları savurarak yolun sağına yanaşır yanaşmaz toparlandı, kucağında üst üste sıkıca tuttuğu çantalarının saplarını kavradı, bir çırpıda aşağı indi. Aya- ğını yere sağlamca bastı, belli etmeden çakılları ezerek yokladı yeri. Gelmişti. Minibüs önünden çekilince köye uzanan yola, taş evlerin dışında kalan sarı tenhalığa bakarken gözlerini kıstı. Gözlüksüz bakamıyordu aydınlı- ğa. Bir çocuk bile yoktu ortalıkta, ne küçük pencerelerde görünen kadınlar ne dışarıda dolaşan erkekler. Geldim işte, dedi, sonunda, hadi bakalım.
Çantaları iki omuzuna astı, hoplayıp sırtına doğru kaydırarak oturttu, iki yandan elleriyle tuttu. Aşağı nasıl ineceğini, evi nasıl bulacağını düşünürken yolun karşısı- na geçip köyün içine doğru yürümeye başlamış, hemen solundaki küçük göletin yanından kıvrılan toprak yola dönmüştü. Önüne çıkan horozu ürkütmeden geçmeye çalıştı, başını ileri geri attırarak şişinen haydut, yalandan kanat çırpıp aldırışsız çekildi kenara. Göletin suları yükselmiş, suyun yüzeyi çiçeklerle örtülmüş, çukurun çevresi yosun tutmuştu. Suyu hiç kurumazdı nedense, azalır çoğalırdı, dipten gelen bir kaynağı olmalı, diye düşündü. Nilüfere benzemeyen nilüfer bunlar, suyun yüzeyinin yarısını kaplamışlar neredeyse. Nilüfer değil de kim bilir ne diyorlar bunlara, artık adlarını öğrenmeliyim.
Rüzgâr estikçe suyun kıpırtısıyla salınan nilüferler bir resim gibi canlanıyor, geniş yaprakların ortasındaki çiçekleri açılıp fısıltıyla konuşuyordu. Rüzgâr sanki bu resmi yaratmak için esiyor, diye düşündü, içinde uçuşan bir şeylerin ürpertisini duydu. Sabah dinçleştiriyor insanı. Kim bilir aşağı inen yamaçlarda ne çiçekler açmıştır. Buraların şimdi tam zamanı. Erkenden geldim, iyi oldu. Saatine baktı, dokuz buçuk olmuştu. Günü kurtarmış oldum işte, her zamanki gibi.
Yorgundu, bütün gece kamyon gibi yol alıp olur olmaz yerlerde duran otobüs, gücünün bir bölümünü tü- ketmişti. Sonra da sabahın köründe otogarda minibüsün saatini, dolmasını bekle. Taksiyle gitmeyi göze alamamıştı. Hem pahalıydı hem de karanlıkta çekinmişti, yeni bir eve, gece vakti. Düşünmek için daha iyi zaman olur muydu, döküntü kasaba garajında, kapalı yazıhanenin önünde dışarıya konmuş bankın üstünde sabaha karşı iki saate yakın beklemişti ama dönüşü olmayan yolda üşü- yerek beklemek de iyi geliyordu. Artık buradaydı işte. Çantasından çıkardığı süveteri sırtına geçirmiş, montunun fermuarını çekmiş, demir gibi soğumuş bankın üstünde kollarını kavuşturup başını gölgesine eğmiş, şehri terk edip otobüse bindiği andan başlayıp geriye sararak geçen yılları düşünmeye başlamıştı. Yalnızca hatırlamak, duygusunu yaşamak için, yoksa hiçbir şeyi temize çekmek gibi bir derdi yoktu. Bir kapıyı kaparken yeni bir kapıyı açtığını bilmenin düşüncesi her şeye katlanma gü- cünü verebilirdi insana. Hele benim gibi bir iradeadam için, diye düşündü, sinirden kemikten değil de duygudan ve düşünceden. Ne istersem yapabilirim. İstersem. Her şeyimi kaybetmedim daha.
İki omuzuna astığı çantaların ağırlığını aşağıya kadar taşıyamayacağını düşündü, beli bükülmeye başlamıştı, birileri geçmeli, almalıydı onu. Ağır ağır yürürken arada arkasına dönüp bakıyor, bir araba, yerli ya da yabancı, kim olursa olsun. Daha çok yolum var, çekilmez bu yol. Gü neş yükselmeye, yakıcı olmasa da üstüne vurmaya başlamıştı, çantasının ön gözünün fermuarını açtı, kabından çıkarıp gözlüğünü taktı. Her yer kocaman kayalarla dolu, tuhaf bir doğası var buranın, hiçbir yerde görmedim böylesini, yalın, suskun, gösterişsiz. Dağlardaki çamlardan ve kızılağaçlardan başka çevrede orman da yok ama nasıl oluyorsa öyle, insanı içine çekiyor. Sanki değdiği her yerden başka renklerde yansıyan ve insanın zihnine işleyen bir ışığı var. Zeytinler binlerce yıl boyunca bütün çevreye dağılmış, kendiliğinden. Bu kayaların nereden gelip böyle ortalığa saçıldığını anlamıyorum, tuhaf, irili ufaklı, koyu kahve, kızıl kahve, sarı lekeli, yosun tutmaz kayalar, bu ıssızlığın içine çektiği yalnızlığın yabanıl yaratıcıları, canlanıverecekmiş gibi, antik zamanlardan kalma.
Kuş cıvıltılarından başka ses yoktu çevrede. Durup dinledi, küçük kuşların cıvıltısı yanında büyüklerin çığırtı- sı işitilmiyordu, seslerinden kuşların büyüklüklerini ayırt etmeye çalıştı, bunu yapabileceğini düşünmüş, birçok kere sınamıştı önceden de. Demek kendime bunu iş edinebilirim. Yukarıdan aşağıya inen yamaçların kokusu yayılmıştı havaya, insanın bir kez içine çekince bir daha unutamayacağı ağaç kokusu, deniz daha uzaktaydı, bütün ağaçların ortak bir kokusu var, sert ama yağlı ve buğusuyla çevreyi saran, insanın benliğine sinen bir koku bu.
Ortalıkta hiç insan yoktu, çıngırakları her zaman vadilerin yamaçlarında yankılanan koyunlarla keçiler de. Köy gözden kaybolmuş, daha tek canlıyla karşılaşmamış- tı. Dünyanın uzak bir köşesindeydi işte, ıssız tepeler göz alabildiğine inip çıkarak denize uzanıyor, adayla arada kalan boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Sağda denizi kesen dağların kıraçlaşmış yüksek tepeleri rengârenk bir dokuyla küçük bulutlara değiyordu. Ben denizi değil, dağları seviyorum asıl, diye düşündü. Kazara şehirde doğmuşum. İnsan içinde pek dolanmayan, yabanıl bir doğam var. Bu dağlara da çıkarım bir gün, ne güzel olur, uzun uzun yü- rüyüp düşünmek için, saatlerce kalıp okurum, yazarım. Düşünürüm. Birden aklına gelmiş gibi iki elini ağzının kenarında boru yaptı, derin bir soluk aldı, “Hey, insanlar, neredesiniz,” diye bağırdı, ortaparmağıyla başparmağını birleştirip diline bastırdı, keskin ve uzun bir ıslık çaldı, kıpırdamadan kulak vererek bekledi. Hiç değilse gitmiştir sesim oraya. Denizin yüzeyinde buradan seçilebilecek bir kıpırtı olmuştu sanki. Kendini dinlermiş gibi durdu, tuhaf buldu bağırmasını. Kimse duymamıştı.
…